ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ
Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yürümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a, daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabeler bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu birliktelik, diğerlerine düşmanlığı beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır. Konuyla ilgili Ruhi Fığlalı,
"Tarihi olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2] ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup üretilmeye başlanmış, uzun bir zaman içinde oluşumu sağlanmıştır. Ancak şia aydınları bu konuları inceleme ve irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele alamadıklarından, yeni nesiller bu konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey olarak tanımlamıştır.
Bundan başra Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt mezhebine girmemekte ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir. Bu bağlamda “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4] T el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir çok eser kaleme almıştır.
İran’da bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin velayeti fakih sistemiyle[5] ilgili yaptığı açıklamasından sonra bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı duymuştur. Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisinden başlayarak Şianın hafızasını oluşturan bin küsur yıllık İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen hepsini inceledikten sonra
Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye, beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü.[6] Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu. “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği söylüyorlardı. Ancak o bu gerçeğin bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla yayınladı. Ona saldıranlara, saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi ancak
El katibi nin elde ettiği sonuçlara cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
O güne kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek on ikinci imamın tarihte hiçbir zaman yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların kendilerini kim yönetecekse buna kendilerinin karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip şunları söylemektedir.
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu. On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?” Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu. On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?” Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
El katip’e tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa bu konuya merakı olanların konuyu anlaması daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura,
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH
[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53. Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye”
[5]“ kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
Şiilik, İslam İçin Önümüzdeki Cağda Yeni Bir Umut Olur mu ? Düşüncesi, Humeyni’nin Şah rejiminin direncini kırarak yıllar süren sürgün hayatını bitirip büyük bir gösteri ile ülkesine dönmesi ve halkının büyük coşkusuyla karşılanması ile başlamıştı. Bu geliş bütün islam âlemini etkilemiş, ilk söylemleri ve mesajları Müslümanlar arasında büyük sempati toplamıştı. Yüzyıllardır içine kapanmış kurtarıcı bekleyen şia, tarihteki islam düşmanlarının yanında yer alma geleneğini yıkarak mezhepsel ayrılıkları aşarak birliğe katkı sağlayacağı daha da ileri giderek liderlik edeceği umudunu uyandırmıştı.
islam düşmanlarının islama bakışı ve yok etmek üzere geliştirdikleri stratejiler karşısında İran dışındaki islam ülkelerinin sıfır direnci, Humeyni den çok farklı beklentiler uyanmasına neden olmuştu.. Humeyni ye kısa zamanda Müslüman halkların bu kadar güven duymaya başlaması, yerlerde sürünen islam bayrağını taşımaya ve yükseklere taşımaya namzet bir lider olarak algılamasının geçerli sebepleri vardı. Hz Peygamberle başlayan sahabe tabiin ve diğer nesiller tarafından islamı dünyaya yayan ve asırlarca oralarda yaşatan ve belki kıyamete kadar silinmeyecek derin izler bırakanların nesilleri yaklaşık üç asırdır kendi içinde ülkelere bölünmüş parçalanmış bir yapı oluşturmaktadır. Bu devlet ya da devletçikler ehil olmayan yönetimlerin eline düşmüş birçoğu kendi insanı ile kavga halinde. Bu ülke yönetimlerinin islama bakış tarzı herkesin malumu! Kendi dini ve vatandaşı ile savaş halinde. Kendi iktidar ve saltanatlarını sürdürme adına emperyalizmin istek ve arzularından reddedebilecekleri her hangi bir şey bulunmamakta.
Bu gerçeğin ışığında bu iki tarafın yönetimlerini kıyaslayınca siyaseten Humeyni yi desteklememek mümkün değil gibi görünmekteydi. Hâşâ Allahın isteği de sanki bu yönde gibi algılanmaya başlamıştı. Bu şartlarda Müslümanlar ve antiemperyalistler için Humeyni’yi sevmek moda olmuş, farklılıkları fark etmek yerine, ortak anlayışların belirginleşmesi herkes tarafından söylenmese de benimsenmiş görünüyordu. Bu heyecan Humeyni nin icraatlarının ortaya çıkmasına kadar ancak sürebildi.
İşte bu atmosferin etkisinde iranla ilgili her şeyin okunma isteği herkes de olduğu gibi bende de oluşmuştu. İlk okuduğum kitap İran anayasasıydı. Anayasalarında İran’ın dini “islam”ı göreceğimi herkes gibi ben de umut ediyordum. Ancak, gördüm ki; kıyamete kadar değişmeyeceği vurgulanan CAFERİ mezhebi iranın değişmez dini olarak anayasalarında yer almaktaydı. Bunun akabinde caferiligin yani Şiiliğin ne olduğunu öğrenmem gerekti. O günlerde. Allahtan ki bir arkadaşım Humeyni ve İslam diye Türkçeye tercüme edilmiş bir kitap vermişti. Caferi hadisleri ve konuların Humeyni dilinden açıklamasının olduğu bir kitaptı. Bu kitap kafamı karıştırmıştı. İslam kültürü ile taban tabana zıt şeyler içeriyordu. Bu görüşler nerden çıkmıştı. Meselenin aslını öğrenmek için ulaşabildiğim kaynakları taradım. Araştırdığım kaynaklarda Sünnilik ile Şiilik arasındaki farklardan hiç bahsetmiyor Şiiliğin propagandasında ve bazı tarihi olayların ajitasyonunda zirveye çıkılıyordu. O yıllarda Türk kökenli Caferiler şii kitaplarını tercüme ederken Sünni kesime dokunan onu yaralayan bölümlerini tercüme etmediklerini ya da tercüme ettikleri kitaba koymadıklarını sonradan öğrendim. Sebebi ise; okuyucu Şiilik ile Sünniliğin bir farkının olmadığı kanaati ile Şiiliğe yaklaşsın ve aldanması kolay olsun diye..
Humeyni ve islam adlı kitap da ki bilgileri o günlerdeki şii sempatizanları ile tartışdığımızda bu kitap Amerikan ajanları tarafından Humeyni yi kötülemek üzere yazıldığı tamamen uydurma bir kitap olduğu cevabını veriyorlardı. Hâlbuki kitap da dipnotlarda kaynak isimleri belirtiliyordu. Ama Farsça bilmeyince bu kaynaklara ulaşmak mümkün olmuyordu. Sonuçta yılmadan araştırmaya devam ettim. Prof. İhsan İlahi Zahir in “Şianın Kuran İmamet ve Takiyye Anlayışı” adlı kitabını buldum. Okuduğumda gördüm ki; daha önceki kitap da ki edindiğim bilgilerin de CİA ajanlarının uydurması olmadığını öğrendim. Şaşkına dönmüştüm ama gerçeği artık kavramıştım. Demek ki, Humeyni mezhepçilik yaparak islam bayrağını değil, bölünmüşlüğün mezhep çatışmasının bayrağını yükseltmeye gelmişti. Yıllardır bu hızla Şiilik konusunda araştırma yapmaktayım. Ancak, inananların birbirine en yakın olmaları gereken dönemlerde farklılıkları kaşımanın insanlığa özellikle de Müslümanlara hiçbir yararının olmadığını düşünerek bu konuları bugüne kadar kendime sakladım. Ancak bu sürecin toplumumuzdaki yansımasına baktığımda dünkü siyasi sempatizanlığı ile olaya yaklaşanların bugün Şiilerle bir olup Ehli Sünnet arasında yürüttükleri davet çalışmalarını sinsi metotlarla sürdürdüğünü görmekteyim. Dikkatli bir araştırma verileri bu çalışmaların yani Şii yayılmacılığının ülkemizde olduğu gibi Özellikle de Mısır, Sudan, Tunus, Cezayir ve benzeri tamamı Sünni olan ülkelerde büyük bir hızla sürdürüldüğünü artık her vicdan sahibi tarafından dillendirilmektedir. Hatta bu gelişmeyi İran Mehr Ajansı'nın Arap ve İslam ülkelerinde Şii mezhebinin yayıldığını ilan etmesi ve bunu Ehli Beyt'in mucizelerinden biri sayması olayın kendini Müslüman aydın sayanların vahametini göstermektedir. Yayılmacılık metotlarında kullandıkları argümanların; sahabe düşmanlığı, hadis inkârı, ehlisünnet kitaplarını yanlış yorumlama, kendi kaynaklarındaki iddialarını ispatlama adına “ehlisünnet kaynakları da bu görüşü destekliyor” diyerek kendi inançlarına destek sağlama, metnin bütünü değil parçalayarak işlerine geldiği kısımların istismarı, yine bu metinler üzerinde ilave ve çıkarmalar yapma, Kuranda bahsedilmeyen hususları var gibi gösterme, tevil, inkâr, hissiyat gibi birçok şeyi bir arada kullandıkları gözden ırak tutmak mümkün olmamaktadır. Tarihte olduğu gibi dini temelinden sarsacak tehlikeli bir oyunun bir parçası olmayı sürdürdükleri maalesef ki ap açık ortadadır. Bütün bunlardan başka, ehil-i sünnet uleması hakkında yaydıkları yalan ve iftiralar bu çalışmalarının bir başka halkasını teşkil etmekte. Özellikle Lübnan’daki Hizbullah ordusunun popülaritesinden faydalanarak Müslüman memleketleri kasıp kavuran Şiî davetçilerin her yerde boy gösterdiği Şia inancını toplumlarda hâkim kılma faaliyetleri görülmeyecek gibi değil. Siyasi yakınlığı dini yakınlığa çeviren sonradan dönmeler inanç akidesinin ve şianın ne olduğuna bakmadan, bilgi edinmeden hatta buna ihtiyaç bile duymadan son derece cahilane bir tutum ile Cihadı ve “Şiî-Sünnî kardeştir” söylemini istismar ettikleri, bunu şii inancının güçlendirmek adına, ehlisünnet inancına hakaret etmeyi ve Şiîlerin faziletlerini sayıp dökmeyi kendince bir meziyet saydıkları da meydanda. Hatta bu alanda boy gösterenler bazı şii sitelerinde "Ben Ehli Sünnettim. Sonradan şii oldum eğer şii olmasaydım dinsiz olurdum. Dinsizliği tercih ederdim!" sözlerini övünç olarak vurgulamaya başladılar.. Bütün bunlarla birlikte, son yıllardaki Müslümanların içine düştüğü durumdan ortada. Irak, Afganistan, Filistin, kara bağ, Çeçenistan ve daha başka birçok yerdeki zulüm malum. Sonuçta İran’ın amacı emperyalizme islam düşmanlarına, Siyonizm’e karşı ortak bir mücadele azmi ve tavrı içinde olmak olsa! Amenna. Hangi Müslüman bu düşünceye itiraz eder. İtiraz edenin Müslümanlığından şüphe duyulmaz mı? Ama olayın gerçeğine bakınca İranın bu olaylar karşısında son derece ince bir siyaset güderek öncelikli Şiilik değil Fars çıkarları perspektifi çerçevesinde konulara yaklaştığı saklanır gibi değil. Mesela kara bağ hadisesinde Azeriler kendi mezheplerinden olmasına rağmen Azerilerin yanında yer almayıp Hıristiyan Ermenistan’ın yanında yer almaları bunlardan bir tanesi.
Bir daha aynı oyuna düşmeme adına tarih boyunca şiacıların Müslümanları ve islamı gelişmeleri arkadan yüzlerce defa hançerlemesi unutulacak gibi değil! Buna karşı intikam adına değil tedbirli olmak gerekliliği vazgecilmez bir husustur. Çünkü bizim inancımızda intikam diye bir şey yoktur. Biz kitap ehlidir diye haclı zulmünden inim inim inleyenYahudilere şefkat göstermiş bir inancın mirascılarıyız. Biz İran ateşpereslerine karşı Bizans hırıstiyanlarının muzafferiyeti için dua etmiş bir neslin yadigarıyız. Bugünde İslam düşmanlarına karşı aynı Allaha ve Peygambere inanç birliğimiz olan bu insanların yanında olmaktan daha doğal ne olabilir. Ançak bu bizim onlara karşı arkamızı dönmemiz gerektiğini de gerektirmez. Çünkü adı geçen nesil on üç asırlık bir süreçte şii olmayan Müslümanlara karşı tutum ve davranışları çok bildik bir vakıadır. Bunların sinsi yaklaşımların üzeri açıldığında yine tarihin tekerrür ettiği ortaya çıkıyor. Sanki bunların amaçlarının düşmana karşı bir olma değil de sıkıştıkları ortamda kendi arkalarına destek bulmayı hedefledikleri gibi algılanıyor. Doğrusunu Allah bilir. İhtiyaçları bittiği an yine tarihteki rollerini oynamaya devam ederler mi? Sorusu akla geliyor!.
Meseleye bugünün gerceği ile baktığımızda şiilerde rejim değişti olaya bakış tarzı eskisi gibi olmayabilir diye düşünebilirsiniz. Ama hiç de öyle değil ! İlk karşınıza çıkan mezhep taasupları. mutedil olmak yerine islami vahdete çok büyük zarar verecek bicimde aşırı derecede mezhebçi olmaları hemen önünüze cıkıyor.! Bunun neticesinde de sanki Şiilik mezhebi Allah tarafından tayin edilen bir meshep yada din yaklaşımı ile kendilerini hak, kendileri dışındakileri de mutlak batıl bilmeleri asla islama uygun bir yaklaşım değildir. Oysa mezhepler kaynağını Kur’an ve Sünneten alır. Hiçbir mezhep taraftarını doğrudan cennet yada cehenneme götürmez. Ancak, cennet veya cehennem kişilerin Allah’a karşı yaptıkları hayırlı amelleri ve bundaki samimiyetleri iledir. Bu perspektiften bakılarak Şiiler kendi inancını Sünniler de kendi inancını müdahalesizce yaşasa! Amenna. Meseleyi inanç noktasından kan dökmeye kadar cıkartabiliyorlar. Kara bağda Azerilere karşı Ermenilerin yanında, Irakta Sünni Müslümanlara karşı Amerikalılarla beraber hareket etmeleriyle görüldü. Irak’ın işgalinde işgale karşı kanlarının son damlasına kadar mücadele veren Sünni Müslümanlara karşı Amerika’yı arkalarına alarak ırakta bombalamadık cami öldürmedik Sünni bırakmadıklarını, Iraklı dini liderlerden kardavi Müslüman ülkelerine bütün feryadı ile duyurmak zorunda kaldı. Buna karşın Irakdaki harici yapılanmalardan da Şiilere aynı ölcekte cevap verilmesi de pek akıl alır gibi değil. Daha sonra da Amerika’ya karşı mücadele eden Müslümanların direnci kırıldıktan sonra, birden bire anti Amerikancı oldukları ifadesiyle anılmaktadırlar. Anti amerekancı ya da emperyalizme karşı olduklarından şüphe yok. Bu konuda diğer İslam ülkelerinin çok önündeler. Ancak, Sünni Müslümanları yok etmek için ortak hedefte Amerikalılarla işbirliğine gitmeleri hatta bu konuda alimlerince ceşitli fetvaların verilmesi neyi ifade ediyor?
Meselenin bir başka cephesine bakıyorsunuz islam ülkelerinde ha bire Şiileştirme faaliyetlerini bütün hızlarıyla sürdürüldüğün görüyorsunuz. Çünkü onların akidelerinde sünnet bağlılarını Müslüman olmadıkları için güya onlara tebliğ yapıyorlar. Ehli sünnet inancında olan insanları Yahudi ve Hıristiyan dan daha aşağı gördükleri kendi inançlarında, kendi kaynaklarında mevcut. Şu günlerde Müslüman kesime yaklaşımlarında kerhenlik var imajı yabana atılır gibi değil.
Baştan beri anlatılanların yani Şiilerin inanc akidelerini, Sünnete bağlı mümini nasıl gördüklerini, islamı akideleri nasıl saptırdıklarını tespit etmek günümüz iletişim cağında artık hiç de zor değil. Bütün bu hususları, tarihi ve günümüz yorumlarıyla kendi liderlerinin sözlerinden, kendi kaynaklarından alıntılarla alınan kitapların adı ve sayfası ile birlikte “Şianın doğuşu ve gelişim sürecinde Şia ve Şiacılar” adı altında toplamayı düşündüğüm çalışmamda ortaya koyacağıma inanıyorum. Bu konuda amerikayı yeniden keşfettim iddiası yok. Konuyla ilgili yapılan yüzlerce araştırma ve calışmalardan faydalandım. “Sünnilerin Şiileştirilmesi Çalışması”nı doğru bulmadığım ve Şiiliğin ne olduğunu bilmeden bu yönde adım atan kardeşlerimi uyarmak için yayınlamak zorunda kaldığım için, aslında hiç de mutlu değilim. Benim bu konudaki net düşüncem şii olarak doğan bir vatandaş kendi inancını doğru bulup ve onunla mutlu yaşıyorsa buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Şii akidesi Sünnilerce hiç doğru bir akide olarak görülmemekte eğer doğru görülse idi zaten sii olurlardı. Aynı şey Şiiler içinde geçerli. O halde Sünnileri Şiileştirme politikası bu insani düşüncenin neresinde kalıyor? Bu inanca sormazlar mı siz kendinizi düzeltin diye.. İşte olayın bu noktasında ben bu konuyla ilgili araştırmamı Şiiliğin ne olduğunu bilmeden sonradan Şiileşme yolunda olan kardeşlerime atfen yayınlamak zorunluluğu hissediyorum bundan dolayı da kendimi pek mutlu hissettiğimi söyleyemem.
Bütün bu hakikatleri görmezden gelip, tamamen duygusallıkla Şiilere yaklaşan birçok insanın bugün durumu maalesef ki onlardan farklı değil. Yakından tanıdığım onlarca arkadaş var ki Seksenli yıllarda Şianın gerçek dini anlayışını, tefsir ve muteber hadis kitaplarındaki şii gerçeğini bilmezlerdi. Sadece Humeyniye sempati ile bakarlardı. Yerli mollaların, geçmişte yaptıkları Sünni kesimi yezidin taraftarı propagandasının tekrarı ve Amerikan ve Siyonizm düşmanlığının atağa geçtiği bu süreçte de aynı tezleriyle ehlisünnet dünyasına karşı sınır tanımaz yalan iftira yanlış bilgilerle bu kişileri aldattılar.. Başlangıçta kendi inançlarıyla ilgili de fazla bir bilgisi olmayan haksızlığa zulme karşı dik durmaya çalışan bu mazbut insanlar bugünkü görünümüyle Şiiliğin en azılı savunucusu durumuna gelmiş Şialardan çok Şiileşmiş, şii fıkhını uygulayıp diğer müminleri küfürle itham eder duruma gelmişlerdir. Bu cevreler bazı konularda ekonomik olarak iranla göbek bağı olan öyle aydınlar üretmeyi başarmışlar ki Şiiliği bilmeyip bunları dinleyenlerin şii olası geliyor. Öylesine masum bir portre ciziyorlar ki dua edesiniz geliyor. Eğer masum yada belirli bir cıkar uğruna Tarihte oynanan oyunun bir benzeri olan siyasi yakınlığı dini yakınlığa dönüştürdüklerine şahit olmasaydım, bunların başlangıç ve bugünkü hallerini bilmeseydim bu konuya zerre miktar ilgim ve alakam olmazdı. Bu araştırma ve tecrübelerimi yazmaktaki amacım; hiçbir şii kardeşimi üzmek onunun inancına hakaret etmek, tekfir etmek, aşağılamak da değildir. İnançlarını sorgulamalarını sağlamak ise asla.! Bu onların kendi tercihleri.
1989 yılından beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Önce derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla islamın muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende. Yanılma payımı yok etmek yada en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine, şii hadis ve tefsir kitaplarına, inançlarına delil saydıkları tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla kurgulanmış bir tarihi delil alarak inançlarına argüman oluşturan Şiilerin kuran ve hadislere bakışı, bunları anlamaktan ziyade kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıklarını gördüm. Kutsal değerlerdeki söylemlere inanmak yerine ne olursa olsun bu değerlerden inançları lehine bir görüş çıkarma gayretlerini ne derece doğru!...?
Durum böyle olunca da, olaylara farklı bakışlar bir birinden çok farklı şii inanç akidelerini oluşturmuş.. İmametin farz olduğuna inanan bu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. Bu süreçte edindiğim bilgileri insanlarla paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım. Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere de makale gönderdim. Ama çok büyük hakaretlerle karşılaştım. Ne seleficiliğim, Vehbiliğim kaldı, ne de kâfirliğim. Hak etmediğim aşırı tenkit ve tepkileri aldığımı düşünüyorum. Oysa ben bu sapmaların bütününe karşı, vahdetin olmasını savunan birisiyim. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres veren birisi asla değilim. Çünkü her inancın doğruları var. Farklı doğruları savunan insanlar diğerinin doğrularını ya kabul etmiyor ya da ikinci planda tutuyor. Doğrudan adres belirleme yerine tanıdığım ve anladığım kadarıyla araştırdığım bir konuyu merak edenlere tanıtmak.
Mezhep düşmanı birisi değilim. Kendimde bir mezhebe bağlıyım. Bunu da gayet doğal buluyorum. Ancak, mezhepçiliği son derece tehlikeli buluyorum. Çünkü mezhepçilik yapan birisi, islamın aslından olmayan bir konudaki farklı yorumu bile kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebilir. İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade etmiştir.
Bu konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz. Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz. Demem o ki tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır. Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri.
Esas vurgu yaptığım konu Vahdet konusudur. Merak edenler aşağıdaki adrese gidebilir.
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011_05_01_archive.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder