Çünkü inandığımız Kuran’ da sahabe ile ilgili hakikatler nasıl yok edilmiş bir bakalım!. Ahmed et-Tabersî, el-İhticâc adlı kitabının 156 sayfası- Faslu’l-Hitap kitabının 7 sayfasında şöyle der: “Ömer, Zeyd b. Sabit’e dedi ki: “Ali bize Kur’an’ı ge¬tirdi fakat onda Muhacirlere ve Ensara kınama var. Biz Kur’an’ı toplarken bunda Muhacirler ve Ensara dair kına¬maları çıkarmayı düşünüyoruz.” Zeyd ona şöyle cevap ver¬di: “Ben Kur’an’ı toplama işini istediğiniz gibi bitirirsem, Ali de topladığı bu Kur’an’ı ortaya koyarsa bütün yaptıklarınız boşa gitmez mi?” Ömer: “Çaresi nedir?” dedi. Zeyd: “Siz çareyi daha iyi bilirsiniz” dedi. Ömer: “Rahatlamamız için onu öldürmekten başka çare yoktur” dedi ve onu Halid b. Velid eliyle öldürmek istediyse de yapamadı. Ömer halife olunca, onlar kendilerinde bulunanla değiştirmek için Ali’den elindeki Kur’an’ı getirmesini istediler. Ömer: “Ey Ebû’l-Hasen! Ebû Bekir’e getirdiğin Kur’an’ı getirirsen, onun üzerinde ittifak edebiliriz” dedi. Ali de: “Maalesef bu mümkün değil! Ben onu Ebû Bekir’e, aleyhinize delil olma¬sı, kıyamet gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu” (A’raf 172) veya “onu bize getirmedin” (A’raf 129) deme¬meniz için getirdim. Benim elimde bulunan Kur’an’a ancak temiz olan kimseler ve soyumdan gelecek olan vasiler el sü¬rebilir” dedi. Bunun üzerine Ömer: “Onun açığa çıkarılması için malum bir vakit var mı?” dedi. Ali: “Evet! Evladımdan el-Kâim ortaya çıktığında onu açıklar ve insanları ona yö¬neltir.” Dedi. (et-Tabersî, el-İhticâc (s: 156) Faslu’l-Hitâb (s. 7)
Burada şu anlaşılıyor ki bugünkü kuranda sahabe ile ilgili hakikatler karartılmıştır! Bu hakikatler gerçek Kuran on ikinci imam mehdi gelince ortaya cıkacaktır!
Buradaki görüşün bir benzeri yani sahabenin yoldan çıktığı ile alakalı Hz Ali’nin ölümünden iki yüz yıl sonra tarihde yalancı olarak bilinen iki kişi tarafından yazılan Hz Ali’’nin Hutbelerinden toparlandığı iddia edilen ve içindeki bilgilerin tamamen Hz Ali’ye ait olduğu söylenen . Nehcul Belaga’da zikredilmektedir. Yalnız bu kaynağa dikkatli bakıldığında bir tenakuz görülecektir ki kitabın bazı bölümlerinde Hz Ali, sahabe ilgili “"Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabilerini gördüm. Sizlerden hiç birinin onlara benzediğini göremiyorum. Gündüzü saçları başları dağınık ve toz toprak içinde geçirirler, geceyi de secde ederek ve namaz kılarak geçirirlerdi. Dönüşümlü olarak alınlarını (secdeye) ve yanaklarını (yastığa) koyarlardı. Ahiretlerini düşünmekten ateş üstünde durur gibiydiler. Secdelerinin uzunluğu nedeniyle gözlerinin arasında (alınlarında) izler oluşurdu. Allah anıldığında gözlerinden yaşlar akardı. Öyle ki, göğüsleri ıslanırdı. Azaptan korkarak ve sevabı umarak, fırtınalı günde ağacın sarsıldığı gibi sarsılırlardı." Nehcu'l-Belâğa; Tahkik: Dr. Subhi es-Salih; Daru'l Kütübi'l Lübnani baskısı, Beyrut; sf. 143. övgüde bulunurken bazı bölümlerde bunların tam tersi ifadelerin olduğu görülmektedir.
Bir başka kaynakta el-Kuleynî, Furuu’l-Kâfî’de der ki: “Cafer aleyhisselam şöyle dedi: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra üç kişi dışında insanlar dinden döndüler.” “O üç kişi kimler” denilince, şöyle dedi: “el-Mikdad b. el-Esved, Ebû Zer el-Gıfarî ve Selman el-Farisî” el-Kuleynî, Füruul Kâfî (s.115)
el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr’da zikreder: Ali b. el-Huseyn’in azatlısı dedi ki; “Onunla yalnız kaldığım bir sıra dedim ki: “Benim senin üzerinde hakkım vardır, bana şu iki kişi; Ebû Bekir ve Ömer hakkında bilgi ver” dedi ki; “İkisi de kafirdir. O ikisini seven de kafirdir.” Ebû Hamza es-Sumalî’den: o Ali b. el-Huseyn’e Ebû Bekir ve Ömer hak¬kında sorunca: “O ikisi ve onları sevenler kafirdir.”
el-Meclisî Bihâru’l Envâr’da der ki: “Ebû Bekir ve Ömer’in kafir olduğunu, onlara lanet etmenin sevabını ve onlardan uzak olmanın sevabını gösteren haberler bu veya bundan başka ciltlerde zikrettiklerimizden daha fazladır. Allah’ın sırat-ı mustakîme iletmeyi dilediği kimseler için bu kadarı yeter.”( Bihâru’l-Envâr (30/330)
Hatta el-Meclisî Bihâru’l-Envâr’da şunu da söyler: “Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye ateşten tabut¬lar içindedirler. Bundan Allah’a sığınırız.” Bihâru’l-Envâr (30/236)
Onlardan el-Mer’aşî’nin İhkâku’l-Hak adlı kitapların¬da geçtiğine göre onlar şöyle derler; “Allah’ım Muham-med’e ve Muhammed’in âlilesine salât et ve Kureyş’in iki putu, iki cibt’i ve iki tagut’u ile onların kızlarına lanet et…” (İhkâku’l-Hak (1/337)
Kureyş’in iki putu ve kızları, sözleriyle Ebû Bekir, Ömer, Aişe ve Hafsa radıyallahu anhum’u kastederler. el-firdirler.” (el-Meclisî/Hakku’l-Yakîn, 522)
En muteber hadis kitabı olarak kabul edilen el-Kuleyni, el-Kâfî’sinde sahabenin küfür içinde olduğunu yazan yüzlerce hadislerin yanında yine yüzlerce şii kaynaklarında; sayısı, bazı kaynaklarda 5, bazı kaynaklarda 9 geçmeyen sahabenin dışında kalanların hepsinin zındıklığından bahsetmektedir.
Şimdi soruyorum!
Bir müslümanın en itibar ettiği Kuran, ondan sonra en güvendiği hadis kaynakları ve masum olarak kabul edilen Hz Ali’ ye ve yüzlerce kaynağa siz yukarıdaki sözleri söylettirirseniz bugünkü nesil çocukluğundan beri bunu din diye algılarsa bu kaynaklarla yatıp kalkan ve bu kültürlerle yetişen, bunun yüzde yüz doğruluğuna inanan bir nesle yani bugünkü şii kardeşlerimize SAHABEYİ nasıl olurda ehli sünnetin algılaması gibi algılamasını beklersiniz?. Bu bakış acısı kolayına değişir mi? Ya da bu anlayışın doğru olmadığını söyleyenlere karşı bu neslin hangi gözle bakacağını sanırsınız?
Bu sorulara yalpalama ile tevil edilerek cevap verilmez. Buralar kamufle ile geçilmez. Yukarıdaki metinlerde yer alan hususlar yenilir yutulur değildir.
Blokta; Müslüman, şii-sünni-şiacılar-sünniciler kavramlarında yer alan düşünce yapıları incelenmeye çalışılmıştır.
21 Haziran 2010 Pazartesi
İslam da vahdet isteyenlerin aradıkları fetva! (3)
“Sahabeye küfretmemizi neden engelliyorsunuz Halbu ki Ehli sünnet kaynakların da bile buna müsaade ediliyor. Bırakında canımız istediği kadar onlara küfredelim” Buna karşında sakın ha bir şey söylemeyin!
Evet çeşitli ortamlarda bunu söylüyorlar. Kendilerine göre fetvada bulmuşa da benziyorlar. Kafalarında soruları şöyle sıralıyorlar? Onların kafalarında ki cevaba uygun düşmese de sanırım bazı hakikatleri de dilsiz şeytan olmamak için söylemek gerek.
DİYORLAR Kİ;
Sadece bazı sahabeye dil uzattı diye Şii Müslümanları, küfür ile itham etmek nasıl mümkündür?
- Müslümanların derdi Şiilerin küfür içinde olup olmadığı değildir. Bu husus onlarla Allah arasında olan bir şeydir. İslam da vahdet isteyen bir düşünce tefrika ile uğraşmaz. Hem birine küfür etmek İslam da zaten haramdır.
DİYORLAR Kİ;
Halbuki sizin (ehli sünnetin) büyük ve değerli alimleriniz muteber kitaplarında, sizin görüşünüzün tam tersini iddia etmiş ve gerçeği söylemişlerdir. İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.”
Molla Sa’d Taftazani ise “Şerh-i Akaid-i Nesefi”de şöyle diyor: “Bazı taassup ehlinin sahabeye sövenleri küfür ile itham etmeleri, asla doğru değildir
— Günümüzde inananlar tefrika ve bölünme içinde olmaması gerek. Bunu sağlamak için bölünmeye katkı sağlamamak için bazı âlimler bu ortamda insanların bir birinden uzaklaşması yönünde değil yakınlaşması yönünde adımlar atmasını düşündüğünden daha yumuşak yaklaşımlarda bulunabilir. Bulanmaktalar da . Ancak nasıl oluyor da Şiilerin işine gelenler bizim büyük ve değerli, işinize gelmeyenler ise cahil, taassup esiri ve değersiz oluyor. Bırakında bizim âlimlerin değerlisini değersizini biz belirleyelim ne dersiniz? Ayrıca bak bizim büyük âlimlerimizde size fetva vermiş sahabeye küfür etmek onların küfür içinde olunduğunu söylemenin bir zararı yokmuş. Üzülmenize gerek kalmadı. Zaten inancınız buna açıkça cevaz veriyor artık rahatca istediğiniz kadan onlara küfür edebilirsiniz!
DİYORLAR Kİ;
“Cami’ul- Usul” kitabının sahibi İbn-i Esir-i Cezri de Şii Müslümanları İslâmi fırkalardan biri saymıştır. O halde siz nasıl onları küfür ile itham edersiniz?
- Pekiyi bu cevap doğru. Allahın karar vereceği bir konuda bizim kimseyi kafir sayma yetkimiz yok. Pekiyi aynı alim Sahabeye bazıları gibi küfür etmiyor tavsiye de etmiyor onun bu güzel yanını neden söylemiyorsunuz. Sahabeye küfredenlerin hali ne olur? Bunlara bu hakkı kim veriyor?
DİYORLAR Kİ;
İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.” Sahabe masum değildir.
— Ehlisünnet İnalcında sahabeye masumiyet itikadı zaten yoktur. Allah tarafından günahtan korunan bir imam diğer insanlara nasıl örnek olabilir?. Örnek olabilmesi için diğer insanlarla eşit şartlarda olması hissettiklerini aynen hissedebilmeli ve isteklerinin önüne kendi iradesiyle gem vurabilmelidir. İşte o zaman nefsini yenen insanın yüceliği ortaya çıkar. Diğer insanlar demezler mi ki, İMAM Allah tarafından masumlaştırıldıysa günah işlemesi mümkün değildir. Oysa biz korunma altında değiliz, günah işlemememize imkân yok. O halde bunda bizim günahımız ne? derlerse bunda haksız mı olurlar ?. Onun için kimsenin Allah adına birilerine masumluk verme yetkisi yoktur. Sahabe hata yapabilir. Günah işleyebilir. İşte salebinin durumu. Yüz bini aşkın bir insan topluluğunda birkaç kişinin hata yapması o toplum genelini ifade eder mi? Üstelik bu hata yapanlar kendilerinin cezalandırılması için ilk etapta Hz Peygambere müracaat etmişler günahlarının cezasının kendilerine verilmesini istemişlerdir. Onların yüceliği o dönemin şartlarını yaşamadan anlaşılacak bir şey değildir.
— Meselenin özünde tartışmak gerek sağa sola yalpa yamadan. Yukarda ki soruya binaen acaba ilk iki halifeye sövmek el kafi deki hadislerde de belirtildiği gibi onların kafir olduğunu kabul etmek küfre düşürmezse haşa, Hz Ali nin de içinde olduğu ilk dört halifeye de aynı şeyi söylemek acaba nasıldır? Buna ne cevap verebilirisiniz? Böyle bir soru nasıl duygu uyandırır insanda.
— Bu sorunun cevabı hiçbir ehli sünnet de iyi bir duygu uyandırmaz. Onların böyle bir inanç aklının ucundan geçmez.
DİYORLAR Kİ;
Ebu Bekir’in hilafeti zamanında adamın biri Ebu Bekir’in yanına vararak ona ağır sövgülerde bulundu. Orada olanlar bu duruma çok rahatsız oldu. Ebu Berze-i Eslemi; “İzin verin onu öldüreyim; zira o kafir oldu!” deyince, Ebu Bekir şöyle dedi: “Hayır, öyle değildir; Peygamber (s.a.a)’den başka hiç kimse böyle hüküm veremez.”
_ Dedikten sonra Hz Ebu Bekir’in yüzüne karşı küfürle itham eden birisine kendi ses çıkarmamış bizim onun aleyhine yaptığımız küfre siz neden ses çıkartıyorsunuz diyen düşünce sonuçtan neden şöyle bir sonuç çıkarmıyor ki ? Demek ki Hz Ebu Bekir kendisine hakaret eden birini dahi cezalandırmıyorsa bu onun zalim ve küfre layık olduğundan mı dır? Yoksa onun ne kadar yüce bir insan olduğunun delilimi?
DİYORLAR Kİ;
Eğer sahabeye, özellikle de reşit halifelere sövmek küfür ise siz beyler neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi küfür ile itham etmiyorsunuz? Zira o bütün alim ve tarihçilerinizin yazdığı gibi sürekli Osman’a sövüyor, onun için ağır laflar kullanıyordu. Osman için şöyle diyordu (yaşlı ahmak ve erkek sırtlan anlamına gelir)
—Bu söylem tarzı Hz Aişeye uygun bir tabir değil. Bu takiye yi din edinmiş yalanı sınır tanımadan kullanan yalan ile yeni bir akide meydana getiren bir düşünceni eseri olsa gerek. Diyeceksiniz ki bu ehlisünnet Tarih kitaplarında da bulunmaktadır. Bunu bilmiyorum velev ki Hz Aişe böyle bir tabir kullanmışsa bu Hz Osman kâfir demek anlamına gelmez. Bugünkü bilimsel sonuçlarda göstermektedir ki belli yaşın üstünde olan bazı insanlar yaşlılıktan dolayı zeka kaybı yaşamaktadır. Bu rahatsızlığa müptela olan insanlara da yakışıksız olsa da ahmak ya da bunak diyenler olmaktadır.
DİYORLAR Kİ;
İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” adlı kitabının c. 4, s. 80’e müracaat edin. Orada göreceksiniz ki, Ebu Bekir mescidde minbere çıkarak Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle demiştir: “Şüphesiz Ali, şahidi kuyruğu olan bir tilkidir. Ali maceracı ve fitnecidir; büyük fitneleri küçük göstererek halkı fitne ve fesada teşvik ediyor ve yakınlarıyla zina etmek isteyen Ümmü Tahhal (cahiliye döneminde yaşayan fahişe bir kadın, Fatıma annemize atıfta bulunarak söylediği açıktır) gibi zayıflardan ve kadınlardan yardım diliyor!!”
Hz. Ali’den iki yüz yıl sonra onun hutbelerinden, yalancı olduğu bilinen Rıza ve Murtaza adında koyu şii kardeşler tarafından ziyadeleştirerek derlenen bu kitap ta zikredilenlerin çoğu, Hz.Ali’ye atfen söylenen uydurma şeylerden ibarettir. Kitaptaki Hz.Ali’ye ait sözler var ise diğerlerinden ayırt edilmemiştir. Zehebi ve bir çok İslam alimi bu kitapla ilgili şöyle derler:İlim Ehli biliyor ki, bu kitapta geçen sözlerin çoğu, Hz. Ali’ye atfen uydurulmuş iftiralardan ibarettir. Zira bunların çoğu, eski kitaplarda olmadığı gibi, senetleri de bilinmemektedir. Bu Hz. Ali veya Hz. Abbas’ın soyundan olduğunu iddia edipte, soyundan böyle bir iddiada bulunan kimseyi bilmediğimizden, yalancı olduğu ortaya çıkan kimsenin iddiasına benzemektedir. Kaldı ki bu hutbelerde, Hz.Ali’den şüphe götürmez şekilde tam tersi sabit olan birçok husus bulunmaktadır. (…………el-Muntaka min minhaci’l-i’tida 449(ayrıca bkz. S 535); İçi yalan ve iftira dolu olan böyle bir kitabı muhatap alıp onun içinde yer alan yalanlara cevap vermeye gerek var mı?
Bu kitabı derleyenlerin yaptıkları ve onun yandaşlarının yaptıkları bunlarla sınırlı da değildir.
Hz Ali adına Hz Ali den uzak söylemleri bir araya getiren bu zatlar Ebulkasım El-Mûsevi (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436) lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn es-Sâir'in (359-406) kardesidir. Bu iki kardeş Et-Tûsî nin yollarını izledigi gibi. (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi (597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm baskenti Bagdadi istila ederken (655 H) giriştiği katliamın müsebbiplerindendir. Çünkü et-Tûsî, Hülâgû'yu bu ise tevsik etmişti. Daha önce adam daglık bölgede İsmail ilerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına “El-Ahlâkun-Nasîriyye” adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan bölgesinde yasıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b. Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi “EL-Mu'tasım” a yazdıgı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bagdad'ı yıkmak, İslâmi ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin “Ravdatül Cenne” adlı eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. Islama ve tâbilerine büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona ihtiyacı olmasaydı öldürecekti).
- Lût b. Yahya, sîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında:
“Sîîdir, sîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde:
“Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” der.
157de ölmüstür.)
(b - Hisam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı Ahmed söylemistir: “Neseb sahibi oldugu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” der.)
Yunus b. Abdil A'la, Esheb'in söyle dediğini rivayet ediyor :
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları
konusturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.
Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Safiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),
DİYORLAR Kİ;
Bütün ilim ehli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in her hangi bir şahıstan ortaya çıkan iyi ve güzel amellere teveccüh etmiş olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) herkesin iyi amellerini övüyordu. Nitekim Nuşirevan’ın adaletini ve Hatem-i Tai’nin (qayrı müslim idiler) de cömertliğini övmüştür.
Şu da bilinmektedir ki, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferdi veya cemaati övmüşse, bu onlardan ortaya çıkan o iyi ameller sebebiyleydi. Şüphesiz, bir şahıs veya cemaati, onlardan hilaf bir amel görülmeksizin özel bir amelden dolayı övmek, onların hüsn-ü akıbet ve selametliklerine delalet etmez. Hilaf yapacakları kesin bile olsa, bir günah ortaya çıkmadıkça onları cezalandırmak câiz değildir.
Nitekim Hz. Ali (a.s), kendisini öldüreceğini bildiği ve bunu da defalarca dile getirdiği İbn-i Mülcem hakkında bir yerde açıkça şöyle buyurmuştur:
Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi.
Bu dost kılıklı hilekar, Murad kabilesindendir. [Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik” kitabının 9. babının sonunda, s. 72’de bunu rivayet etmiştir.]
Buna rağmen Hz. Ali (a.s) onu cezalandırmaya kalkmadı. O halde özel bir fiili öven rivayetler, tüm fiilleri ve umumiyeti ifade etmez.
Üçüncü olarak; sahabenin Rıdvan ağacı altında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e biat etmiş olduğu için övülmeye layık olduğunu, mezkur ayet gereğince kınanamayacağını söylediniz. Araştırmacı âlimler bu konuda bir takım cevaplar zikretmişlerdir; ki söz konusu ayet, sadece o özel biat olayı ile ilgilidir; ömürlerinin sonuna kadar söz konusu olan bir ebedi rızayet değildir.
Zira bildiğiniz gibi Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.
Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?
O halde anlaşıldığı üzere ALLAH-u Teala’nın rızayeti sadece o biatle ilgili değildir; halis iman ve salih amelle bağlantılıdır. Yani tevhide ve nübüvvete kalben inanarak biat edenler, ALLAH-u Teala’nın rızayetine nail olmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.
Ama bilindiği gibi imanları yokken biat edenler veya imanları olup da biat etmeyenler, ALLAH-u Teala’nın gazabına uğrayıp cehennemi hak etmişlerdir.
O halde bu biat tek başına ALLAH-u Teala’nın rızayeti için yeterli değildir. Cehenneme vaad edilenlerin o günde iman sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır. Hiçbir Müslümanın inkar edemeyeceği bir gerçek de şu ki, sahabenin yaptığı güzel ameller övgüye layıktır. Nitekim iyi amel kimden baş gösterirse övgüye layıktır; elbette bu övgü, ondan kötü bir amel görülmediği sürecedir. Ama mü’min, hatta sahabe bile olsa, kötü amel işlediği takdirde eleştiri ve kınanmaya tabi tutulur.
Şiiler sahabenin iyi amellerini sürekli rivayet etmekte ve övmekteler. Onlardan eleştiri yapanlar bile, sahabenin iyi amellerini de kabul etmekteler. Örneğin: Onların Rıdvan biati, Resulullah (s.a.a)’le hicret, O Hazrete kucak açmak, (fetihlerin Hz. Ali vasıtasıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen) savaşlara katılmak vb. birçok güzel amellerini övmeklerinin yanı sıra, onların çirkin ve kötü amellerini de dile getirerek eleştirmişlerdir.
-Sahabe dönemine dikkatli bakıldığında sahabe içinde önceleri, münafıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân suresinin yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, Tayyibleri habîslerden ayırt eyledi. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki cürûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i İmrân suresinin yüz onuncu ayetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?
Bu zihniyete sahip kişiler Sahabeyi lekelemek için münafıklar için gelmiş olan ayeti kerimeleri bile her ne hikmetse sahabeyi kötülemek onlara düşmanlık yapmak için kullanırlar. Misal Tevbe suresinin elli dokuzuncu ayetinin (Havâric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirlerde yazılması ve bu hakikat herkezce bilinmesine rağmen bundan haberi olmayan insanları aldatmak için bunu kullanırlar. Buhârî de, “EbûSa’îd-i Hudrî“ radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül- Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân- ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Hâlbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki, rengi siyahtır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. EbûSâ’id- i Hudrî diyor ki, hazret-i Alî“ radıyallahü anhümâ” halîfe iken, hâricîlerle muhârebe etdi. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Buâyet- i kerîmenin inmesine sebeb, münafıklardan Ebülhavât adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sâhibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsûs olan eşyâyı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.
Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, yahûdîler ve münafıklar için inmiştir. Çünki bunlar, mü’minlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işâretleri ile, Eshâb- ı kirâmı aldatmağa çalışırlardı. Mü’minler, bunların başlarına ağır bir felâket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm“ aleyhimürrıdvân”, kötü niyyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize şikâyet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emir buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, ihanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmektir.
Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde meâlen, (Sana selâm verdikleri zemân, Allahü teâlânın, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) buyruldu. Bu âyet-i kerîmede yehûdîler azarlanmakladır. Yehûdîler, Resûlullahın yanına geldikleri zaman, (Size selâm olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selâm yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr- i kâinâtı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyruldu. (Buhârî) kitabında diyor ki, Yahudiler, Peygamberimiz“ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzuruna geldikleri zemân, kötü âdetlerine göre, şüpheli, bozuk selâmlarını söylerlerdi. Âişe “radıyallahü anhâ” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duasının kabul buyrulduğunu söyledi.
Münâfıkûn suresinin birinci ayetinde, (Münafıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlarını göstermekledir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir alâkası yokdur.
Muhammed suresinin onaltıncı ayetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıkdıkları zemân...) buyuruldu. Bu âyet- i kerîme de, münafıklar için gelmişdir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmâm-ı Mukâtil [Belhlidir. 150 de Basrada vefât etdi.] tefsîrinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasîhat verirken, onlar anlamamazlıktan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbas “radıyallahü anhümâ” ba’zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’minleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu ayet-i kerîmede meâlen,( Onların kalblerini Allahü teâlâ mühürledi...) buyuruldu. Eshâb- ı kiramı da, bundan sonraki ayet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Sa’îd bin Cübeyr“ radıyallahü anh” diyor ki, Muhammed suresinin yirminci ayetinin,( Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermekledir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, mü’minin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsî ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci ayetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azâbdadır. Biri, kurtulucudur. Mü’minin kalbi selîmdir. Allahü teâlâ,kalb- i selîmi medh ve senâ buyuruyor. Şü’arâ suresinin seksensekizinci ayetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fâide vermez. Yalnız, kalb- i selîm ile gelen fâidelenir) buyuruldu.
Yine Benî Anber kabîlesi kâfirdi. Bunlarıda, Eshâb- ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, son derece saçmadır.
Bedr gazasına gelince, bütün kitaplarda açıkça bildirildiği üzere, Enfâl suresinin birinci ayetinde bildirildiği gibidir.
Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harb oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, âzâd edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin yirmi yedinci ayetinin, (Sonra, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) meâl- i şerîfi ile bildirilmekdedir. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbirşey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şî’î fırkasının âlimlerinden Ebülkâsım şî’înin (Kitâbüşşerâyı’) risâlesinde (Ölüm ve helâk tehlükesi olduğu zemân muhârebeden kaçmak câizdir) denildiğine göre, Huneyn gazâsında çekilen Eshâba“ radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmak hiç adalet mi?
Uhud gazasındaki firâr ise, yasak edilmeden önce idi. Allaha teâlânın bunları afv buyurduğu, Âl-i İmrân suresinin yüz elli beşinci ayetinde bildirilmektedir.
Âl- i İmrân suresinin yüz elli üçüncü âyet- i kerimesinden önceki( Allahü teâlâ, sizi afv etti) meâlindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsîr bildirmektedir.
Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayetinde mealen,( Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyruldu. Bu meâl, Eshâb- ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmekdedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” ayırd edileceği bildirilmemiştir.”
Sahabe hayatı incelendiğinde ashabın büyük bir çoğunluğu fitnelerden uzak kaldığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.” Dediği görülmektedir. . Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.
Bu konu ile alakalı son söz şu söylenebilir sahabenin yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Bunun başka bir şey ile izahı yoktur. Pis bir yerden uçup gelme ihtimali olan bir sineği bile Hz Peygamberi kirletir düşüncesi ile üstüne kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ, Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları mı muhatap kıldı? Ya da ona kâfirleri mi seçti dost akaraba olarak.? Böyle düşünen kardeşlerim lütfen kendini bir sorgulasın.
Sözün kısası Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdim izde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitab ve sünneti iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek) sözünün muhatabı olacak kadar olayı radikalleştirmenin bir anlamı olmasa gerek.
Safevi devleti şahlarından Nâdir şâh 1148 de Sünni ve şii alimelerini bir araya getirerek tartışılıp inançlardaki yanlışların temizlenmesini istemesidir. Bu davetin neticesinde, Şiî Mollalardan davete icabet eden Yetmiş kişi ile Osmanlı âlimlerinden Süveydî ile Efgan müftisi ve altı Buharalı Sünnî âlim Necef’e bir araya geldiler. Nâdir Şâh, Süveydî’yi vekil tâyin edip, hak yolun tartışılıp bulunması ve iki tarafça da tasdikini istemiştir. Şiî Mollalar kendi tezlerini ileri sürdüler bununla ilgili karşı tezleri dinlediler uzun tartışmalar sonunda Süveydî tarafından sıra ile dört halîfenin üstünlükleri, Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet edilmesi lâzım olduğu, gayr-i meşrû yaşama tarzı olan müt’a nikâhının İslâmiyette yasak edildiği ve İran’daki bu çirkin işleri Şâh İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocuklarının çıkardığı ispatlandı. Sünnî âlimlerin, mollaların ve Nâdir Şahın tasdîkinden geçen antlaşma imzâlanıp, Ferman-ı Şâhî îlân edildi. Bu husus Hucceci Katiye adlı bir kitapta uzun uzun anlatılmaktadır. Bazı şii senaristler tarihteki bu hakikati silmek buradaki yenilgiyi, belgeleri karartmak için Peşaver geceleri diye bir tiyatro düzenlemişlerdir. Karşılarına oldukça zayıf Şii Sünni arasındaki ihtilaflardan haberi olmayan birkaç kişiyi çıkardıklarını ve onlara üstünlük sağlanmak için elden gelen yalan ve dolanın kullanıldığını görüyoruz. Bu düzme oyunda geçen “Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.
Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?” sözleri, düşüncesi, mantığı tamamen orda konuşulan hususlardır. Hiçbir ilmi hakikat payı yoktur. Yani körler sağırlar bir birini ağırlar tabirinden de anlaşılacağı üzere bu sözlerin en küçük hakikat adına bir değeri yoktur.
İslam alimler Tevrat ve İncil de Hz Peygamberden bahsedildiğini söylerler. Tarafsız bir gözlemci ya da söz konusu kitaplara inanan insanlar günümüz Tevrat ve İnciline baktığında orada Hz Peygamberi görmezler. Haklı olarak sorarlar. Hani kardeşim burada Hz Muhammet nerede diye?
Buna nasıl cevap veririz. Bu gerçekleri Hz Kuran bize söylüyor biz ona kayıtsız şartsız inanıyoruz. Kuran yalan söyleyecek değil ya? İkincisi Bugünkü İncil ya da Tevrat zaten orijinal metin değil Hz Muhammed’e inanmayan zihniyet onu kendi kitaplarında durduracak değillerdi ya.
Bir Hıristiyan yada Yahudi Kuranı inçlerken orada hakikat adına ne var onu görme gözü ile bakmayıp acaba hangi çelişkileri bulurumda islamı yok ederim mantığı ile baktıklarından hidayet de bulamazlar.
Sahabe düşmanlarındaki mantık ta aynen böyle işlemektedir. Şöyle ki; Kuran’ın orijinal metni üzerinde çeşitli spikilasyon yapan Abdullah İbni sebe ve yandaşları O’nu her ne kadar değiştirmeye güçleri yetmedi ise de, anlam ve mana yönünden istedikleri cevabı Kurandan almaya çalıştıklarını onların Kuran anlayışlarında görüyoruz. Bu çabayı aynen Sahabeyi yok ederek gerçek hadisleri kirletmek amacıyla yerine yalan hadis uydurma stratejilerindeki çabalarını hep gördük. Onlardaki Sahabe düşmanlığı öyle güçlüdür ki, onları ne Kuran’da görmek isterler ne de hadislerde!
Böyle olunca sahabe küfretmek için Sünni kaynaklardan fetva aramaya yoluna bile giderler. Madem Sünni kaynakların delillerine inanıyorsun da neden sahabe küfretmenin de küfür olduğunu görmüyorsun!
Denmiştir ya, köre ne, göre ne!
Evet çeşitli ortamlarda bunu söylüyorlar. Kendilerine göre fetvada bulmuşa da benziyorlar. Kafalarında soruları şöyle sıralıyorlar? Onların kafalarında ki cevaba uygun düşmese de sanırım bazı hakikatleri de dilsiz şeytan olmamak için söylemek gerek.
DİYORLAR Kİ;
Sadece bazı sahabeye dil uzattı diye Şii Müslümanları, küfür ile itham etmek nasıl mümkündür?
- Müslümanların derdi Şiilerin küfür içinde olup olmadığı değildir. Bu husus onlarla Allah arasında olan bir şeydir. İslam da vahdet isteyen bir düşünce tefrika ile uğraşmaz. Hem birine küfür etmek İslam da zaten haramdır.
DİYORLAR Kİ;
Halbuki sizin (ehli sünnetin) büyük ve değerli alimleriniz muteber kitaplarında, sizin görüşünüzün tam tersini iddia etmiş ve gerçeği söylemişlerdir. İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.”
Molla Sa’d Taftazani ise “Şerh-i Akaid-i Nesefi”de şöyle diyor: “Bazı taassup ehlinin sahabeye sövenleri küfür ile itham etmeleri, asla doğru değildir
— Günümüzde inananlar tefrika ve bölünme içinde olmaması gerek. Bunu sağlamak için bölünmeye katkı sağlamamak için bazı âlimler bu ortamda insanların bir birinden uzaklaşması yönünde değil yakınlaşması yönünde adımlar atmasını düşündüğünden daha yumuşak yaklaşımlarda bulunabilir. Bulanmaktalar da . Ancak nasıl oluyor da Şiilerin işine gelenler bizim büyük ve değerli, işinize gelmeyenler ise cahil, taassup esiri ve değersiz oluyor. Bırakında bizim âlimlerin değerlisini değersizini biz belirleyelim ne dersiniz? Ayrıca bak bizim büyük âlimlerimizde size fetva vermiş sahabeye küfür etmek onların küfür içinde olunduğunu söylemenin bir zararı yokmuş. Üzülmenize gerek kalmadı. Zaten inancınız buna açıkça cevaz veriyor artık rahatca istediğiniz kadan onlara küfür edebilirsiniz!
DİYORLAR Kİ;
“Cami’ul- Usul” kitabının sahibi İbn-i Esir-i Cezri de Şii Müslümanları İslâmi fırkalardan biri saymıştır. O halde siz nasıl onları küfür ile itham edersiniz?
- Pekiyi bu cevap doğru. Allahın karar vereceği bir konuda bizim kimseyi kafir sayma yetkimiz yok. Pekiyi aynı alim Sahabeye bazıları gibi küfür etmiyor tavsiye de etmiyor onun bu güzel yanını neden söylemiyorsunuz. Sahabeye küfredenlerin hali ne olur? Bunlara bu hakkı kim veriyor?
DİYORLAR Kİ;
İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.” Sahabe masum değildir.
— Ehlisünnet İnalcında sahabeye masumiyet itikadı zaten yoktur. Allah tarafından günahtan korunan bir imam diğer insanlara nasıl örnek olabilir?. Örnek olabilmesi için diğer insanlarla eşit şartlarda olması hissettiklerini aynen hissedebilmeli ve isteklerinin önüne kendi iradesiyle gem vurabilmelidir. İşte o zaman nefsini yenen insanın yüceliği ortaya çıkar. Diğer insanlar demezler mi ki, İMAM Allah tarafından masumlaştırıldıysa günah işlemesi mümkün değildir. Oysa biz korunma altında değiliz, günah işlemememize imkân yok. O halde bunda bizim günahımız ne? derlerse bunda haksız mı olurlar ?. Onun için kimsenin Allah adına birilerine masumluk verme yetkisi yoktur. Sahabe hata yapabilir. Günah işleyebilir. İşte salebinin durumu. Yüz bini aşkın bir insan topluluğunda birkaç kişinin hata yapması o toplum genelini ifade eder mi? Üstelik bu hata yapanlar kendilerinin cezalandırılması için ilk etapta Hz Peygambere müracaat etmişler günahlarının cezasının kendilerine verilmesini istemişlerdir. Onların yüceliği o dönemin şartlarını yaşamadan anlaşılacak bir şey değildir.
— Meselenin özünde tartışmak gerek sağa sola yalpa yamadan. Yukarda ki soruya binaen acaba ilk iki halifeye sövmek el kafi deki hadislerde de belirtildiği gibi onların kafir olduğunu kabul etmek küfre düşürmezse haşa, Hz Ali nin de içinde olduğu ilk dört halifeye de aynı şeyi söylemek acaba nasıldır? Buna ne cevap verebilirisiniz? Böyle bir soru nasıl duygu uyandırır insanda.
— Bu sorunun cevabı hiçbir ehli sünnet de iyi bir duygu uyandırmaz. Onların böyle bir inanç aklının ucundan geçmez.
DİYORLAR Kİ;
Ebu Bekir’in hilafeti zamanında adamın biri Ebu Bekir’in yanına vararak ona ağır sövgülerde bulundu. Orada olanlar bu duruma çok rahatsız oldu. Ebu Berze-i Eslemi; “İzin verin onu öldüreyim; zira o kafir oldu!” deyince, Ebu Bekir şöyle dedi: “Hayır, öyle değildir; Peygamber (s.a.a)’den başka hiç kimse böyle hüküm veremez.”
_ Dedikten sonra Hz Ebu Bekir’in yüzüne karşı küfürle itham eden birisine kendi ses çıkarmamış bizim onun aleyhine yaptığımız küfre siz neden ses çıkartıyorsunuz diyen düşünce sonuçtan neden şöyle bir sonuç çıkarmıyor ki ? Demek ki Hz Ebu Bekir kendisine hakaret eden birini dahi cezalandırmıyorsa bu onun zalim ve küfre layık olduğundan mı dır? Yoksa onun ne kadar yüce bir insan olduğunun delilimi?
DİYORLAR Kİ;
Eğer sahabeye, özellikle de reşit halifelere sövmek küfür ise siz beyler neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi küfür ile itham etmiyorsunuz? Zira o bütün alim ve tarihçilerinizin yazdığı gibi sürekli Osman’a sövüyor, onun için ağır laflar kullanıyordu. Osman için şöyle diyordu (yaşlı ahmak ve erkek sırtlan anlamına gelir)
—Bu söylem tarzı Hz Aişeye uygun bir tabir değil. Bu takiye yi din edinmiş yalanı sınır tanımadan kullanan yalan ile yeni bir akide meydana getiren bir düşünceni eseri olsa gerek. Diyeceksiniz ki bu ehlisünnet Tarih kitaplarında da bulunmaktadır. Bunu bilmiyorum velev ki Hz Aişe böyle bir tabir kullanmışsa bu Hz Osman kâfir demek anlamına gelmez. Bugünkü bilimsel sonuçlarda göstermektedir ki belli yaşın üstünde olan bazı insanlar yaşlılıktan dolayı zeka kaybı yaşamaktadır. Bu rahatsızlığa müptela olan insanlara da yakışıksız olsa da ahmak ya da bunak diyenler olmaktadır.
DİYORLAR Kİ;
İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” adlı kitabının c. 4, s. 80’e müracaat edin. Orada göreceksiniz ki, Ebu Bekir mescidde minbere çıkarak Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle demiştir: “Şüphesiz Ali, şahidi kuyruğu olan bir tilkidir. Ali maceracı ve fitnecidir; büyük fitneleri küçük göstererek halkı fitne ve fesada teşvik ediyor ve yakınlarıyla zina etmek isteyen Ümmü Tahhal (cahiliye döneminde yaşayan fahişe bir kadın, Fatıma annemize atıfta bulunarak söylediği açıktır) gibi zayıflardan ve kadınlardan yardım diliyor!!”
Hz. Ali’den iki yüz yıl sonra onun hutbelerinden, yalancı olduğu bilinen Rıza ve Murtaza adında koyu şii kardeşler tarafından ziyadeleştirerek derlenen bu kitap ta zikredilenlerin çoğu, Hz.Ali’ye atfen söylenen uydurma şeylerden ibarettir. Kitaptaki Hz.Ali’ye ait sözler var ise diğerlerinden ayırt edilmemiştir. Zehebi ve bir çok İslam alimi bu kitapla ilgili şöyle derler:İlim Ehli biliyor ki, bu kitapta geçen sözlerin çoğu, Hz. Ali’ye atfen uydurulmuş iftiralardan ibarettir. Zira bunların çoğu, eski kitaplarda olmadığı gibi, senetleri de bilinmemektedir. Bu Hz. Ali veya Hz. Abbas’ın soyundan olduğunu iddia edipte, soyundan böyle bir iddiada bulunan kimseyi bilmediğimizden, yalancı olduğu ortaya çıkan kimsenin iddiasına benzemektedir. Kaldı ki bu hutbelerde, Hz.Ali’den şüphe götürmez şekilde tam tersi sabit olan birçok husus bulunmaktadır. (…………el-Muntaka min minhaci’l-i’tida 449(ayrıca bkz. S 535); İçi yalan ve iftira dolu olan böyle bir kitabı muhatap alıp onun içinde yer alan yalanlara cevap vermeye gerek var mı?
Bu kitabı derleyenlerin yaptıkları ve onun yandaşlarının yaptıkları bunlarla sınırlı da değildir.
Hz Ali adına Hz Ali den uzak söylemleri bir araya getiren bu zatlar Ebulkasım El-Mûsevi (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436) lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn es-Sâir'in (359-406) kardesidir. Bu iki kardeş Et-Tûsî nin yollarını izledigi gibi. (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi (597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm baskenti Bagdadi istila ederken (655 H) giriştiği katliamın müsebbiplerindendir. Çünkü et-Tûsî, Hülâgû'yu bu ise tevsik etmişti. Daha önce adam daglık bölgede İsmail ilerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına “El-Ahlâkun-Nasîriyye” adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan bölgesinde yasıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b. Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi “EL-Mu'tasım” a yazdıgı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bagdad'ı yıkmak, İslâmi ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin “Ravdatül Cenne” adlı eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. Islama ve tâbilerine büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona ihtiyacı olmasaydı öldürecekti).
- Lût b. Yahya, sîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında:
“Sîîdir, sîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde:
“Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” der.
157de ölmüstür.)
(b - Hisam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı Ahmed söylemistir: “Neseb sahibi oldugu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” der.)
Yunus b. Abdil A'la, Esheb'in söyle dediğini rivayet ediyor :
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları
konusturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.
Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Safiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),
DİYORLAR Kİ;
Bütün ilim ehli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in her hangi bir şahıstan ortaya çıkan iyi ve güzel amellere teveccüh etmiş olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) herkesin iyi amellerini övüyordu. Nitekim Nuşirevan’ın adaletini ve Hatem-i Tai’nin (qayrı müslim idiler) de cömertliğini övmüştür.
Şu da bilinmektedir ki, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferdi veya cemaati övmüşse, bu onlardan ortaya çıkan o iyi ameller sebebiyleydi. Şüphesiz, bir şahıs veya cemaati, onlardan hilaf bir amel görülmeksizin özel bir amelden dolayı övmek, onların hüsn-ü akıbet ve selametliklerine delalet etmez. Hilaf yapacakları kesin bile olsa, bir günah ortaya çıkmadıkça onları cezalandırmak câiz değildir.
Nitekim Hz. Ali (a.s), kendisini öldüreceğini bildiği ve bunu da defalarca dile getirdiği İbn-i Mülcem hakkında bir yerde açıkça şöyle buyurmuştur:
Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi.
Bu dost kılıklı hilekar, Murad kabilesindendir. [Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik” kitabının 9. babının sonunda, s. 72’de bunu rivayet etmiştir.]
Buna rağmen Hz. Ali (a.s) onu cezalandırmaya kalkmadı. O halde özel bir fiili öven rivayetler, tüm fiilleri ve umumiyeti ifade etmez.
Üçüncü olarak; sahabenin Rıdvan ağacı altında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e biat etmiş olduğu için övülmeye layık olduğunu, mezkur ayet gereğince kınanamayacağını söylediniz. Araştırmacı âlimler bu konuda bir takım cevaplar zikretmişlerdir; ki söz konusu ayet, sadece o özel biat olayı ile ilgilidir; ömürlerinin sonuna kadar söz konusu olan bir ebedi rızayet değildir.
Zira bildiğiniz gibi Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.
Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?
O halde anlaşıldığı üzere ALLAH-u Teala’nın rızayeti sadece o biatle ilgili değildir; halis iman ve salih amelle bağlantılıdır. Yani tevhide ve nübüvvete kalben inanarak biat edenler, ALLAH-u Teala’nın rızayetine nail olmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.
Ama bilindiği gibi imanları yokken biat edenler veya imanları olup da biat etmeyenler, ALLAH-u Teala’nın gazabına uğrayıp cehennemi hak etmişlerdir.
O halde bu biat tek başına ALLAH-u Teala’nın rızayeti için yeterli değildir. Cehenneme vaad edilenlerin o günde iman sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır. Hiçbir Müslümanın inkar edemeyeceği bir gerçek de şu ki, sahabenin yaptığı güzel ameller övgüye layıktır. Nitekim iyi amel kimden baş gösterirse övgüye layıktır; elbette bu övgü, ondan kötü bir amel görülmediği sürecedir. Ama mü’min, hatta sahabe bile olsa, kötü amel işlediği takdirde eleştiri ve kınanmaya tabi tutulur.
Şiiler sahabenin iyi amellerini sürekli rivayet etmekte ve övmekteler. Onlardan eleştiri yapanlar bile, sahabenin iyi amellerini de kabul etmekteler. Örneğin: Onların Rıdvan biati, Resulullah (s.a.a)’le hicret, O Hazrete kucak açmak, (fetihlerin Hz. Ali vasıtasıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen) savaşlara katılmak vb. birçok güzel amellerini övmeklerinin yanı sıra, onların çirkin ve kötü amellerini de dile getirerek eleştirmişlerdir.
-Sahabe dönemine dikkatli bakıldığında sahabe içinde önceleri, münafıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân suresinin yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, Tayyibleri habîslerden ayırt eyledi. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki cürûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i İmrân suresinin yüz onuncu ayetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?
Bu zihniyete sahip kişiler Sahabeyi lekelemek için münafıklar için gelmiş olan ayeti kerimeleri bile her ne hikmetse sahabeyi kötülemek onlara düşmanlık yapmak için kullanırlar. Misal Tevbe suresinin elli dokuzuncu ayetinin (Havâric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirlerde yazılması ve bu hakikat herkezce bilinmesine rağmen bundan haberi olmayan insanları aldatmak için bunu kullanırlar. Buhârî de, “EbûSa’îd-i Hudrî“ radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül- Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân- ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Hâlbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki, rengi siyahtır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. EbûSâ’id- i Hudrî diyor ki, hazret-i Alî“ radıyallahü anhümâ” halîfe iken, hâricîlerle muhârebe etdi. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Buâyet- i kerîmenin inmesine sebeb, münafıklardan Ebülhavât adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sâhibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsûs olan eşyâyı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.
Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, yahûdîler ve münafıklar için inmiştir. Çünki bunlar, mü’minlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işâretleri ile, Eshâb- ı kirâmı aldatmağa çalışırlardı. Mü’minler, bunların başlarına ağır bir felâket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm“ aleyhimürrıdvân”, kötü niyyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize şikâyet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emir buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, ihanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmektir.
Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde meâlen, (Sana selâm verdikleri zemân, Allahü teâlânın, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) buyruldu. Bu âyet-i kerîmede yehûdîler azarlanmakladır. Yehûdîler, Resûlullahın yanına geldikleri zaman, (Size selâm olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selâm yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr- i kâinâtı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyruldu. (Buhârî) kitabında diyor ki, Yahudiler, Peygamberimiz“ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzuruna geldikleri zemân, kötü âdetlerine göre, şüpheli, bozuk selâmlarını söylerlerdi. Âişe “radıyallahü anhâ” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duasının kabul buyrulduğunu söyledi.
Münâfıkûn suresinin birinci ayetinde, (Münafıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlarını göstermekledir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir alâkası yokdur.
Muhammed suresinin onaltıncı ayetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıkdıkları zemân...) buyuruldu. Bu âyet- i kerîme de, münafıklar için gelmişdir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmâm-ı Mukâtil [Belhlidir. 150 de Basrada vefât etdi.] tefsîrinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasîhat verirken, onlar anlamamazlıktan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbas “radıyallahü anhümâ” ba’zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’minleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu ayet-i kerîmede meâlen,( Onların kalblerini Allahü teâlâ mühürledi...) buyuruldu. Eshâb- ı kiramı da, bundan sonraki ayet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Sa’îd bin Cübeyr“ radıyallahü anh” diyor ki, Muhammed suresinin yirminci ayetinin,( Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermekledir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, mü’minin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsî ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci ayetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azâbdadır. Biri, kurtulucudur. Mü’minin kalbi selîmdir. Allahü teâlâ,kalb- i selîmi medh ve senâ buyuruyor. Şü’arâ suresinin seksensekizinci ayetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fâide vermez. Yalnız, kalb- i selîm ile gelen fâidelenir) buyuruldu.
Yine Benî Anber kabîlesi kâfirdi. Bunlarıda, Eshâb- ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, son derece saçmadır.
Bedr gazasına gelince, bütün kitaplarda açıkça bildirildiği üzere, Enfâl suresinin birinci ayetinde bildirildiği gibidir.
Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harb oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, âzâd edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin yirmi yedinci ayetinin, (Sonra, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) meâl- i şerîfi ile bildirilmekdedir. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbirşey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şî’î fırkasının âlimlerinden Ebülkâsım şî’înin (Kitâbüşşerâyı’) risâlesinde (Ölüm ve helâk tehlükesi olduğu zemân muhârebeden kaçmak câizdir) denildiğine göre, Huneyn gazâsında çekilen Eshâba“ radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmak hiç adalet mi?
Uhud gazasındaki firâr ise, yasak edilmeden önce idi. Allaha teâlânın bunları afv buyurduğu, Âl-i İmrân suresinin yüz elli beşinci ayetinde bildirilmektedir.
Âl- i İmrân suresinin yüz elli üçüncü âyet- i kerimesinden önceki( Allahü teâlâ, sizi afv etti) meâlindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsîr bildirmektedir.
Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayetinde mealen,( Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyruldu. Bu meâl, Eshâb- ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmekdedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” ayırd edileceği bildirilmemiştir.”
Sahabe hayatı incelendiğinde ashabın büyük bir çoğunluğu fitnelerden uzak kaldığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.” Dediği görülmektedir. . Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.
Bu konu ile alakalı son söz şu söylenebilir sahabenin yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Bunun başka bir şey ile izahı yoktur. Pis bir yerden uçup gelme ihtimali olan bir sineği bile Hz Peygamberi kirletir düşüncesi ile üstüne kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ, Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları mı muhatap kıldı? Ya da ona kâfirleri mi seçti dost akaraba olarak.? Böyle düşünen kardeşlerim lütfen kendini bir sorgulasın.
Sözün kısası Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdim izde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitab ve sünneti iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek) sözünün muhatabı olacak kadar olayı radikalleştirmenin bir anlamı olmasa gerek.
Safevi devleti şahlarından Nâdir şâh 1148 de Sünni ve şii alimelerini bir araya getirerek tartışılıp inançlardaki yanlışların temizlenmesini istemesidir. Bu davetin neticesinde, Şiî Mollalardan davete icabet eden Yetmiş kişi ile Osmanlı âlimlerinden Süveydî ile Efgan müftisi ve altı Buharalı Sünnî âlim Necef’e bir araya geldiler. Nâdir Şâh, Süveydî’yi vekil tâyin edip, hak yolun tartışılıp bulunması ve iki tarafça da tasdikini istemiştir. Şiî Mollalar kendi tezlerini ileri sürdüler bununla ilgili karşı tezleri dinlediler uzun tartışmalar sonunda Süveydî tarafından sıra ile dört halîfenin üstünlükleri, Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet edilmesi lâzım olduğu, gayr-i meşrû yaşama tarzı olan müt’a nikâhının İslâmiyette yasak edildiği ve İran’daki bu çirkin işleri Şâh İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocuklarının çıkardığı ispatlandı. Sünnî âlimlerin, mollaların ve Nâdir Şahın tasdîkinden geçen antlaşma imzâlanıp, Ferman-ı Şâhî îlân edildi. Bu husus Hucceci Katiye adlı bir kitapta uzun uzun anlatılmaktadır. Bazı şii senaristler tarihteki bu hakikati silmek buradaki yenilgiyi, belgeleri karartmak için Peşaver geceleri diye bir tiyatro düzenlemişlerdir. Karşılarına oldukça zayıf Şii Sünni arasındaki ihtilaflardan haberi olmayan birkaç kişiyi çıkardıklarını ve onlara üstünlük sağlanmak için elden gelen yalan ve dolanın kullanıldığını görüyoruz. Bu düzme oyunda geçen “Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.
Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?” sözleri, düşüncesi, mantığı tamamen orda konuşulan hususlardır. Hiçbir ilmi hakikat payı yoktur. Yani körler sağırlar bir birini ağırlar tabirinden de anlaşılacağı üzere bu sözlerin en küçük hakikat adına bir değeri yoktur.
İslam alimler Tevrat ve İncil de Hz Peygamberden bahsedildiğini söylerler. Tarafsız bir gözlemci ya da söz konusu kitaplara inanan insanlar günümüz Tevrat ve İnciline baktığında orada Hz Peygamberi görmezler. Haklı olarak sorarlar. Hani kardeşim burada Hz Muhammet nerede diye?
Buna nasıl cevap veririz. Bu gerçekleri Hz Kuran bize söylüyor biz ona kayıtsız şartsız inanıyoruz. Kuran yalan söyleyecek değil ya? İkincisi Bugünkü İncil ya da Tevrat zaten orijinal metin değil Hz Muhammed’e inanmayan zihniyet onu kendi kitaplarında durduracak değillerdi ya.
Bir Hıristiyan yada Yahudi Kuranı inçlerken orada hakikat adına ne var onu görme gözü ile bakmayıp acaba hangi çelişkileri bulurumda islamı yok ederim mantığı ile baktıklarından hidayet de bulamazlar.
Sahabe düşmanlarındaki mantık ta aynen böyle işlemektedir. Şöyle ki; Kuran’ın orijinal metni üzerinde çeşitli spikilasyon yapan Abdullah İbni sebe ve yandaşları O’nu her ne kadar değiştirmeye güçleri yetmedi ise de, anlam ve mana yönünden istedikleri cevabı Kurandan almaya çalıştıklarını onların Kuran anlayışlarında görüyoruz. Bu çabayı aynen Sahabeyi yok ederek gerçek hadisleri kirletmek amacıyla yerine yalan hadis uydurma stratejilerindeki çabalarını hep gördük. Onlardaki Sahabe düşmanlığı öyle güçlüdür ki, onları ne Kuran’da görmek isterler ne de hadislerde!
Böyle olunca sahabe küfretmek için Sünni kaynaklardan fetva aramaya yoluna bile giderler. Madem Sünni kaynakların delillerine inanıyorsun da neden sahabe küfretmenin de küfür olduğunu görmüyorsun!
Denmiştir ya, köre ne, göre ne!
İslamda İlk Fitnenin Arka Planında Kim Ya Da Kimler Vardı
İslamın gelisi ve gelişimi sürecinde yahudi cemaati ve kanaat önderleri Peygamberimiz dönemi ve ilk iki halife dönemindeki faaliyetlerinden istedikleri sonucu alamamışlardır. Ancak, büyümenin hızlanması ve ilim sahibi insanların yavaş yavaş Allahın rahmetine kavuşuyor olmasıyla yeni yeni stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. İslamın lehine gibi görünen niteliksel büyümenin islamın aleyhine nasıl çevrileceğinin planını yapıp uygulama konusunda görüş birliğine vardılar. Bu çerçevede yapmak istedikleri şey, ümmet arasına fitne sokarak ikilik çıkarmak, dini gelecek nesillere taşıyacak olan cemaati karalamak gözden düşürmek sonrasında ise bu cemaatin söylemlerini boşa çıkartarak islamı ortadan kaldırmak şeklinde dizayn edilmiştir. Bu hainlerin bütüm yaklaşımlarında bu gözlemlenebilir. Yani hakikatin tersine çevrilmesi. Bunları kısa kısa özet halinde incelersek daha net ortaya çıkacaktır. Bu stratejinin uyguluma safhasında öncelik olarak İslam inancında ne önemli sayıldıysa onun karşısına mutlaka bir şey çıkartılarak birinin diğerini yıkmasının sağlanması, mümkün olanların yok edilmesi, mümkün olmayanların gücünün zayıflatılması ve güven duygusunun sarsılmasına dayandırılıyordu.
Geliştirilen bu planı yürütecek kişiler, uygulama yer ve zamanı, uygulama süreci, stratejilerin hangi merhalede uygulamaya konulacağının çok iyi belirlenmesi gerekiyordu. Şimdi bu planın kurgusu ve başarısında kimlerin etkin olduğu, kimlerin kullanıldığı, hangi şartlardan faydalanıldığını tarihin aydınlık sayfalarından ışık alarak karanlıklarda saklanılmaya çalışılan safhalarını görmeye çalışalım.
İnananların Allah’ın varlığı konusunda şüpheye düşürülemeyeceği bilindiğinden birilerinin bu güce ortak edilerek inanca şirk bulaştırılması, Kuranla ilgili şüphelerin oluşturulması, Kabe’nin karşısına en az onun kadar hatta ondan daha kutsal Kabecikler oluşturulması, peygamber inancını doğrudan kaldıramasa da yerine, onlardan daha güçlü, daha fazla yetkilerle donatılan geçmiş ve geleceği bilen, kendi ölecekleri vakti bile tayin eden, evrendeki bütün olayları iradesi ile yönlendiren, yöneten masum yapılanmanın getirilmesi, Peygamberin en yakınları, hanımları yakın akrabaları, arkadaşları yani peygamberi inancı gelecek nesillere taşımayı üstlenenlerin bir şekilde insanların gözünden düşürülüp bunların peygambere ihanet ettiği fikrinin oluşturulması, hainlikle suçladıkları insanların Peygamber sözlerini doğru aktaramayacağı inancının yerleştirilmesi,(sahabe sözlerine güvensizliği telkin) hac anlayışının değiştirilmesi, yerleşik inanç beş vakit namazı daha az vakte indirilmesi, bu süreci yürütenlerin ellerinin güçlü kılınması için zekatın doğrudan ihtiyaç sahiplerine değil de bu görevi yürütecek kişilerin yetkisine bırakılması, halktan toplanacak verginin belirli miktarının yine aynı güçlere verilmesi, cahiliye dönem adetlerinin yeniden canlandırılması, yeni Müslüman olmuş bölgelerdeki geleneksel inançların hortlatılması, kutsal sayılan değerlerin bir şekilde bozularak yerine yeni kutsaliyetlerin getirilmesi esasından oluşmaktadır.
Bu planın uygulama ortamı yavaş yavaş hazır hale gelmekteydi. Çünkü sorunlar eskisi kadar kolay çözüme ulaşamıyordu. Bölgelere gönderilen valiler eskisi kadar duyarlı değillerdi. Merkezdeki disiplin taşrada ayniyle yürütülemiyordu. Şöyle ki;
Yeni İslamlaşan bölgelere gönderilen Sahabeler, yeni sorunların çözümü konusunun merkezi idiler. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir bir çözüme ulaşmaya çalıştılar. Her ne kadar Sahabenin hadis ve sünnete karşı yaklaşımları da birbirinden ufak tefek farklılık arz etse de, Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadı yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah şekilci yaklaşması Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli daha çok öne çıkarması merkezde ilk zamanlar fazla bir sorun üretmese de bu daha ileriki zamanlarda farklılıklar büyütülmeye ve istismar edilerek farklı alanlarda kullanılmaya başlandı. Yeni kazanılan topraklardaki nüfus yoğunluğuna yetecek sayıda eleman bulunamıyor bu sebeple islam öğretisi, ve uygulaması yeterli etkinlikte sürdürülemiyordu. Okuma yazma yetersiz, iletişim haberleşme yok denecek kadar azdı. Bu şartlarda merkezdeki birikimi değiştirilmeden yeni coğrafyalara taşınmasının ne kadar gerçekçi olabileceği ortadır. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, ulaştırmak, yapıları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a yoğun katılmalar oluyordu. Bu durum, Müslümanları sevindirse de manevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, Müslümanlar istenilen kıvamda yetişemiyordu. Bunları bir anda İslami konularda eğitecek, aydınlatacak imkânı bulmak oldukça zordu. O günkü şartlarda yeni kazanılan bölgelere nasıl ulaşılıyordu denilirse? Bilindiği gibi öncelikle bir vali atanıyordu. Arkasından o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı. Hatta Hz. Ömer halifeliği döneminde bu görevi sürdürenlerin içinde Hz. Ali de vardı. Merkezden taşraya giden vali ve eğiticilerin gittikleri günden itibaren İslami yeni gelişmelerden yeterince haberdar olamayabiliyordu. O günün haberleşmesi buna izin vermiyordu. Merkezin gönderdiği insanların bile merkezdeki yeni gelişmelerden aynı anda aynı yeterlilikte haber alamadığı bir zaman dilimi!. Gerçi haç mevsiminde bütün valilerin merkeze gelerek merkezle istişare yapma sistemi oluşturulmuştu ama bu fetih hareketlerindeki sürate karşı yetersiz kalıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı, olgunlaşma gelişme dönemlerinde islamın merkezinden uzak kalan toplumların dini anlayışlarında; hayat tarzlarında islam gerçeği ile örtüşmeyen bazı hususların olduğu, bazı geleneklerin din gibi algılandığı ve alışkanlıkların yıkılamadığı bilinmektedir. Bu da şartların getirdiği bir vakıadır. Burada şunu da söylemeden geçmek sanırım doğru olmayacak Mısır’ın ve İran’ın fetih hareketinde yaşanan sorunlar yüzünden mısır ve İran yeterince İslamlaşamamıştır. Söz konusu fethedilen yerlerde islamın mısırlılaştığını, yine islamın İranlılaştığını görüyoruz. Oradaki gelenekçi yapı ve özden kopamama daha sonraki süreçte islamın başına çeşitli sorunlar yaşattığı görülecektir. Yani buralar çıbanbaşı olmaya namzet iki ayrı coğrafya olacaktır.
Hz Peygamber döneminde İslam toprakları dışına sürülen fitne ekibi ilk iki halife dönemlerinde de planlarını uygulama imkânı bulamamış, sürüldükleri yerin Hz Osman döneminde İslam topraklarına katılımı ile İslam coğrafyası içinde kalmışlar ve diğer ihanet çeteleri ile bu planı konjonktürden de faydalanarak uygulama safhasına geçmişlerdir. Bu konjonktürün neler olduğuna ve bu saflardan nasıl faydalanıldığına gelince;
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadelerin bulunmaması
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadeler bul¬mamaktadır, bunun yerine, adeta içtimai bir mukavele şeklinde ortaya çıka¬cak yönetimin özellikleri, vazifeleri ve uy¬ması gereken kurallar söz konusu edildiği söylenebilir. Buna, bu konuda rasulüllah'ın da (s.a) Kesinlik ifade eden bir hadisinin bulunmaması eklenince, rasulüllah'tan sonra islâm devleti'nin başına kimin geçe¬ceği sorunu bir bakıma ümmet'in istişaresi¬ne, tercih ve tasvibine ve zamanın şartlarına ve uygulamalarına kalmış gibidir. Eğer bu konuda Allah’ın bir emri olsaydı bunu diğer emir ve nehiyleri açıkça belirttiği gibi kuran’ı kerimde belirtirdi. Namaz, oruç, haç, zekât gibi kuranda net ifadelerle belirtilen hususlara inananlardan kimse yorum getirmediği gibi bu konuya da yorum getiremezdi. Pekiyi Kuran’a göre Hz. Peygamber'in herhangi bir kimseyi, yerine, halife olarak tayin etme yetkisi var mıdır? Hz. Peygamber’in sağlığında, Müslümanları ilgilendiren konularda, yakınlarına ayrıcalık tanımış mıdır? Ya da siyasi ve idari konularda hangi ilkeleri gözetmiştir. Buna göre Nisa 58 ayet ile işlerin ehline verilmesini, şura,38 ve Ali İmran 159 da da vahiyle belirlenmemiş konuların müşavere ile sonuçlandırılmasını emretmektedir. Kur'an, insanı ilgilendiren siyasi sorumluluğu, temel ilkeleri vererek insana bırakmıştır. Kur'an'da açıkça Hz. Ali'nin halife ya da imam olacağı ile ilgili hiç bir ayet yoktur. Zaten konuya Kur' an' ın bütünlüğü içinde yaklaşıldığı zaman, birtakım ayetleri Ali 'nin imameti için delil olarak göstermenin bir zorlama yorumun ötesinde bir şey olmadığı görülür. Kur'an, bir kimseyi peygamber olarak seçme yetkisinin sadece Yüce Allah' a ait olduğunu bildirmekte (Hacc, 75; Al-i İmran, 179 ), sırf peygamberlik için yaratılmış bir kavim veya sülaleden bahsetmemektedir. "Hz. İbrahim'i ve aynı soydan Hz. İshak'ı peygamber kılan Cenab-ı Hak, bunların peşinden gelenlerin içinde, iyilerin de, zalimlerin de' bulunduğunu bildirmektedir. Hz.Nuh'un ve İbrahim'in zürriyetlerinde peygamberlik ve kitap verilenler bulunduğu ifade edildikten sonra, aynı zürriyetin ekseriyetini fasıkların teşkil ettiği de beyan edilmektedir.
"Hz. İbrahim'e Cenab-ı Hak: 'Seni insanlara İmam (başkan) yapacağım' buyurduğu zaman, bu Peygamber: 'benim zürriyetimden de' diyerek, kendi sülalesinden de imamlar gelmesi niyazında bulunmuş, (Bakara,124.)fakat şu cevabı almıştır:
'Benim ahdim (vazife teklifım) zalimlere yetişmez”
"Bu Kur'ânî delillerden anlıyoruz ki, peygamberlik makamı bir sülale imtiyazı değildir. Bu vazife o sülale mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz. Peygamber çıkarmış bir kavim, sırf bu vâkıa dolayısıyla, öteki kavimler üzerinde hiç bir üstünlük iddiasına girişemez"
Kur'ân'ın bu tavrı ortada dururken, sırf Hz. Peygamber içlerinden çıktı diye Kureyş kabilesine herhangi bir üstünlük atfetmek mümkün olmadığı gibi, Haşimoğullarına, ya da Ali b.Ebî Talib'in Fatıma'dan olan soyuna diğer insanlardan farklı özel bir konum belirlemek de mümkün değildir. "Hz. Peygamber'in mü'minler arasındaki mevkiine işaret eden bir ayette, ailesini teşkil eden kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hususî hükme yer verilmemektedir. Peygamber mü'minlere, kendilerinden daha yakındır, zevceleri de -başkalarına nikâhları haram olan(Ahzâb,53) anneleridir'(Ahzâb,6 ) Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret olan aile halkına Kur'ân-ı Kerîm Ehlu'l-Beyt demekte (Ahzâb,33). ve bu tabir içine başka alınmasına da imkân bulunmamaktadır"
"Allah katında en üstün olanınız en müttakinizdir"( Hucurât 13;krş.Enfâl 34. ) âyeti, Kur'ân'ın bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman, başta soy-sop olmak üzere, fakirlik-zenginlik, güzellik- çirkinlik gibi yapay değer ölçülerinin genel-geçer fonksiyonelliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu çerçevede, "Eğer mü'minseniz, en üstün olanlar sizlersiniz"(Al-i Imrân,139]) ayeti, Şiî anlayışın tipik özelliklerinden olan karizmatik "Ehl-i Beyt" kavramının vahyi temellerden yoksun olduğunu gözler önüne sermektedir. Hucurât suresinin 11.ayetinde yapay üstünlük ölçülerine dayalı tavırlar kınanmaktadır: "Ey İman edenler, bir kavim diğer bir kavmi istihzaya kalkmasın, mümkündür ki berikiler ötekilerden daha hayırlıdır.".
Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in özellikle Medine döneminde eğitim, farlı dilleri öğrenme, siyasî ve idarî alanlarda görev verdiği kişilere bakıldığında, onun insanları görevlendirirken ön planda tuttuğu en önemli vasfın ehliyet, liyakat olduğunu görülmektedir. Hz. Peygamber, insanlara görevlendirirken, ne onların Kureyşli olmalarına, ne de Haşimoğullarından olmalarına dikkat etmiştir. Önemli olan bir işi başarabilecek kabiliyete sahip bir Müslüman olmasıdır.
Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini elbette düşünmüştür. Belki! insan olarak kendi yakını ve damadı olan Hz Ali nin bu görevi yürütmesini de arzulamış olabilir. Ama Allah ın böyle bir iradesi karşında hz peygamberimiz ne diyebilirdi ki. Eğer bu ayetlerin anlamı bugünkü şii anlayışını destekler nitelikte olsaydı onu da apaçık herkesin duyabileceği, itirazsız kabulleneceği şekilde izah eder hatta işi sürüncemede herhangi bir karmaşıklığa bırakmamak için sağlığında herkesin biatini alırdı. O’na kimsede muhalefet edemezdi . Allahın emrinin olduğu bir konu da Hz Peygambere itiraz etmek kimin haddine? Allah ın iradesinin önünde kim durabilir.
O ki Allah Resulü Allah ın iradesi ile toplumun en bozuk, cağın en karanlık döneminde tek başına islamın dünyaya yayılmasını sağladı da, Hz Ali nin halifeliğinin gerçekleşmesine gücünün yetmeyeceğini düşünmek ona yapılan en büyük iftiradır, hakarettir. Yaşadığı döneme baktığınızda Ona itiraz edenlerin zaten iman etmediğini görürsünüz. Ümmet O’nun söylediği her şeyi kabul edip öpüp başına koydu. Sahabe ile ilişkileri incelediğinde O’nun her sözünü iyice dinlendiği ne demek istediğinin anlaşılması için en derinlemesine sorgulanıp açıklığa kavuşturulduğu ve uygulanması konusunda her hangi bir tereddüdün yaşanmadığı görülmektedir.
Günümüzde Hz Peygamberimizle ilgili İslam düşmanları çeşitli yalanlar, iftiralar ve karikatürler üretmektedirler. Bundan üç beş asır sonra bu karikatürleri ve yalanları okuyan bir Müslüman, bunlara tarihi bir belge diye hemen inanmalı mı? Yoksa, Hz Peygamberimize atılan iftira ve yakışmayan yanlışlara karşı O böyle şeyler yapmaz inancı içinde mi olmalı? İşte bugün yaşadığımız inanç dünyamızdaki sorunların cevabı da bu sorunun ve buna verilecek cevabın içindedir. Yani Her Müslüman Hz Peygamberi iyi tanımalıdır. Allah Hz Peygamberine daha risaleti vermeden hata işlemesine izin vermemiş onu korumuştur. Böyle bir koruma zırhının altında olan bir peygamberin, Allah’ına güveni de tabii ki sonsuzdur. Pekiyi böylesi bir Allah peygamber ilişkisi ortada iken Hz peygamberin gelecekle ilgili herhangi bir korkuya endişeye tereddüde düşmesi mümkün mü? Sonsuz kere mümkün değildir. Bu düşünülemez bile. Zaman zaman insani endişelerini de Cenabı Allah anında giderdiği gerçeğini islamı bilen herkes bilir. Allah’ı ve Onun Resulüm dediği şahıs arasındaki bağı çok iyi tahayyül etmek gerekir. Eğer bu anlaşılmazsa ortada “Allahın dini” yerine hiç şüphesiz birilerinin dinine Allahın dini diye inanılmaya başlanılır. Biz günahkâr insanlar bile dostluk ve arkadaşlık yapacağımız, evleneceğimiz kişileri iyice araştırıyoruz da Hz Peygamber nasıl oluyor da bunlara hiç dikkat etmiyor. Bu durum ona yakışan bir durumu dur? Allah O nu böyle bir tehlike ile yüz yüze mi bıraktı? Şüphesiz ki hayır. Buna karşın bununla bir benzerliği olmayan Hz Nuhun oğlu Hz Lut un hanımını örnek vermek akla gelebilir. Bu örnek de aklın arkasındaki inancı desteklediği için hiç düşünmeden ikna kabiline alınabilir. Ama bu o kadar basit değil. O peygamberlerin hanımı ve çocuğu baştan beri peygamberlerine inanmıyorlardı. Öyle zora karşı da inandıkları peygamberlerinin ardında duran dostlardan da değillerdi. Oysa Hz Peygamberin arkadaşları, hanımları ona en zor en çetin günlerinde inanıp iman etmişler bu iman uğruna en değerli şeylerinden vaz geçmiş zümredirler. Bunları çok iyi düşünüp bidat kültürünün ardına saklanmadan aklın ortaya konması ertelememelidir. Meseleye bu kabilden bakılarak
Hz Allah ümmete duyurmak üzere peygamberine bir şey söyleyecek O peygamber ise haşa arkadaşlarından çekindiği için Allahın emrini yerine getirmeyecek, sonrada Allah O peygamberi uyaracak. Uyarı neticesinde bu emri alan o topluluk önce bu emri kabullenmiş görünecek daha sonra hiç söylenmemiş gibi davranarak emrin dışında hareket edecekler. Tarihi safsataları bırakın Allah aşkına da bunu doğru bir mantık ile izah edin. Yeter bunca üretilen felsefi demagojiler. Bu senaryo ne Allah’a, ne O’nun sevgili resulüne, ne de O resulün yakın dost ve akrabalarına yakışan bir durumdur. Böyle bir senaryo, insan iradesini Allahın iradesinin önüne geçirmek gibi kör bir düşünceyi çağrıştırır ki Bu Allah için nasıl düşünülebilir? Hiçbir akıl sahibi mümin bunu kabullenemez. Çünkü bu senaryoya oyuncu yapılmak istenen şahsiyetler bu kirli oyuna muhatap olamazlar.
Geçmiş dönemde Yahudiler Hz is anın peygamberliğine itiraz ettiler. Neden.? Peygamberlik kendi nesillerinden gelmedi diye!. Onlar Hz İsa ya iman etmediler. Ancak Peygamber dostları Allah ve resulünden gelen hiçbir emre itiraz etmemişlerdir. Sorulu cevaplı uygulamalı olarak belirli bir sürecde islamın mantığını öğrenene kadar ufak tefek hatalar yaşadılarsa da sonra ilişkilerini o mantık üzerinden sürdürdüler. Yani onlarda herhangi bir şeyi bahane edip itiraz edelim duygusu ağır bassaydı zaten imana itiraz ederlerdi.
Hakikat bu noktada iken Hz Allahın ve onun sevgili resulünün söylemediği bir hususu tevil ederek bir takım çarpıtma ile zorla onlara söyletmeye çalışmak İslami bir davranış değildir. Kuran’da ve Hadiste böyle bir hakikatin olmadığını fark eden İslam düşmanları istismar edeceği bir noktayı tespit etmiş Hz Ali nin birinci halife olması ve halifeliğin aynı soydan devam etmesi teorisini ortaya atıp onlara bir takım yetkiler ve gizemlilikler yükleyerek işlerine başlamıştır. Zaman içinde konuyla ilgili Kuran’dan ve hadisten delil bulmaya çalışılmış tevil ve yorumlarla hadis ve ayetleri saptırarak bir sonuca gidilmek istenmiştir. Bu sebepten dolayı da bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de Şiiliktir.
Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü¬rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir. Önceleri şia yani Hz. Ali taraftarlığı gayet mutedil ve normal idi. Nitekim sahabe arasında bile halifelik noktasında Hz. Ali'yi Hz. Osman'a takdim eden, ona öncelik verenler bulunuyordu. Fakat bu Kimseler, yine de Hz. Ali'den önceki halifelere herhangi bir saldırıda bulunmuyor ve dil uzatmıyorlardı.
İbn Teymiye bu noktada şöyle diyor: Ali (r.a.)'dan tevatürle gelen haberde "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra bu ümmetin en hayırlısı Hz. Ebü Bekir ile Hz. Ömer'diyor.
Nitekim işin bu yönü tüm eski Şiîler arasında ittifakla kabul edilmektedir. Önceki Şiîler'in tümü Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i üstün kabul ediyorlardı. Tartışma sadece Hz. Ali ile Hz. Osman'ın halifeliği noktasında meydana gelmiştir. Buda her ikisinin farklı farklı taraftarları olması yüzünden doğmuştur. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'e gelince, her ikisinin de Hz. Osman ile Hz. Ali anlamında bir taraftarları olmamıştır. Aksine ümmetin tümü hatta Haricîler bile, her ikisinin halifeliğinde ittifak halindedirler.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi ciddi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele¬r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Daha sonraki gelişmelerde bu sahabeler Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Ancak, asla diğerlerine düşmanlık etmemişlerdir. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el ensari gibi). Bunlar Şii inancının temelini oluşturan; imamet vasfından, imamın masumluğundan ve bu özelliklerin sahibinin Hz Ali olduğundan her ne hikmetse haberdar değillerdi. O günlerde henüz bugünkü şekliyle bir Şiilik yoktu. Çünkü şia yukarda da bahsedildiği üzere taraftar demektir. Hz peygamber hayatta iken onun dışında başka birine dini liderlik anlayışında taraftar olmak kimin haddine dir. O dönemde insanlar sadece Kuran’a, Hz. Peygambere ve İslam’ın getirdiği hükümlere taraf idi. Arkadaşlık yakınlık tarafı bununla hiç karşılaştırılmamalıdır. Herkesin aynı şeye inandığı bir atmosferde İnsanların karakter olarak kendine yakın hissettikleri kimseler olabilir bu yakınlık dini bir algılama ile nasıl izah edilebilir.
Hz Osman dönemindeki gelişmeler
İslamın gelişi ve gelişmesi sürecindeki ilk fitne hareketlerinin boyut ve şekil değiştirmeye başladığı dönem Hz Osman dönemidir. Bu dönem; Yahudi ve putperest düşünürlerin strateji değiştirerek islami inkar veya reddetme yöntemi dışına çıkarak islamı esas mecrasından uzaklaştırma faaliyetlerine yöneldiğini ondan sonrada bir daha hiç durmadığını görüyoruz.
Bu gelişmeleri kısaca vurgulayacak olursak,
Hazreti Osman, medineye geldikten sonra sahabenin en sıkıntılı döneminde, susuzluğun en büyük sorun olduğu bir anda Efendimizin işaretiyle Rume kuyusunu Müslümanlar için satın alarak Müslümanların hizmetine sunmuştur. Tebük seferi hazırlığında ‘ceyşü’l-usre’ denen İslam ordusunun hazırlanmasında büyük gayret sarf etmiş, ticaret için hazırladığı üç yüz kadar deveyi yüküyle birlikte sadaka olarak vermişti. Buna mukabil Efendimiz de “Bundan sonra Osman’a yaptıkları zarar vermez.” Buyurmuştur. 12 yıllık Hilafeti sırasında da islam toplumuna pek çok iyi olay yaşatmıştır. Ordu ve donanmayı güçlendirmiş, Kıbrıs ve Rodos alınmıştır . Müslümanlar onun zamanında bütün Kuzey Afrika'yı aşarak İspanya'ya geçmişlerdir. Tarık Bin Ziyad'ın İspanya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması meşhurdur . Böylece koca yarımada kısa zamanda İSLAM egemenliği altına girmişti . Asya'da Horasan ve Taberistan bu dönemde fethedilmiştir. İslam toprakları yüz kat artmış buna mukabil genişleyen coğrafyada aynı oranda nitelik olarak islamı öğretim sağlanamamıştır. Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr naklettigine göre; “Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Bu dönemde Müslümanlar en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.” Denmektedir.
Bu ortamdan faydalanan bazıları dışa iyice açılıp zenginliğini çok ileriye götürürken, yakın akrabalardan olan valilerden bazıları da idarî ve mâlî konulardaki aksaklıkları görmezden gelip halkın dert ve sıkıntıları ile ilgilenmediği çeşitli kesimlerce ifade edilir olmuştu. Zaten “yönetimde Haşimîlik-Emevîlik rekabeti görünmeye başlamıştı. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı. Bütün bu şartları yakından takip eden
İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti.
Bu konu ile alakalı Şii tarihçisi Ravdatil safa da: “Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldi. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. Orada ilim ve takvalıymış gibi göründü ve böylece insanları kendine güvendirdi İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)'ya karşı harekete hazır hale getirdi.
Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."
Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi.” (Mehmet Kırkıncı'nın Alevilik Nedir adlı kitabından faydalanılmıştır.)
Bir tarafta ümmet içindeki zenginliğin etkisi ile Allah (c.c.)'a ve halifeye karşı azalan korku, diğer tarafta kargaşa, tahrik istismar bu sürecin neticesi Hz Osmana saygısızlığı getirdi. Bütün bu olumsuzlukların ardından da ayaklanmaların önüne geçilemedi. Etkisiz hale getirilemeyen bu zaaf İslam düşmanlarının istismarına kapı açmış bu kapı bir daha hiç kapanmamıştır. İlk alev mısırda tutuşturulmuştur.
Fitne hareketinin lideri “ Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar.” (Ravdatil safa, s. 292 cilt 2, Farsça İran baskısı)
İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu .Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasp etmişlerdi..."
İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Aliyi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..."
Sonuçta islam düşmanları bu konudaki stratejilerini uygulamış, mısırlıları kullandıkları isyan hareketiyle Hz Osman’ın şehit edilmesini sağlamıştır.
Henüz fitne ortada iken Ali (r.a.) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Ali (r.a.) ın Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı olmadığı bir hakikat iken, birçoklarının kalpleri Ali ye karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir.
Hz. Hüseyin’in, Hz. Osman’ın hilafeti sırasında, 30 /651 yılında, Said b. el.As'ın Kilfe'den Horasan'a yaptığı sefere, kardeşi Hz. Hasan'la birlikte katıldığı(Taberi, 1 {2836.); daha sonra da Hz. Osman'ın evini muhasara eden isyancılara karışı Halife'yi korumak üzre babası Hz. Ali tarafından, yine kardeşi Hz. Hasan'la birlikte memur edildiği en güvenilir kaynaklarda mevcuttur.(Belazuri, Ensilbu'/.Eşrtif (Sülcymımiye Kütüphanesi, Heisülkütlfıb nı. Xo: 597-598), 483 o: Taberi. 1 {3020.
Bu dönemde çıkan olaylar bir yandan kökleri İslam Öncesi dönemi uzanan tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinin su yüzüne çıkartmış; diğer yandan da daha sonra ortaya çıkacak olan Hariciliğe zemin hazırlamıştır. Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, siyasi açıdan üç gruba ayrılmışlardır:
Bunlardan birincisi Hz. Ali'nin Hz: Osman'dan sonra meşru halife olduğuna inanıp ona biat edenler,
İkincisi Ali'nin 'hilafetine karşı çıkanlar ki, bunlar da cemel vakıasında Ali’nin taraftarları ile karşı karşıya gelen Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’gurubu yine aynı tarafta olan şam valisi Muaviye gurubu, birde üçünçü bir grup olarak nitelendirilmesi gereken tarafsızlar bulunmaktaydı. Bu ayrışmaya sebep olan en önemli etken kabilecilik ve siyasi faktörlerdir. Bu gruplar arasında inanç noktasında birbirinden farklı her hangi bir ayrıcalık bulunmamaktaydı.
Şahadetin ardından huzuru bozulan toplumun bir daha huzuru hiç eskisi gibi olmadı.
Geliştirilen bu planı yürütecek kişiler, uygulama yer ve zamanı, uygulama süreci, stratejilerin hangi merhalede uygulamaya konulacağının çok iyi belirlenmesi gerekiyordu. Şimdi bu planın kurgusu ve başarısında kimlerin etkin olduğu, kimlerin kullanıldığı, hangi şartlardan faydalanıldığını tarihin aydınlık sayfalarından ışık alarak karanlıklarda saklanılmaya çalışılan safhalarını görmeye çalışalım.
İnananların Allah’ın varlığı konusunda şüpheye düşürülemeyeceği bilindiğinden birilerinin bu güce ortak edilerek inanca şirk bulaştırılması, Kuranla ilgili şüphelerin oluşturulması, Kabe’nin karşısına en az onun kadar hatta ondan daha kutsal Kabecikler oluşturulması, peygamber inancını doğrudan kaldıramasa da yerine, onlardan daha güçlü, daha fazla yetkilerle donatılan geçmiş ve geleceği bilen, kendi ölecekleri vakti bile tayin eden, evrendeki bütün olayları iradesi ile yönlendiren, yöneten masum yapılanmanın getirilmesi, Peygamberin en yakınları, hanımları yakın akrabaları, arkadaşları yani peygamberi inancı gelecek nesillere taşımayı üstlenenlerin bir şekilde insanların gözünden düşürülüp bunların peygambere ihanet ettiği fikrinin oluşturulması, hainlikle suçladıkları insanların Peygamber sözlerini doğru aktaramayacağı inancının yerleştirilmesi,(sahabe sözlerine güvensizliği telkin) hac anlayışının değiştirilmesi, yerleşik inanç beş vakit namazı daha az vakte indirilmesi, bu süreci yürütenlerin ellerinin güçlü kılınması için zekatın doğrudan ihtiyaç sahiplerine değil de bu görevi yürütecek kişilerin yetkisine bırakılması, halktan toplanacak verginin belirli miktarının yine aynı güçlere verilmesi, cahiliye dönem adetlerinin yeniden canlandırılması, yeni Müslüman olmuş bölgelerdeki geleneksel inançların hortlatılması, kutsal sayılan değerlerin bir şekilde bozularak yerine yeni kutsaliyetlerin getirilmesi esasından oluşmaktadır.
Bu planın uygulama ortamı yavaş yavaş hazır hale gelmekteydi. Çünkü sorunlar eskisi kadar kolay çözüme ulaşamıyordu. Bölgelere gönderilen valiler eskisi kadar duyarlı değillerdi. Merkezdeki disiplin taşrada ayniyle yürütülemiyordu. Şöyle ki;
Yeni İslamlaşan bölgelere gönderilen Sahabeler, yeni sorunların çözümü konusunun merkezi idiler. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir bir çözüme ulaşmaya çalıştılar. Her ne kadar Sahabenin hadis ve sünnete karşı yaklaşımları da birbirinden ufak tefek farklılık arz etse de, Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadı yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah şekilci yaklaşması Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli daha çok öne çıkarması merkezde ilk zamanlar fazla bir sorun üretmese de bu daha ileriki zamanlarda farklılıklar büyütülmeye ve istismar edilerek farklı alanlarda kullanılmaya başlandı. Yeni kazanılan topraklardaki nüfus yoğunluğuna yetecek sayıda eleman bulunamıyor bu sebeple islam öğretisi, ve uygulaması yeterli etkinlikte sürdürülemiyordu. Okuma yazma yetersiz, iletişim haberleşme yok denecek kadar azdı. Bu şartlarda merkezdeki birikimi değiştirilmeden yeni coğrafyalara taşınmasının ne kadar gerçekçi olabileceği ortadır. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, ulaştırmak, yapıları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a yoğun katılmalar oluyordu. Bu durum, Müslümanları sevindirse de manevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, Müslümanlar istenilen kıvamda yetişemiyordu. Bunları bir anda İslami konularda eğitecek, aydınlatacak imkânı bulmak oldukça zordu. O günkü şartlarda yeni kazanılan bölgelere nasıl ulaşılıyordu denilirse? Bilindiği gibi öncelikle bir vali atanıyordu. Arkasından o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı. Hatta Hz. Ömer halifeliği döneminde bu görevi sürdürenlerin içinde Hz. Ali de vardı. Merkezden taşraya giden vali ve eğiticilerin gittikleri günden itibaren İslami yeni gelişmelerden yeterince haberdar olamayabiliyordu. O günün haberleşmesi buna izin vermiyordu. Merkezin gönderdiği insanların bile merkezdeki yeni gelişmelerden aynı anda aynı yeterlilikte haber alamadığı bir zaman dilimi!. Gerçi haç mevsiminde bütün valilerin merkeze gelerek merkezle istişare yapma sistemi oluşturulmuştu ama bu fetih hareketlerindeki sürate karşı yetersiz kalıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı, olgunlaşma gelişme dönemlerinde islamın merkezinden uzak kalan toplumların dini anlayışlarında; hayat tarzlarında islam gerçeği ile örtüşmeyen bazı hususların olduğu, bazı geleneklerin din gibi algılandığı ve alışkanlıkların yıkılamadığı bilinmektedir. Bu da şartların getirdiği bir vakıadır. Burada şunu da söylemeden geçmek sanırım doğru olmayacak Mısır’ın ve İran’ın fetih hareketinde yaşanan sorunlar yüzünden mısır ve İran yeterince İslamlaşamamıştır. Söz konusu fethedilen yerlerde islamın mısırlılaştığını, yine islamın İranlılaştığını görüyoruz. Oradaki gelenekçi yapı ve özden kopamama daha sonraki süreçte islamın başına çeşitli sorunlar yaşattığı görülecektir. Yani buralar çıbanbaşı olmaya namzet iki ayrı coğrafya olacaktır.
Hz Peygamber döneminde İslam toprakları dışına sürülen fitne ekibi ilk iki halife dönemlerinde de planlarını uygulama imkânı bulamamış, sürüldükleri yerin Hz Osman döneminde İslam topraklarına katılımı ile İslam coğrafyası içinde kalmışlar ve diğer ihanet çeteleri ile bu planı konjonktürden de faydalanarak uygulama safhasına geçmişlerdir. Bu konjonktürün neler olduğuna ve bu saflardan nasıl faydalanıldığına gelince;
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadelerin bulunmaması
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadeler bul¬mamaktadır, bunun yerine, adeta içtimai bir mukavele şeklinde ortaya çıka¬cak yönetimin özellikleri, vazifeleri ve uy¬ması gereken kurallar söz konusu edildiği söylenebilir. Buna, bu konuda rasulüllah'ın da (s.a) Kesinlik ifade eden bir hadisinin bulunmaması eklenince, rasulüllah'tan sonra islâm devleti'nin başına kimin geçe¬ceği sorunu bir bakıma ümmet'in istişaresi¬ne, tercih ve tasvibine ve zamanın şartlarına ve uygulamalarına kalmış gibidir. Eğer bu konuda Allah’ın bir emri olsaydı bunu diğer emir ve nehiyleri açıkça belirttiği gibi kuran’ı kerimde belirtirdi. Namaz, oruç, haç, zekât gibi kuranda net ifadelerle belirtilen hususlara inananlardan kimse yorum getirmediği gibi bu konuya da yorum getiremezdi. Pekiyi Kuran’a göre Hz. Peygamber'in herhangi bir kimseyi, yerine, halife olarak tayin etme yetkisi var mıdır? Hz. Peygamber’in sağlığında, Müslümanları ilgilendiren konularda, yakınlarına ayrıcalık tanımış mıdır? Ya da siyasi ve idari konularda hangi ilkeleri gözetmiştir. Buna göre Nisa 58 ayet ile işlerin ehline verilmesini, şura,38 ve Ali İmran 159 da da vahiyle belirlenmemiş konuların müşavere ile sonuçlandırılmasını emretmektedir. Kur'an, insanı ilgilendiren siyasi sorumluluğu, temel ilkeleri vererek insana bırakmıştır. Kur'an'da açıkça Hz. Ali'nin halife ya da imam olacağı ile ilgili hiç bir ayet yoktur. Zaten konuya Kur' an' ın bütünlüğü içinde yaklaşıldığı zaman, birtakım ayetleri Ali 'nin imameti için delil olarak göstermenin bir zorlama yorumun ötesinde bir şey olmadığı görülür. Kur'an, bir kimseyi peygamber olarak seçme yetkisinin sadece Yüce Allah' a ait olduğunu bildirmekte (Hacc, 75; Al-i İmran, 179 ), sırf peygamberlik için yaratılmış bir kavim veya sülaleden bahsetmemektedir. "Hz. İbrahim'i ve aynı soydan Hz. İshak'ı peygamber kılan Cenab-ı Hak, bunların peşinden gelenlerin içinde, iyilerin de, zalimlerin de' bulunduğunu bildirmektedir. Hz.Nuh'un ve İbrahim'in zürriyetlerinde peygamberlik ve kitap verilenler bulunduğu ifade edildikten sonra, aynı zürriyetin ekseriyetini fasıkların teşkil ettiği de beyan edilmektedir.
"Hz. İbrahim'e Cenab-ı Hak: 'Seni insanlara İmam (başkan) yapacağım' buyurduğu zaman, bu Peygamber: 'benim zürriyetimden de' diyerek, kendi sülalesinden de imamlar gelmesi niyazında bulunmuş, (Bakara,124.)fakat şu cevabı almıştır:
'Benim ahdim (vazife teklifım) zalimlere yetişmez”
"Bu Kur'ânî delillerden anlıyoruz ki, peygamberlik makamı bir sülale imtiyazı değildir. Bu vazife o sülale mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz. Peygamber çıkarmış bir kavim, sırf bu vâkıa dolayısıyla, öteki kavimler üzerinde hiç bir üstünlük iddiasına girişemez"
Kur'ân'ın bu tavrı ortada dururken, sırf Hz. Peygamber içlerinden çıktı diye Kureyş kabilesine herhangi bir üstünlük atfetmek mümkün olmadığı gibi, Haşimoğullarına, ya da Ali b.Ebî Talib'in Fatıma'dan olan soyuna diğer insanlardan farklı özel bir konum belirlemek de mümkün değildir. "Hz. Peygamber'in mü'minler arasındaki mevkiine işaret eden bir ayette, ailesini teşkil eden kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hususî hükme yer verilmemektedir. Peygamber mü'minlere, kendilerinden daha yakındır, zevceleri de -başkalarına nikâhları haram olan(Ahzâb,53) anneleridir'(Ahzâb,6 ) Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret olan aile halkına Kur'ân-ı Kerîm Ehlu'l-Beyt demekte (Ahzâb,33). ve bu tabir içine başka alınmasına da imkân bulunmamaktadır"
"Allah katında en üstün olanınız en müttakinizdir"( Hucurât 13;krş.Enfâl 34. ) âyeti, Kur'ân'ın bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman, başta soy-sop olmak üzere, fakirlik-zenginlik, güzellik- çirkinlik gibi yapay değer ölçülerinin genel-geçer fonksiyonelliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu çerçevede, "Eğer mü'minseniz, en üstün olanlar sizlersiniz"(Al-i Imrân,139]) ayeti, Şiî anlayışın tipik özelliklerinden olan karizmatik "Ehl-i Beyt" kavramının vahyi temellerden yoksun olduğunu gözler önüne sermektedir. Hucurât suresinin 11.ayetinde yapay üstünlük ölçülerine dayalı tavırlar kınanmaktadır: "Ey İman edenler, bir kavim diğer bir kavmi istihzaya kalkmasın, mümkündür ki berikiler ötekilerden daha hayırlıdır.".
Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in özellikle Medine döneminde eğitim, farlı dilleri öğrenme, siyasî ve idarî alanlarda görev verdiği kişilere bakıldığında, onun insanları görevlendirirken ön planda tuttuğu en önemli vasfın ehliyet, liyakat olduğunu görülmektedir. Hz. Peygamber, insanlara görevlendirirken, ne onların Kureyşli olmalarına, ne de Haşimoğullarından olmalarına dikkat etmiştir. Önemli olan bir işi başarabilecek kabiliyete sahip bir Müslüman olmasıdır.
Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini elbette düşünmüştür. Belki! insan olarak kendi yakını ve damadı olan Hz Ali nin bu görevi yürütmesini de arzulamış olabilir. Ama Allah ın böyle bir iradesi karşında hz peygamberimiz ne diyebilirdi ki. Eğer bu ayetlerin anlamı bugünkü şii anlayışını destekler nitelikte olsaydı onu da apaçık herkesin duyabileceği, itirazsız kabulleneceği şekilde izah eder hatta işi sürüncemede herhangi bir karmaşıklığa bırakmamak için sağlığında herkesin biatini alırdı. O’na kimsede muhalefet edemezdi . Allahın emrinin olduğu bir konu da Hz Peygambere itiraz etmek kimin haddine? Allah ın iradesinin önünde kim durabilir.
O ki Allah Resulü Allah ın iradesi ile toplumun en bozuk, cağın en karanlık döneminde tek başına islamın dünyaya yayılmasını sağladı da, Hz Ali nin halifeliğinin gerçekleşmesine gücünün yetmeyeceğini düşünmek ona yapılan en büyük iftiradır, hakarettir. Yaşadığı döneme baktığınızda Ona itiraz edenlerin zaten iman etmediğini görürsünüz. Ümmet O’nun söylediği her şeyi kabul edip öpüp başına koydu. Sahabe ile ilişkileri incelediğinde O’nun her sözünü iyice dinlendiği ne demek istediğinin anlaşılması için en derinlemesine sorgulanıp açıklığa kavuşturulduğu ve uygulanması konusunda her hangi bir tereddüdün yaşanmadığı görülmektedir.
Günümüzde Hz Peygamberimizle ilgili İslam düşmanları çeşitli yalanlar, iftiralar ve karikatürler üretmektedirler. Bundan üç beş asır sonra bu karikatürleri ve yalanları okuyan bir Müslüman, bunlara tarihi bir belge diye hemen inanmalı mı? Yoksa, Hz Peygamberimize atılan iftira ve yakışmayan yanlışlara karşı O böyle şeyler yapmaz inancı içinde mi olmalı? İşte bugün yaşadığımız inanç dünyamızdaki sorunların cevabı da bu sorunun ve buna verilecek cevabın içindedir. Yani Her Müslüman Hz Peygamberi iyi tanımalıdır. Allah Hz Peygamberine daha risaleti vermeden hata işlemesine izin vermemiş onu korumuştur. Böyle bir koruma zırhının altında olan bir peygamberin, Allah’ına güveni de tabii ki sonsuzdur. Pekiyi böylesi bir Allah peygamber ilişkisi ortada iken Hz peygamberin gelecekle ilgili herhangi bir korkuya endişeye tereddüde düşmesi mümkün mü? Sonsuz kere mümkün değildir. Bu düşünülemez bile. Zaman zaman insani endişelerini de Cenabı Allah anında giderdiği gerçeğini islamı bilen herkes bilir. Allah’ı ve Onun Resulüm dediği şahıs arasındaki bağı çok iyi tahayyül etmek gerekir. Eğer bu anlaşılmazsa ortada “Allahın dini” yerine hiç şüphesiz birilerinin dinine Allahın dini diye inanılmaya başlanılır. Biz günahkâr insanlar bile dostluk ve arkadaşlık yapacağımız, evleneceğimiz kişileri iyice araştırıyoruz da Hz Peygamber nasıl oluyor da bunlara hiç dikkat etmiyor. Bu durum ona yakışan bir durumu dur? Allah O nu böyle bir tehlike ile yüz yüze mi bıraktı? Şüphesiz ki hayır. Buna karşın bununla bir benzerliği olmayan Hz Nuhun oğlu Hz Lut un hanımını örnek vermek akla gelebilir. Bu örnek de aklın arkasındaki inancı desteklediği için hiç düşünmeden ikna kabiline alınabilir. Ama bu o kadar basit değil. O peygamberlerin hanımı ve çocuğu baştan beri peygamberlerine inanmıyorlardı. Öyle zora karşı da inandıkları peygamberlerinin ardında duran dostlardan da değillerdi. Oysa Hz Peygamberin arkadaşları, hanımları ona en zor en çetin günlerinde inanıp iman etmişler bu iman uğruna en değerli şeylerinden vaz geçmiş zümredirler. Bunları çok iyi düşünüp bidat kültürünün ardına saklanmadan aklın ortaya konması ertelememelidir. Meseleye bu kabilden bakılarak
Hz Allah ümmete duyurmak üzere peygamberine bir şey söyleyecek O peygamber ise haşa arkadaşlarından çekindiği için Allahın emrini yerine getirmeyecek, sonrada Allah O peygamberi uyaracak. Uyarı neticesinde bu emri alan o topluluk önce bu emri kabullenmiş görünecek daha sonra hiç söylenmemiş gibi davranarak emrin dışında hareket edecekler. Tarihi safsataları bırakın Allah aşkına da bunu doğru bir mantık ile izah edin. Yeter bunca üretilen felsefi demagojiler. Bu senaryo ne Allah’a, ne O’nun sevgili resulüne, ne de O resulün yakın dost ve akrabalarına yakışan bir durumdur. Böyle bir senaryo, insan iradesini Allahın iradesinin önüne geçirmek gibi kör bir düşünceyi çağrıştırır ki Bu Allah için nasıl düşünülebilir? Hiçbir akıl sahibi mümin bunu kabullenemez. Çünkü bu senaryoya oyuncu yapılmak istenen şahsiyetler bu kirli oyuna muhatap olamazlar.
Geçmiş dönemde Yahudiler Hz is anın peygamberliğine itiraz ettiler. Neden.? Peygamberlik kendi nesillerinden gelmedi diye!. Onlar Hz İsa ya iman etmediler. Ancak Peygamber dostları Allah ve resulünden gelen hiçbir emre itiraz etmemişlerdir. Sorulu cevaplı uygulamalı olarak belirli bir sürecde islamın mantığını öğrenene kadar ufak tefek hatalar yaşadılarsa da sonra ilişkilerini o mantık üzerinden sürdürdüler. Yani onlarda herhangi bir şeyi bahane edip itiraz edelim duygusu ağır bassaydı zaten imana itiraz ederlerdi.
Hakikat bu noktada iken Hz Allahın ve onun sevgili resulünün söylemediği bir hususu tevil ederek bir takım çarpıtma ile zorla onlara söyletmeye çalışmak İslami bir davranış değildir. Kuran’da ve Hadiste böyle bir hakikatin olmadığını fark eden İslam düşmanları istismar edeceği bir noktayı tespit etmiş Hz Ali nin birinci halife olması ve halifeliğin aynı soydan devam etmesi teorisini ortaya atıp onlara bir takım yetkiler ve gizemlilikler yükleyerek işlerine başlamıştır. Zaman içinde konuyla ilgili Kuran’dan ve hadisten delil bulmaya çalışılmış tevil ve yorumlarla hadis ve ayetleri saptırarak bir sonuca gidilmek istenmiştir. Bu sebepten dolayı da bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de Şiiliktir.
Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü¬rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir. Önceleri şia yani Hz. Ali taraftarlığı gayet mutedil ve normal idi. Nitekim sahabe arasında bile halifelik noktasında Hz. Ali'yi Hz. Osman'a takdim eden, ona öncelik verenler bulunuyordu. Fakat bu Kimseler, yine de Hz. Ali'den önceki halifelere herhangi bir saldırıda bulunmuyor ve dil uzatmıyorlardı.
İbn Teymiye bu noktada şöyle diyor: Ali (r.a.)'dan tevatürle gelen haberde "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra bu ümmetin en hayırlısı Hz. Ebü Bekir ile Hz. Ömer'diyor.
Nitekim işin bu yönü tüm eski Şiîler arasında ittifakla kabul edilmektedir. Önceki Şiîler'in tümü Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i üstün kabul ediyorlardı. Tartışma sadece Hz. Ali ile Hz. Osman'ın halifeliği noktasında meydana gelmiştir. Buda her ikisinin farklı farklı taraftarları olması yüzünden doğmuştur. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'e gelince, her ikisinin de Hz. Osman ile Hz. Ali anlamında bir taraftarları olmamıştır. Aksine ümmetin tümü hatta Haricîler bile, her ikisinin halifeliğinde ittifak halindedirler.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi ciddi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele¬r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Daha sonraki gelişmelerde bu sahabeler Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Ancak, asla diğerlerine düşmanlık etmemişlerdir. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el ensari gibi). Bunlar Şii inancının temelini oluşturan; imamet vasfından, imamın masumluğundan ve bu özelliklerin sahibinin Hz Ali olduğundan her ne hikmetse haberdar değillerdi. O günlerde henüz bugünkü şekliyle bir Şiilik yoktu. Çünkü şia yukarda da bahsedildiği üzere taraftar demektir. Hz peygamber hayatta iken onun dışında başka birine dini liderlik anlayışında taraftar olmak kimin haddine dir. O dönemde insanlar sadece Kuran’a, Hz. Peygambere ve İslam’ın getirdiği hükümlere taraf idi. Arkadaşlık yakınlık tarafı bununla hiç karşılaştırılmamalıdır. Herkesin aynı şeye inandığı bir atmosferde İnsanların karakter olarak kendine yakın hissettikleri kimseler olabilir bu yakınlık dini bir algılama ile nasıl izah edilebilir.
Hz Osman dönemindeki gelişmeler
İslamın gelişi ve gelişmesi sürecindeki ilk fitne hareketlerinin boyut ve şekil değiştirmeye başladığı dönem Hz Osman dönemidir. Bu dönem; Yahudi ve putperest düşünürlerin strateji değiştirerek islami inkar veya reddetme yöntemi dışına çıkarak islamı esas mecrasından uzaklaştırma faaliyetlerine yöneldiğini ondan sonrada bir daha hiç durmadığını görüyoruz.
Bu gelişmeleri kısaca vurgulayacak olursak,
Hazreti Osman, medineye geldikten sonra sahabenin en sıkıntılı döneminde, susuzluğun en büyük sorun olduğu bir anda Efendimizin işaretiyle Rume kuyusunu Müslümanlar için satın alarak Müslümanların hizmetine sunmuştur. Tebük seferi hazırlığında ‘ceyşü’l-usre’ denen İslam ordusunun hazırlanmasında büyük gayret sarf etmiş, ticaret için hazırladığı üç yüz kadar deveyi yüküyle birlikte sadaka olarak vermişti. Buna mukabil Efendimiz de “Bundan sonra Osman’a yaptıkları zarar vermez.” Buyurmuştur. 12 yıllık Hilafeti sırasında da islam toplumuna pek çok iyi olay yaşatmıştır. Ordu ve donanmayı güçlendirmiş, Kıbrıs ve Rodos alınmıştır . Müslümanlar onun zamanında bütün Kuzey Afrika'yı aşarak İspanya'ya geçmişlerdir. Tarık Bin Ziyad'ın İspanya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması meşhurdur . Böylece koca yarımada kısa zamanda İSLAM egemenliği altına girmişti . Asya'da Horasan ve Taberistan bu dönemde fethedilmiştir. İslam toprakları yüz kat artmış buna mukabil genişleyen coğrafyada aynı oranda nitelik olarak islamı öğretim sağlanamamıştır. Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr naklettigine göre; “Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Bu dönemde Müslümanlar en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.” Denmektedir.
Bu ortamdan faydalanan bazıları dışa iyice açılıp zenginliğini çok ileriye götürürken, yakın akrabalardan olan valilerden bazıları da idarî ve mâlî konulardaki aksaklıkları görmezden gelip halkın dert ve sıkıntıları ile ilgilenmediği çeşitli kesimlerce ifade edilir olmuştu. Zaten “yönetimde Haşimîlik-Emevîlik rekabeti görünmeye başlamıştı. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı. Bütün bu şartları yakından takip eden
İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti.
Bu konu ile alakalı Şii tarihçisi Ravdatil safa da: “Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldi. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. Orada ilim ve takvalıymış gibi göründü ve böylece insanları kendine güvendirdi İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)'ya karşı harekete hazır hale getirdi.
Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."
Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi.” (Mehmet Kırkıncı'nın Alevilik Nedir adlı kitabından faydalanılmıştır.)
Bir tarafta ümmet içindeki zenginliğin etkisi ile Allah (c.c.)'a ve halifeye karşı azalan korku, diğer tarafta kargaşa, tahrik istismar bu sürecin neticesi Hz Osmana saygısızlığı getirdi. Bütün bu olumsuzlukların ardından da ayaklanmaların önüne geçilemedi. Etkisiz hale getirilemeyen bu zaaf İslam düşmanlarının istismarına kapı açmış bu kapı bir daha hiç kapanmamıştır. İlk alev mısırda tutuşturulmuştur.
Fitne hareketinin lideri “ Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar.” (Ravdatil safa, s. 292 cilt 2, Farsça İran baskısı)
İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu .Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasp etmişlerdi..."
İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Aliyi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..."
Sonuçta islam düşmanları bu konudaki stratejilerini uygulamış, mısırlıları kullandıkları isyan hareketiyle Hz Osman’ın şehit edilmesini sağlamıştır.
Henüz fitne ortada iken Ali (r.a.) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Ali (r.a.) ın Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı olmadığı bir hakikat iken, birçoklarının kalpleri Ali ye karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir.
Hz. Hüseyin’in, Hz. Osman’ın hilafeti sırasında, 30 /651 yılında, Said b. el.As'ın Kilfe'den Horasan'a yaptığı sefere, kardeşi Hz. Hasan'la birlikte katıldığı(Taberi, 1 {2836.); daha sonra da Hz. Osman'ın evini muhasara eden isyancılara karışı Halife'yi korumak üzre babası Hz. Ali tarafından, yine kardeşi Hz. Hasan'la birlikte memur edildiği en güvenilir kaynaklarda mevcuttur.(Belazuri, Ensilbu'/.Eşrtif (Sülcymımiye Kütüphanesi, Heisülkütlfıb nı. Xo: 597-598), 483 o: Taberi. 1 {3020.
Bu dönemde çıkan olaylar bir yandan kökleri İslam Öncesi dönemi uzanan tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinin su yüzüne çıkartmış; diğer yandan da daha sonra ortaya çıkacak olan Hariciliğe zemin hazırlamıştır. Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, siyasi açıdan üç gruba ayrılmışlardır:
Bunlardan birincisi Hz. Ali'nin Hz: Osman'dan sonra meşru halife olduğuna inanıp ona biat edenler,
İkincisi Ali'nin 'hilafetine karşı çıkanlar ki, bunlar da cemel vakıasında Ali’nin taraftarları ile karşı karşıya gelen Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’gurubu yine aynı tarafta olan şam valisi Muaviye gurubu, birde üçünçü bir grup olarak nitelendirilmesi gereken tarafsızlar bulunmaktaydı. Bu ayrışmaya sebep olan en önemli etken kabilecilik ve siyasi faktörlerdir. Bu gruplar arasında inanç noktasında birbirinden farklı her hangi bir ayrıcalık bulunmamaktaydı.
Şahadetin ardından huzuru bozulan toplumun bir daha huzuru hiç eskisi gibi olmadı.
HZ ALİ HALİFELİK İÇİN MÜCADALE ETTİ Mİ? DİĞER SAHABE İLE İLİŞKİSİ
Hz. Ali’yi gerek kahramanlığı, gerek takvası, gerekse arkadaşlığı konusunu kelimelerle anlatmak kolay değil. O günkü gelişmeleri bilmek için o nu iyi tanımak gerekir. Hayatında hiç yalan söylemeyen, hakkı hukuku savunan, gerçekler karşısında susmayacak kadar şerefli, onurlu, yiğitler yiğidi, Allah resulünün iyi bir mümin için tarifi olan “dosdoğru olun” tabirinin numunesi olan bir zattır. Pısırıklık, yalancılık, takiyyecilik, hile, desise ve düzenbazlık onun hayatında hiç olmamıştır. Hz. Ali, rasulullah’dan sonra ashâbı kiramın içinde en âlimi ve fakihlerin başında olanlardan idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfan vücuda gelmiş, en büyük bir ictihad kudreti tecelli etmişti. Hz. Ebu Bekir, Hz Ömer gibi sahâbe-i Güzîn’in âzımı daima ilmî, fıkhî meselelerde kendisiyle müzâkere ve müşâverede bulunur, kendisinin ilminden, faydalanırlardı. Ömer nasuhi bilmen Hz.li gerek dinde ince anlayış ve derin kavrayış sahibi olma özelliği ile gerek kadılık görevinde gerekse, başta Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesut (r.a.) Olmak üzere birçok sahabeden bu yönde yapılan çok sayıda nakline bakıldığında Hz. Ali nin bu özelliklerinin şüphesiz var olduğunu gösterir. Birkaç cümle ile örneklendirmek gerekirse;
Hz Ömer (r.a.) “içimizde en doğru ve yetkin hüküm verenimiz Ali idi” derken Abdullah b. Mesut, kendisiyle birlikte genel olarak sahabenin kanaatinin de bu yönde olduğunu belirtmiştir saîd b. Müseyyeb’in nakline göre yine Hz .Ömer, sorunların çözümünde, yanında yardımcısı olarak ebu’l-hasen’i olmayan bir sorunla karşılaşmaktan Allah’a sığınmıştır. Diğer taraftan Hz âişe (r.a.), sünneti en iyi bilen kişi olarak Hz. Ali’yi gösterirken; ibn Abbas (r.a.), ilmin onda dokuzunun Ali’de olduğunu, geriye kalan onda birde de ayrıca hissesinin bulunduğunu ifade etmiştir. Hz Ali’ Sahabenin bütünü gözünde de çok değerli olduğu anlaşılmaktadır. Hz Ali nin şahsiyeti ve onu tanıyanlar tarafından çok sevilmesini istismar eden fitne mensupları konuyu çok farklı bir mecraya çekmişler kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş ve birçok yalanlarını Hz. Ali ye mal etmişlerdir. Şöyle ki; Hz Ali hilafeti boyunca ırakta yaşadı. Oradaki insanlar Hz Ali yi yakından tanıdılar ve onu takdir ettiler. Bundan önceki süreçte Hz. Osman (R.A.) döneminde Mısır'da uygun ortamı bulup ortalığı bulandıran fitne hareketi daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklarında bulunan diğer şehir¬ler, sünnet ve Hadis'in beşiği olmaya devam ederken Irak farklı anlayışların karargâhı haline geldi. Bu bölgede sürdürülmeye başlayan fitne faaliyetleri sünnet ve hadis anlayışının gelişmesinin önüne Ali sevgisi ön plana çıkarttılar. HZ Peygamberimizden sonra Halifelik hakkının Hz. Ali de olduğunu iddia eden ve bunu dinin bir mecburiyeti sayan bu grup, fitneyi topluma yaymanın yöntemini Hz Ali yi kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Hz. Ali nin en ufak bir katsısı olmaksızın burada körü körüne ifrat derecesinde bir Ali taraftarlığı taban buldu. Bir daha bu topraklarda Ali sevgisinin yerini başka yönetimler dolduramadı. Çünkü diğer yönetimlerin gaspcı dini değiştiren olarak algılanması bu sevgi üzerinden topluma kazandırıldı.
Daha sonraki saltanat döneminde Irak'a vali olarak Ziyad b. Ebih'i gönderildi. Ziyad, hiçbir zaman Hz Ali nin yerini tutamadı. Saltanatın valisi olarak görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını sökemedi. Ziyad'dan sonra Yezid devrinde Irak'ın valiliğini Ziyad'ın oğlu yaptı. Bunun dö¬neminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu. Daha sonraki Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğulları¬na geçince Âbdülmelik vali olarak Irak'a meşhur Haccac'ı gönder¬di. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şiilik daha da güçlendi.
Bu meseleler eğer dini daha iyi anlamamızı sağlayacaksa, bugüne kadar öğrendiğimiz bize göre hakikatleri yani ezberlerimizi bir tarafa bırakıp, hakiki tarihi akıl mantık, ve adalet duygusuyla tarayarak bulmamız gerekecek. Acaba hakikatten birinci halifelik hakkı Hz Ali nin hakkı mıydı? Ali yi sevmek ve islam itikadını bu sevgi üzerine oturtmak ıslamın kendisimiydi bunu kademe kademe göreceğiz. Bu konuyu Hz Ali ye sorarak ondan aldığımız cevap çerçevesinde akıl yürütmek daha uygun olacaktır.
Hz. Osman r.a’in şehit edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde “el fitnet’ül Kübrâ” (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra’ya gitmiş olan Hz.Ali’ye Ibnu’l Kevva’ ve Kays b. Ibâd şöyle sordu;
-“Müslümanların karsı karsıya gelip birbirlerini öldürmelerini sağlayacak bu gelişinin sebebi Resûlullah (s.a.s.)’in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?”
— Hz. Ali r.a. su cevabi verdi:
“Bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahit yoktur. vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnat eden ben olmayacağım. Şayet bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resûlullah (s.a.s.)’in emri olduğu için. Fakat Resûlullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir’e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu.
Hanımlarından (Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Aişe) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, bu görevi Ebû Bekir’den almasını söyleyince kızdı ve “siz kadınlar Hz. Yusuf’un başını derde sokanlarsınız, Ebu Bekir’i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!” dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, isimize baktık ve Resûlullah (s.a.s.)’in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, İslâm’ın aslidir; o dinin emri, dinin direğidir.
Biz (bunun için) Ebu Bekir’e biat ettik ve o bu isin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebu Bekir’e hakkım eda ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebu Bekir’in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti.
Böylece Ömer’e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer’e hakkim edâ ettim ve Ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)’e olan akrabalığımı, İslâm’da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyakatimi düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı.
Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra, Osman b. Affan’ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktım. Ona itaatim ise, biatimden önce oldu. Böylece Osman’a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.
Vurulunca, kendi isime baktım. Resûlullah (s.a.s.)’in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn’deki (Mekke ve Medine’deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler.
Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resûlullah (s.a.s.)’e olan akrabalığı benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de İslâm’daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyla ben bu ise ondan (yâni Muaviye’den) daha lâyıktım!” demiştir.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s.), hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali’nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi. Bununla birlikte Namaz Islımın aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir İslâm tasavvur edilemez. Hz. Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.
Buradan da anlaşılmaktadır ki, , Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir.
Diğer bir haberde, Deve vakasından sonra, Abdullah bin Keva, Hazret-i Ali’ye gelip, Resulullah hilafet için, sana bir şey söylemedi mi? dediğinde: (Biz, önce dindeki vazifemize bakarız. Dinin direği ise namazdır. Allahü teâlânın ve Resulünün, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyalık olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebu Bekir’i halife yaptık) buyurdu.
Resulullah son günlerinde, hasta iken, namaz kıldırmak için, Ebu Bekri Sıddıkı kendi yerine imam yapmıştı. Bilal-i Habeşi her ezan okuduğunda, (Ebu Bekir’e söyleyin, nasa imam olsun!) buyururdu. Resulullah, kendinden sonra, Hazret-i Ebu Bekir’in halife olmaya, herkesten daha layık olduğunu gösteren ve Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’den her birinin de, kendi zamanlarındaki insanlardan, hilafete en layık olduklarını bildiren çok şeyler söylemiştir.) [Gunyet-üt-Talibin- Abdul Kadir Geylani]
Eğer sahabe bir birine düşman olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer’i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsümü verir miydi? Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’nin korkudan “takiyye” yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.(Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177–178) Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları.
HZ. Ali (r.a.) Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinden belli bir süre sonra, birçok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir'e biat etmiş halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiştir. Şayet halifelik Hz. Ebu Bekir'in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmezdi. Hz Ali (r.a.) de haklı olduğuna inandığı süre icinde Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi Hz.Ebu Bekirle de hiç korkmadan, yılmadan, takiyye yapmadan savaş durumuna girerdi. (Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi Hz. Ali'nin halife olması gerektiğine dair Kuran dan bir ayet veya Hz. Peygamber'den bir açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı ve Peygamberimizin sözünü sahabeye karşı delil olarak öne sürerdi. Muaviye ve Hariciler ile savaştığı gibi yanlışın üzerine gider onlarla savaşırdı. Şia düşüncesi Hz Ali yi korkak aciz, takiyyeci, hakkını savunamayan pısırık, şahsiyetsiz bir kişilik olarak göstermektedir ki, hâşâ Hz Ali yi bundan tenzih ederiz. Bu iddiaların içinde sadece Hz Ali ye hakaret yoktur. İslamın tüm değerlerine hakeret ve savaş vardır. Dikkat edilirse bu apaçık görünen bir gerçektir. Hem Hz. Peygamber'den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek; Allah Resûlünün arkadaşlarından onun yetiştirip fetih bölgelerine gönderdiği dostlarından, onun en yakın akrabalarından, bütün canı ve malı pahasına müşriklerin onca zulmüne katlanan can yoldaşlarından, nasıl böyle bir şey beklenebilir?. Bunlar madem bu kadar zayıf, iradesiz, en ufak bir zorluğa karşı boyun bükecek kadar aciz idi de, ne diye insanlık tarihindeki en büyük zulümle karşı en onurlu duruşu sergileyip islamın gelişme sürecinin içinde oldular. Hz Peygambere en ihtiyaç duyduğu zamanlar inanıp ona destek oldular. Bir gün sonra ihanet edip onca yaptıklarını boşa çıkarmak için mi onca zulme karşı dim dik durdular cile cektiler mal ve yakınlarını kaybettiler imanının gereğini yerine getirdiler. Sonra da bir günde hepsini unutup heva ve heveselerinin peşine düştüler! Bu ne bicim bir akıl yürütme ve mantıkdır bunun hiç izahı yoktur. Şia bu insanların bir gün sonra ebu cehillerin yanında olmalarını nasıl izah ediyor ki karalamayı bu kadar kolay yapabiliyor. Bunlar hata yapmaz değil çünkü bunların hiç birisi masum değildir. Haydi, bunların biri, ikisi, olmadı üçü, beşi şaşırdı yoldan cıktı diyelim. Olabilir mi? Olabilir. Ama yüz binin üzerinde Allah’ın gönderdiği tevhit dinine inanmış, hz Muhammedin ümmeti olma ile şereflenmiş onca insanını böyle bir yanlışlıkta birleşmesi, hiçbir aklın, hiç bir bilimin kabulleneceği bir şey değildir. Böyle bir şeye sonsuzda bir ihtimal dahi verilemez. Akıllı olan bir insan bir şeye inanabilir. Ama akla, vicdana, insanlığa, insan onuruna yakışır bir şeye inanır. İnanırken de inandığı şeyin öz değerine yani Hz Peygambere saygısını kaybetmez. Bu inancının içinde zerre kadar peygamber inancına ve saygıdan asla söz edilemez.
Bu hakikatleri bir şekilde karalayıp yeni anlayışlar üreten stratejistlere baktığınızda; Kuran’ın hz peygamberin ve hz Ali nin hakiki sözleri yok sayılıp, uydurdukları söylemleri onlara maal edip uydurulan görüş adına islamın en değerli kutsallarını konuşturulduğunu, seneryo üstüne senaryo üretildiğini görüyorsunuz. Bunun adını da “İslam” olduğuna şahit oluyorsunuz!. Kuran’da böyle bir şey yok deseniz, Kuranı ancak Ali anlar, bunları Ali söyledi diyor. Sizin eliniz kolunuz bağlı kalıyor. Haydi, hiç bir şeyden haberdar olmayan hatta şahit olduğu bu tür eylemlere karşı son derece acımasız davran Hz Ali ye bir şey söyleyin!
Tabii böyle bir anlayış olmaz. Bu hakikatleri bilmeyen insanlara yüz yıllarca bu seneryoları anlatmışlar, gayıptan imam gelecek hem bizi hemde islamı kurtaracak bekleyin, yatın diye yüz yıllarca uyutmuşlar. İşte bugün bu gerceği anlayan şii aydınları çıkmaya başladı. Nerde bu gayıp imam sorularını sormaya başladı. Öldürülme korkusuyla mağaraya girip oradan kayıp olan imamın öldürülme ihtimali kalmamasına rağmen neden hala cıkmıyor diyor şii âlimleri
Yine hakiki İslam tarihi kitaplarının sayfaları içine girdiğinizde Birinci halife
Ebu Bekir(r.a.), yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdığını ve Hz. Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırıp altını mühürlediğini, sonra da bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmelerini teklif ettirdiğini görüyorsunuz. İnsanların bu teklifi kabul ettiğini, sıra Hz. Ali'ye (r.a.) gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dediğine şahit oluyorsunuz. Bir başka kitapda hz Ali Basra da kendisine sorulan bir soruya karşı ilk üç halifeyi nasıl kabul edip tasdik ettiği mevzuunu anlatırken aynı sözleri söylediğini görüyorsunuz. Hangi tarihi hangi belgeyi yok saysak başka bir belge aynı hakikati bize apacık söylüyor. Bu konuyu aydınlatmaya yarayacak başka bir husus yine hz Ali den
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Hz. Ömer’in kendisinin de İran seferine katılmak istemesine karşın, Hz. Ali’nin buna karşı çıkarak “Ya Ömer, sen gitme, eğer sen bu savaşta şehit olacak olursan Ümmetin başı ortadan kalkmış olur, bu da ümmete ağır bir darbe olur. Ama eğer bir kumandan şehit olacak olursa onun yerine başka bir kumandan getirilir” diyerek onu sefere çıkmaktan alıkoyduğunu gerceğini nereye koyacağız. Hz. Ali, Hz. Ömer’in halifelik döneminde uygulamalarına yer yer itirazlar getirmiş olduğuna bazı kaynaklarda rastlasak bile, onun hilafetinin İslam Ümmetinin esenliği ve salahı için korunması gerektiğini pratik tavrıyla ortaya koymuştur.
Hulasa Hz. Ömer'in halifeliği de sahabenin ittifakı ile sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (halife seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyla Hz. Ömer oğlu Abdullah'ı da bu komisyona dâhil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O'nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hz. Osman'ı seçerek ashabı huzurunda O'na biat eyledi. Sahabenin biati da O'nun biatini takib etti. Hz. Osman'ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O'nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada kalmıştı. İlk üç halife de oybirliği ile seçilmişti. Yani İslam’ın ileri gelenleri, kabile reisleri, büyük aile reisleri hep halife'ye biat etmişlerdi. Ama Hz. Ali’nin görevi üstlenmesinde şartlar böyle gelişmedi.
Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, Hz Osmanı şehit eden çapulcuların Hz Ali ye halife olması gerektiği konusundaki baskılar altında halka karsı irad ettiği bir hutbede söyle demiştir: “Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme isi sizin isinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, su anda dilerseniz bu isi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam .” Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156–157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna” sözü siiler'in asırlardır bu hususta uydurdukları yalanın boş bir iddia olduğunu da ortaya koyuyor. Bu iddialar “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.) Şiacılar ne Ali (ra) ne de onun nesli tarafından bu konularla ilgili dile getirdikleri hakikatleri hiç görmek istemezler. Onlar için söz konusu zatların kendi söylemleri değil, imamlar adına uydurulanlarını muteber sayarlar.
Son gelişmeler insanların kafalarını bulandırmış ümmetin geleceği konusunda ümitler canlılığını yitirmiş çok zor bir dönemde ve kötü şartlar altında Hz. Ali halife olmuştu. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik ruhu yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir. Hatta Talha' da zorla getirip Aliye (r.a.) bîat ettirilmesi sağlanmıştı Hz. Ali işe Hz. Osman'ın katillerini aramakla başladı. Fakat bu kişiler tam tespit edilemedi. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup öcünü alıncaya kadar biat etmeyeceklerini ilan etti. Bu süreçten sonra İslam coğrafyasında içtihat farklılıkları sonuçta da çeşitli karışıklıklar yaşandı. Farklı içtihatları şöyle sıralayabiliriz;
Bazıları Ali (r.a.) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerini birbirinden bağımsız olarak sürdürebileceklerine itiraz etmeyip razı oldular.
Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.
Bir başka gurup da mutlaka Hz. Ali’nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı.
Dördüncü bir gurup da Ali'nin (r.a.) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.
Beşinci bir gurup da şöyle diyor:
Halife Hz. Ali'dir. Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha hayırlıdır.” (Müslim Fiten: 3)
Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:
“Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (c.c.) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.” (Buhari, Sulh: 9, Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi, Menakıb: 30)
Bu hadis ile O'na “Islah yani Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sall u aleyhi ve sellem) Onu terk edeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:
“Allah (c.c.) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her saldırganla da değil. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.” (Hucurat 49/9)
Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (c.c.)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)
İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akıbetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.
Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:
“Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi.
İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.
İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha birçok ileri gelen sahabi Ali (r.a.) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor.
İşte bu görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.
Hz. Ali ye halifelik sürecinde destek olup, onunla siyasi anlamda bir olanların bir kısmı, muavine ile yaptığı savaşta Hz Ali hakem olayını kabul etti, oysa Kuran’daki "Allah’tan başka hakem yoktur!" mealindeki ayete dayanarak Hz Ali yi terk etmişlerdir. Savaşan iki tarafı da kâfir ilan etmişlerdir. Hatta bunlar sonuçta Hz Ali nin şehit olmasını sağlamışlardır. Bu gruba başlangıçta Ali şiası dense de sonra ihanet ettikleri ve bu ayrılığı dinselleştirdiklerinden dolayı tarihte onlara harici denmiştir. Hz Ali halifeliği döneminde özellikle bunlarla uğraştı. Amcası Hz Abbası elci olarak gönderip onlara telkinde bulundu. Üzerlerine ordu gönderdi. Büyük kısmı esir edildi. Tövbe edenler affolundu. Kılıç artığı hariciler ise; hem hz. Ali'den, hem de muaviye'den kurtulmaya karar verdiler. Hakemlik yapan kurnaz amr'ı da öldüreceklerdi. Üç suikastçı hazırlandı. 661 yılında bir sabah namaz vakti ibni mülcem adındaki harici, Ali'yi zehirli bir hançer ile vurdu. Muaviye ise suikastı yaralı olarak atlattı. Aynı gün üçüncü kurban amr, camiye gitmediği için kurtuldu . Yani, ilahi takdir sanki sadece Ali'nin şahadet’ini onaylamıştı . Hikmet'inden sual olunmaz! Hz Ali nin samimi dostları, onu yukarda bahsedilen özelliklerinden dolayı sevenleri Hz Ali şehit olunca kimisi bir köşede ilim ve irfan dağıtmaya devam etmiş kimisi vefat etmiş, kimisi de yeni yönetimlerle beraber savaşlara katılmışlardır. Bu grup kendi görevlerini icra edip kendi alanlarına çekildi. Ali yi seven bu sahabeler diğer sahabelerle inanç birliği içindeydiler. Diğer sahabelerle tek farkları Hz. Ali yi çok sevmeleri siyaseten onunla beraber hareket etmeleridir. Mısır başlayıp ıraka taşınan ve içinde hiç sahabe olmayan fitne hareketi ile bunlar asla bir olmamışlar bu iki taraf birbiriyle karıştırmamalıdır. O dönemde taraftarlık olayı sadece Ali ra ait değildi. Diğer lider sahabelerin de taraftarları şiası mevcuttu. Hatta tarihte ilk şiası yani belirgin bir taraftarı olan zat Hz. Osman’dır. Ancak, hiç birisi Hz Ali gibi mazlum bir duruma düşmediği ve haksızlığa uğramadığı için taraftarları tarihte yer alacak şekilde belirgin olmamıştır. HZ. Ali de HZ. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’den farklı davranmadı ve hilafet'i kendi oğullarına vasiyet etmediği görülür. Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir. İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’in Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nin de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam” rivayeti bunlardan birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki; Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim Eğer hilafet'i oğullarına vasiyet etseydi, hilafet hemen onun arkasından saltanat'a dönüşür, hanedanlık o zaman başlamış oluşurdu.
Hz Ömer (r.a.) “içimizde en doğru ve yetkin hüküm verenimiz Ali idi” derken Abdullah b. Mesut, kendisiyle birlikte genel olarak sahabenin kanaatinin de bu yönde olduğunu belirtmiştir saîd b. Müseyyeb’in nakline göre yine Hz .Ömer, sorunların çözümünde, yanında yardımcısı olarak ebu’l-hasen’i olmayan bir sorunla karşılaşmaktan Allah’a sığınmıştır. Diğer taraftan Hz âişe (r.a.), sünneti en iyi bilen kişi olarak Hz. Ali’yi gösterirken; ibn Abbas (r.a.), ilmin onda dokuzunun Ali’de olduğunu, geriye kalan onda birde de ayrıca hissesinin bulunduğunu ifade etmiştir. Hz Ali’ Sahabenin bütünü gözünde de çok değerli olduğu anlaşılmaktadır. Hz Ali nin şahsiyeti ve onu tanıyanlar tarafından çok sevilmesini istismar eden fitne mensupları konuyu çok farklı bir mecraya çekmişler kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş ve birçok yalanlarını Hz. Ali ye mal etmişlerdir. Şöyle ki; Hz Ali hilafeti boyunca ırakta yaşadı. Oradaki insanlar Hz Ali yi yakından tanıdılar ve onu takdir ettiler. Bundan önceki süreçte Hz. Osman (R.A.) döneminde Mısır'da uygun ortamı bulup ortalığı bulandıran fitne hareketi daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklarında bulunan diğer şehir¬ler, sünnet ve Hadis'in beşiği olmaya devam ederken Irak farklı anlayışların karargâhı haline geldi. Bu bölgede sürdürülmeye başlayan fitne faaliyetleri sünnet ve hadis anlayışının gelişmesinin önüne Ali sevgisi ön plana çıkarttılar. HZ Peygamberimizden sonra Halifelik hakkının Hz. Ali de olduğunu iddia eden ve bunu dinin bir mecburiyeti sayan bu grup, fitneyi topluma yaymanın yöntemini Hz Ali yi kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Hz. Ali nin en ufak bir katsısı olmaksızın burada körü körüne ifrat derecesinde bir Ali taraftarlığı taban buldu. Bir daha bu topraklarda Ali sevgisinin yerini başka yönetimler dolduramadı. Çünkü diğer yönetimlerin gaspcı dini değiştiren olarak algılanması bu sevgi üzerinden topluma kazandırıldı.
Daha sonraki saltanat döneminde Irak'a vali olarak Ziyad b. Ebih'i gönderildi. Ziyad, hiçbir zaman Hz Ali nin yerini tutamadı. Saltanatın valisi olarak görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını sökemedi. Ziyad'dan sonra Yezid devrinde Irak'ın valiliğini Ziyad'ın oğlu yaptı. Bunun dö¬neminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu. Daha sonraki Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğulları¬na geçince Âbdülmelik vali olarak Irak'a meşhur Haccac'ı gönder¬di. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şiilik daha da güçlendi.
Bu meseleler eğer dini daha iyi anlamamızı sağlayacaksa, bugüne kadar öğrendiğimiz bize göre hakikatleri yani ezberlerimizi bir tarafa bırakıp, hakiki tarihi akıl mantık, ve adalet duygusuyla tarayarak bulmamız gerekecek. Acaba hakikatten birinci halifelik hakkı Hz Ali nin hakkı mıydı? Ali yi sevmek ve islam itikadını bu sevgi üzerine oturtmak ıslamın kendisimiydi bunu kademe kademe göreceğiz. Bu konuyu Hz Ali ye sorarak ondan aldığımız cevap çerçevesinde akıl yürütmek daha uygun olacaktır.
Hz. Osman r.a’in şehit edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde “el fitnet’ül Kübrâ” (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra’ya gitmiş olan Hz.Ali’ye Ibnu’l Kevva’ ve Kays b. Ibâd şöyle sordu;
-“Müslümanların karsı karsıya gelip birbirlerini öldürmelerini sağlayacak bu gelişinin sebebi Resûlullah (s.a.s.)’in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?”
— Hz. Ali r.a. su cevabi verdi:
“Bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahit yoktur. vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnat eden ben olmayacağım. Şayet bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resûlullah (s.a.s.)’in emri olduğu için. Fakat Resûlullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir’e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu.
Hanımlarından (Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Aişe) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, bu görevi Ebû Bekir’den almasını söyleyince kızdı ve “siz kadınlar Hz. Yusuf’un başını derde sokanlarsınız, Ebu Bekir’i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!” dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, isimize baktık ve Resûlullah (s.a.s.)’in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, İslâm’ın aslidir; o dinin emri, dinin direğidir.
Biz (bunun için) Ebu Bekir’e biat ettik ve o bu isin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebu Bekir’e hakkım eda ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebu Bekir’in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti.
Böylece Ömer’e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer’e hakkim edâ ettim ve Ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)’e olan akrabalığımı, İslâm’da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyakatimi düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı.
Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra, Osman b. Affan’ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktım. Ona itaatim ise, biatimden önce oldu. Böylece Osman’a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.
Vurulunca, kendi isime baktım. Resûlullah (s.a.s.)’in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn’deki (Mekke ve Medine’deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler.
Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resûlullah (s.a.s.)’e olan akrabalığı benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de İslâm’daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyla ben bu ise ondan (yâni Muaviye’den) daha lâyıktım!” demiştir.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s.), hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali’nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi. Bununla birlikte Namaz Islımın aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir İslâm tasavvur edilemez. Hz. Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.
Buradan da anlaşılmaktadır ki, , Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir.
Diğer bir haberde, Deve vakasından sonra, Abdullah bin Keva, Hazret-i Ali’ye gelip, Resulullah hilafet için, sana bir şey söylemedi mi? dediğinde: (Biz, önce dindeki vazifemize bakarız. Dinin direği ise namazdır. Allahü teâlânın ve Resulünün, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyalık olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebu Bekir’i halife yaptık) buyurdu.
Resulullah son günlerinde, hasta iken, namaz kıldırmak için, Ebu Bekri Sıddıkı kendi yerine imam yapmıştı. Bilal-i Habeşi her ezan okuduğunda, (Ebu Bekir’e söyleyin, nasa imam olsun!) buyururdu. Resulullah, kendinden sonra, Hazret-i Ebu Bekir’in halife olmaya, herkesten daha layık olduğunu gösteren ve Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’den her birinin de, kendi zamanlarındaki insanlardan, hilafete en layık olduklarını bildiren çok şeyler söylemiştir.) [Gunyet-üt-Talibin- Abdul Kadir Geylani]
Eğer sahabe bir birine düşman olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer’i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsümü verir miydi? Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’nin korkudan “takiyye” yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.(Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177–178) Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları.
HZ. Ali (r.a.) Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinden belli bir süre sonra, birçok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir'e biat etmiş halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiştir. Şayet halifelik Hz. Ebu Bekir'in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmezdi. Hz Ali (r.a.) de haklı olduğuna inandığı süre icinde Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi Hz.Ebu Bekirle de hiç korkmadan, yılmadan, takiyye yapmadan savaş durumuna girerdi. (Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi Hz. Ali'nin halife olması gerektiğine dair Kuran dan bir ayet veya Hz. Peygamber'den bir açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı ve Peygamberimizin sözünü sahabeye karşı delil olarak öne sürerdi. Muaviye ve Hariciler ile savaştığı gibi yanlışın üzerine gider onlarla savaşırdı. Şia düşüncesi Hz Ali yi korkak aciz, takiyyeci, hakkını savunamayan pısırık, şahsiyetsiz bir kişilik olarak göstermektedir ki, hâşâ Hz Ali yi bundan tenzih ederiz. Bu iddiaların içinde sadece Hz Ali ye hakaret yoktur. İslamın tüm değerlerine hakeret ve savaş vardır. Dikkat edilirse bu apaçık görünen bir gerçektir. Hem Hz. Peygamber'den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek; Allah Resûlünün arkadaşlarından onun yetiştirip fetih bölgelerine gönderdiği dostlarından, onun en yakın akrabalarından, bütün canı ve malı pahasına müşriklerin onca zulmüne katlanan can yoldaşlarından, nasıl böyle bir şey beklenebilir?. Bunlar madem bu kadar zayıf, iradesiz, en ufak bir zorluğa karşı boyun bükecek kadar aciz idi de, ne diye insanlık tarihindeki en büyük zulümle karşı en onurlu duruşu sergileyip islamın gelişme sürecinin içinde oldular. Hz Peygambere en ihtiyaç duyduğu zamanlar inanıp ona destek oldular. Bir gün sonra ihanet edip onca yaptıklarını boşa çıkarmak için mi onca zulme karşı dim dik durdular cile cektiler mal ve yakınlarını kaybettiler imanının gereğini yerine getirdiler. Sonra da bir günde hepsini unutup heva ve heveselerinin peşine düştüler! Bu ne bicim bir akıl yürütme ve mantıkdır bunun hiç izahı yoktur. Şia bu insanların bir gün sonra ebu cehillerin yanında olmalarını nasıl izah ediyor ki karalamayı bu kadar kolay yapabiliyor. Bunlar hata yapmaz değil çünkü bunların hiç birisi masum değildir. Haydi, bunların biri, ikisi, olmadı üçü, beşi şaşırdı yoldan cıktı diyelim. Olabilir mi? Olabilir. Ama yüz binin üzerinde Allah’ın gönderdiği tevhit dinine inanmış, hz Muhammedin ümmeti olma ile şereflenmiş onca insanını böyle bir yanlışlıkta birleşmesi, hiçbir aklın, hiç bir bilimin kabulleneceği bir şey değildir. Böyle bir şeye sonsuzda bir ihtimal dahi verilemez. Akıllı olan bir insan bir şeye inanabilir. Ama akla, vicdana, insanlığa, insan onuruna yakışır bir şeye inanır. İnanırken de inandığı şeyin öz değerine yani Hz Peygambere saygısını kaybetmez. Bu inancının içinde zerre kadar peygamber inancına ve saygıdan asla söz edilemez.
Bu hakikatleri bir şekilde karalayıp yeni anlayışlar üreten stratejistlere baktığınızda; Kuran’ın hz peygamberin ve hz Ali nin hakiki sözleri yok sayılıp, uydurdukları söylemleri onlara maal edip uydurulan görüş adına islamın en değerli kutsallarını konuşturulduğunu, seneryo üstüne senaryo üretildiğini görüyorsunuz. Bunun adını da “İslam” olduğuna şahit oluyorsunuz!. Kuran’da böyle bir şey yok deseniz, Kuranı ancak Ali anlar, bunları Ali söyledi diyor. Sizin eliniz kolunuz bağlı kalıyor. Haydi, hiç bir şeyden haberdar olmayan hatta şahit olduğu bu tür eylemlere karşı son derece acımasız davran Hz Ali ye bir şey söyleyin!
Tabii böyle bir anlayış olmaz. Bu hakikatleri bilmeyen insanlara yüz yıllarca bu seneryoları anlatmışlar, gayıptan imam gelecek hem bizi hemde islamı kurtaracak bekleyin, yatın diye yüz yıllarca uyutmuşlar. İşte bugün bu gerceği anlayan şii aydınları çıkmaya başladı. Nerde bu gayıp imam sorularını sormaya başladı. Öldürülme korkusuyla mağaraya girip oradan kayıp olan imamın öldürülme ihtimali kalmamasına rağmen neden hala cıkmıyor diyor şii âlimleri
Yine hakiki İslam tarihi kitaplarının sayfaları içine girdiğinizde Birinci halife
Ebu Bekir(r.a.), yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdığını ve Hz. Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırıp altını mühürlediğini, sonra da bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmelerini teklif ettirdiğini görüyorsunuz. İnsanların bu teklifi kabul ettiğini, sıra Hz. Ali'ye (r.a.) gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dediğine şahit oluyorsunuz. Bir başka kitapda hz Ali Basra da kendisine sorulan bir soruya karşı ilk üç halifeyi nasıl kabul edip tasdik ettiği mevzuunu anlatırken aynı sözleri söylediğini görüyorsunuz. Hangi tarihi hangi belgeyi yok saysak başka bir belge aynı hakikati bize apacık söylüyor. Bu konuyu aydınlatmaya yarayacak başka bir husus yine hz Ali den
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Hz. Ömer’in kendisinin de İran seferine katılmak istemesine karşın, Hz. Ali’nin buna karşı çıkarak “Ya Ömer, sen gitme, eğer sen bu savaşta şehit olacak olursan Ümmetin başı ortadan kalkmış olur, bu da ümmete ağır bir darbe olur. Ama eğer bir kumandan şehit olacak olursa onun yerine başka bir kumandan getirilir” diyerek onu sefere çıkmaktan alıkoyduğunu gerceğini nereye koyacağız. Hz. Ali, Hz. Ömer’in halifelik döneminde uygulamalarına yer yer itirazlar getirmiş olduğuna bazı kaynaklarda rastlasak bile, onun hilafetinin İslam Ümmetinin esenliği ve salahı için korunması gerektiğini pratik tavrıyla ortaya koymuştur.
Hulasa Hz. Ömer'in halifeliği de sahabenin ittifakı ile sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (halife seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyla Hz. Ömer oğlu Abdullah'ı da bu komisyona dâhil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O'nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hz. Osman'ı seçerek ashabı huzurunda O'na biat eyledi. Sahabenin biati da O'nun biatini takib etti. Hz. Osman'ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O'nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada kalmıştı. İlk üç halife de oybirliği ile seçilmişti. Yani İslam’ın ileri gelenleri, kabile reisleri, büyük aile reisleri hep halife'ye biat etmişlerdi. Ama Hz. Ali’nin görevi üstlenmesinde şartlar böyle gelişmedi.
Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, Hz Osmanı şehit eden çapulcuların Hz Ali ye halife olması gerektiği konusundaki baskılar altında halka karsı irad ettiği bir hutbede söyle demiştir: “Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme isi sizin isinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, su anda dilerseniz bu isi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam .” Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156–157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna” sözü siiler'in asırlardır bu hususta uydurdukları yalanın boş bir iddia olduğunu da ortaya koyuyor. Bu iddialar “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.) Şiacılar ne Ali (ra) ne de onun nesli tarafından bu konularla ilgili dile getirdikleri hakikatleri hiç görmek istemezler. Onlar için söz konusu zatların kendi söylemleri değil, imamlar adına uydurulanlarını muteber sayarlar.
Son gelişmeler insanların kafalarını bulandırmış ümmetin geleceği konusunda ümitler canlılığını yitirmiş çok zor bir dönemde ve kötü şartlar altında Hz. Ali halife olmuştu. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik ruhu yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir. Hatta Talha' da zorla getirip Aliye (r.a.) bîat ettirilmesi sağlanmıştı Hz. Ali işe Hz. Osman'ın katillerini aramakla başladı. Fakat bu kişiler tam tespit edilemedi. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup öcünü alıncaya kadar biat etmeyeceklerini ilan etti. Bu süreçten sonra İslam coğrafyasında içtihat farklılıkları sonuçta da çeşitli karışıklıklar yaşandı. Farklı içtihatları şöyle sıralayabiliriz;
Bazıları Ali (r.a.) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerini birbirinden bağımsız olarak sürdürebileceklerine itiraz etmeyip razı oldular.
Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.
Bir başka gurup da mutlaka Hz. Ali’nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı.
Dördüncü bir gurup da Ali'nin (r.a.) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.
Beşinci bir gurup da şöyle diyor:
Halife Hz. Ali'dir. Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha hayırlıdır.” (Müslim Fiten: 3)
Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:
“Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (c.c.) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.” (Buhari, Sulh: 9, Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi, Menakıb: 30)
Bu hadis ile O'na “Islah yani Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sall u aleyhi ve sellem) Onu terk edeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:
“Allah (c.c.) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her saldırganla da değil. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.” (Hucurat 49/9)
Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (c.c.)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)
İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akıbetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.
Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:
“Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi.
İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.
İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha birçok ileri gelen sahabi Ali (r.a.) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor.
İşte bu görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.
Hz. Ali ye halifelik sürecinde destek olup, onunla siyasi anlamda bir olanların bir kısmı, muavine ile yaptığı savaşta Hz Ali hakem olayını kabul etti, oysa Kuran’daki "Allah’tan başka hakem yoktur!" mealindeki ayete dayanarak Hz Ali yi terk etmişlerdir. Savaşan iki tarafı da kâfir ilan etmişlerdir. Hatta bunlar sonuçta Hz Ali nin şehit olmasını sağlamışlardır. Bu gruba başlangıçta Ali şiası dense de sonra ihanet ettikleri ve bu ayrılığı dinselleştirdiklerinden dolayı tarihte onlara harici denmiştir. Hz Ali halifeliği döneminde özellikle bunlarla uğraştı. Amcası Hz Abbası elci olarak gönderip onlara telkinde bulundu. Üzerlerine ordu gönderdi. Büyük kısmı esir edildi. Tövbe edenler affolundu. Kılıç artığı hariciler ise; hem hz. Ali'den, hem de muaviye'den kurtulmaya karar verdiler. Hakemlik yapan kurnaz amr'ı da öldüreceklerdi. Üç suikastçı hazırlandı. 661 yılında bir sabah namaz vakti ibni mülcem adındaki harici, Ali'yi zehirli bir hançer ile vurdu. Muaviye ise suikastı yaralı olarak atlattı. Aynı gün üçüncü kurban amr, camiye gitmediği için kurtuldu . Yani, ilahi takdir sanki sadece Ali'nin şahadet’ini onaylamıştı . Hikmet'inden sual olunmaz! Hz Ali nin samimi dostları, onu yukarda bahsedilen özelliklerinden dolayı sevenleri Hz Ali şehit olunca kimisi bir köşede ilim ve irfan dağıtmaya devam etmiş kimisi vefat etmiş, kimisi de yeni yönetimlerle beraber savaşlara katılmışlardır. Bu grup kendi görevlerini icra edip kendi alanlarına çekildi. Ali yi seven bu sahabeler diğer sahabelerle inanç birliği içindeydiler. Diğer sahabelerle tek farkları Hz. Ali yi çok sevmeleri siyaseten onunla beraber hareket etmeleridir. Mısır başlayıp ıraka taşınan ve içinde hiç sahabe olmayan fitne hareketi ile bunlar asla bir olmamışlar bu iki taraf birbiriyle karıştırmamalıdır. O dönemde taraftarlık olayı sadece Ali ra ait değildi. Diğer lider sahabelerin de taraftarları şiası mevcuttu. Hatta tarihte ilk şiası yani belirgin bir taraftarı olan zat Hz. Osman’dır. Ancak, hiç birisi Hz Ali gibi mazlum bir duruma düşmediği ve haksızlığa uğramadığı için taraftarları tarihte yer alacak şekilde belirgin olmamıştır. HZ. Ali de HZ. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’den farklı davranmadı ve hilafet'i kendi oğullarına vasiyet etmediği görülür. Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir. İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’in Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nin de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam” rivayeti bunlardan birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki; Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim Eğer hilafet'i oğullarına vasiyet etseydi, hilafet hemen onun arkasından saltanat'a dönüşür, hanedanlık o zaman başlamış oluşurdu.
ŞİA İLK DEFA NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
Dönem tarihinde İç çekişmelerin, yönetim paylaşımının, huzursuzluğun, bölünmüşlüğün en büyük sebeplerinden birisi, kabile kavgalarının siyaseti yönlendirmek istemesi ile eski kültürlerin dinselleştirilmesi arzusunun yattığını görürsünüz. Nitekim 632-943 yılları arasında imamlar ve halifeler etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski arap aile Kavgaları’na, yönetimi hangi kabile tarafından yürütülmesi gerektiği fikrine dayandığı görülmektedir. Her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal etmiştir.
Ümeyye oğulları, bedir Savaşı’nda Hz. Hamza ve Hz. Ali tarafından öldürülen yakınlarını; Haşim oğulları da Uhud Savaşı’nda ebu Süfyan'ın karısı hind'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Bunların dışında aynı İslam toplumu içinde kavmî ve kabilevî gururları zedelendiğini düşünenler ile islâm'ı içlerine tam sindirememiş gruplar varlığı, masela rebia ile hudar kabileleri de islam öncesi düşmanlıklarını içlerinden bir türlü atamayışları . Hariciler, bu rebia kabilesinden çıkmıştı. Siyasi rekabet, sonradan dini bir ayrılığa dönüştü. Rebialılar'ın çoğu bedevi idi. İslam devleti şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. Bedeviler cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmayanları düşman görüyorlar, öldürmekten de çekinmiyorlardı. Müslüman olduktan sonra, kendilerinden olmayanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görmeye başladılar. Kur'an'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski inanç ve anlayışlarına kur'an'ı kılıf yapmışlardı. islamın doğuş ve gelişme sürecinde inananlar arasındaki kavganın hemen hemen hepsi kabileler ve yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ümeyye oğulları ve haşim oğulları gibi . işte emevi saltanatının yıkılması ile bu sefer ebu talib oğulları ile Abbas oğulları arasında bir çekişme görülmektedir. her ikisi de peygamberimizin amcasıdır. ikisi de hz. Muhammed’i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır. ortada din kavgasının olmadığı en aydın dediğiniz insanlar arasında bile sadece aile ve iktidar kavgasının olduğu görülür. .
Yine bu süreçte Ali oğulları ile ümeyye Oğulları’nın ve Abbas Oğulları’nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. Bu tür olay ali oğulları'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, imam musa-l kâzım'ın öz kardeşi Muhammed, öz kardeşi İsmail’in oğlu Muhammed, İsmail’in diğer oğlu ali, imam hasan-ül askeriy'in kardeşi Cafer kendi adlarına imamlık mücadelemsine girmişlerdir.
Bu tarihi gerçeklere baktığınız zaman çatışmaların kavganın neden körüklendiği son derece nettir. O günkü gerçeklerden farklı anlamlar çıkartmak nafiledir. Tıpkı Şiilerin her ne kadar kendi inanç hareketlerinin hz peygamber döneminde cıkmış olduğunu iddia etsellerde, Hz. Ali devri ve hulefâyı raşidin devrinde, dostluk, sevgi ve muhabbet ötesinde bir mezhebî gruplaşmanın asla olmadığının bilindiği gibi. Böyle bir iddia o dönemde yaşanan hakikatlerin içine konuyor olması iddia sahiplerinin ne kadar sığı ne kadar yapay bir düşünce içinde olduklarını gösteriyor. eğer öyle olsaydı bugünkü gibi cemaat içinde de iki ayrı akide olur İslam birliği olmazdı. Daha doğrusu İslam diye bir şey olmazdı.
Birileri demez mi nasıl yani?... ortada Hem bir Peygamber, Hem de Peygamber kadar güçlü ikinci bir imam peygamber mi vardı? O günlerde korkudan değil inanarak Allah ve resulünü kabul edip iman eden sahabe Hz Ali nin imam bir peygamber olduğunu da Hz Peygamberin telkini ile kabul etmez miydi? Hiç itiraz edebilirler mi, ederler miydi? Öpüp başlarına koymazlar mıydı? Bu emri Hz Peygamberin diğer emirleri gibi başlarının tacı yapmazlar mıydı?
Hem diyeceksiniz Hz Peygamber etrafından korktu Ali nin imametini sakladı. Sonra Allahın uyarmasıyla söylemek zorunda kaldı, farklı ortamlarda sözü eğip büküp başka şeyler söyleyeceksiniz. Geliştirilen bir söylemin için mantık bütünlüğü olması gerekmez mi? Şia kendi tarihi ile sorunlu her tarafı çelişkiler yumağı!!..
Konunun neresinden bakılırsa bakılsın hiçbir surette şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. O günlerde bütün inananlar Hz Peygamber tarafında idi. O varken bir başkasının taraftarı olmaya lüzum yoktu. Çünkü o toplumun tek önderi ve tek lideriydi. Hz peygamber döneminde Ali r.a. seven insanların olması da gayet normaldir. Çünkü herkesin özel dostluk kurduğu insanların olması gayet doğaldır. Bu dostluklar dinsel anlamda bir taraf değildi. Ortada tek dini lider Allahın resulü vardı. Eğer ona bakılırsa Hz Osman’ında tarafı vardı. Ona da osman’ın şiası deniliyordu. Yani osman’ın dostları. Hem bu tarafgirlik Hz Ali nin kinden daha önceydi. Bu neyi değiştirir ki?
Yine Ali şiası olarak söylenen İslam içine fitne sokmak isteyen münafıklarca tezgahlanan ve ayrıcalık çıkartarak siyasi bir ihtilal hareketine dönüştürülerek Hz Osman’ı şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’nin yanında yer alan Ali şiası olarak bilinen malum grup da Hz Ali nin onlara en çok ihtiyaç duyduğu an ona ihanet ederek harici sıfatını kazananlardır. Onlar mısırdan örgütlenerek gelmişlerdi. Amaçları terördü. Yakmak yıkmaktı. Hz Osmanı şehit ettiler aynı zevatlar Hz Ali nin halife olması için zorladır. Daha sonrada Hz Ali ye ihanet ettiler. Hiçbir zaman ne Ali şiası ne de Hasan ve Hüseyin şiası onlara olumlu bir katkı vermemiştir. Bütün dönemlerinde sevdiklerine ya da destek veriyoruz vereceğiz dedikleri yüksek karakterli insanlara ihanet etmiş, onlara verdikleri sözün ardında durmamışlar, onların mazlum duruma düşmesine sebep olmuşlardır. Yani tarafı olmak taraf olan insanlara her zaman iyi sonuçlar kazandırmamaktadır.
Hazreti Ali’nin halifelik döneminde çektiği sıkıntılar, siyasi kavgalar, iç karışıklıklar ve şehit edilmesi İslam düşmanlarının işine yaradı, onlara yeni bir acılım kazandırdı. Yeni Şiaların olmasına katkı verdi. Yahudi planının uygumla alanının daha etkin hale geldiğini, Hariciliğin dışında yeni bir anlayışın yani Hz Ali nin gıyabında bir Aliciliğin, şiacılığın oluşumunun hız kazandığını bu faaliyeti sürdürecek isimlerin bir bir ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu aşamalarda çıbanın oluşmasında en büyük etken meşhur fitneci Abdullah İbni Seben in şia hareketinin sarsılmaz temellerini attığını görürüz görmesine de ne hikmetse bazıları bu ismi görmek istemezler. Böyle bir Yahudi nin bir inanç hareketin mimarı durumunda olması elbet de o inanç mensuplarını bu tür savunma refleksine sokar. Bu doğaldır. Ancak bu gerçeği değiştirmez. Üzerinden asırlar geçmiş bir gerçeği onca delile rağmen yok saymak kimi inandırabilir. Meshepler tarihini incelediğinde de görülecektir ki parçalara ayrılan şia meshepleri arasında sebeciler mevcuttur. Abdullah ibni sebe hayali bir şahıs ise bu fırka neyin nesidir? Bunu raddendeler hakiki tarihlere bakarak şu soruların cevabını öğrenmelidir
Ümeyye oğulları, bedir Savaşı’nda Hz. Hamza ve Hz. Ali tarafından öldürülen yakınlarını; Haşim oğulları da Uhud Savaşı’nda ebu Süfyan'ın karısı hind'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Bunların dışında aynı İslam toplumu içinde kavmî ve kabilevî gururları zedelendiğini düşünenler ile islâm'ı içlerine tam sindirememiş gruplar varlığı, masela rebia ile hudar kabileleri de islam öncesi düşmanlıklarını içlerinden bir türlü atamayışları . Hariciler, bu rebia kabilesinden çıkmıştı. Siyasi rekabet, sonradan dini bir ayrılığa dönüştü. Rebialılar'ın çoğu bedevi idi. İslam devleti şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. Bedeviler cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmayanları düşman görüyorlar, öldürmekten de çekinmiyorlardı. Müslüman olduktan sonra, kendilerinden olmayanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görmeye başladılar. Kur'an'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski inanç ve anlayışlarına kur'an'ı kılıf yapmışlardı. islamın doğuş ve gelişme sürecinde inananlar arasındaki kavganın hemen hemen hepsi kabileler ve yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ümeyye oğulları ve haşim oğulları gibi . işte emevi saltanatının yıkılması ile bu sefer ebu talib oğulları ile Abbas oğulları arasında bir çekişme görülmektedir. her ikisi de peygamberimizin amcasıdır. ikisi de hz. Muhammed’i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır. ortada din kavgasının olmadığı en aydın dediğiniz insanlar arasında bile sadece aile ve iktidar kavgasının olduğu görülür. .
Yine bu süreçte Ali oğulları ile ümeyye Oğulları’nın ve Abbas Oğulları’nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. Bu tür olay ali oğulları'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, imam musa-l kâzım'ın öz kardeşi Muhammed, öz kardeşi İsmail’in oğlu Muhammed, İsmail’in diğer oğlu ali, imam hasan-ül askeriy'in kardeşi Cafer kendi adlarına imamlık mücadelemsine girmişlerdir.
Bu tarihi gerçeklere baktığınız zaman çatışmaların kavganın neden körüklendiği son derece nettir. O günkü gerçeklerden farklı anlamlar çıkartmak nafiledir. Tıpkı Şiilerin her ne kadar kendi inanç hareketlerinin hz peygamber döneminde cıkmış olduğunu iddia etsellerde, Hz. Ali devri ve hulefâyı raşidin devrinde, dostluk, sevgi ve muhabbet ötesinde bir mezhebî gruplaşmanın asla olmadığının bilindiği gibi. Böyle bir iddia o dönemde yaşanan hakikatlerin içine konuyor olması iddia sahiplerinin ne kadar sığı ne kadar yapay bir düşünce içinde olduklarını gösteriyor. eğer öyle olsaydı bugünkü gibi cemaat içinde de iki ayrı akide olur İslam birliği olmazdı. Daha doğrusu İslam diye bir şey olmazdı.
Birileri demez mi nasıl yani?... ortada Hem bir Peygamber, Hem de Peygamber kadar güçlü ikinci bir imam peygamber mi vardı? O günlerde korkudan değil inanarak Allah ve resulünü kabul edip iman eden sahabe Hz Ali nin imam bir peygamber olduğunu da Hz Peygamberin telkini ile kabul etmez miydi? Hiç itiraz edebilirler mi, ederler miydi? Öpüp başlarına koymazlar mıydı? Bu emri Hz Peygamberin diğer emirleri gibi başlarının tacı yapmazlar mıydı?
Hem diyeceksiniz Hz Peygamber etrafından korktu Ali nin imametini sakladı. Sonra Allahın uyarmasıyla söylemek zorunda kaldı, farklı ortamlarda sözü eğip büküp başka şeyler söyleyeceksiniz. Geliştirilen bir söylemin için mantık bütünlüğü olması gerekmez mi? Şia kendi tarihi ile sorunlu her tarafı çelişkiler yumağı!!..
Konunun neresinden bakılırsa bakılsın hiçbir surette şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. O günlerde bütün inananlar Hz Peygamber tarafında idi. O varken bir başkasının taraftarı olmaya lüzum yoktu. Çünkü o toplumun tek önderi ve tek lideriydi. Hz peygamber döneminde Ali r.a. seven insanların olması da gayet normaldir. Çünkü herkesin özel dostluk kurduğu insanların olması gayet doğaldır. Bu dostluklar dinsel anlamda bir taraf değildi. Ortada tek dini lider Allahın resulü vardı. Eğer ona bakılırsa Hz Osman’ında tarafı vardı. Ona da osman’ın şiası deniliyordu. Yani osman’ın dostları. Hem bu tarafgirlik Hz Ali nin kinden daha önceydi. Bu neyi değiştirir ki?
Yine Ali şiası olarak söylenen İslam içine fitne sokmak isteyen münafıklarca tezgahlanan ve ayrıcalık çıkartarak siyasi bir ihtilal hareketine dönüştürülerek Hz Osman’ı şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’nin yanında yer alan Ali şiası olarak bilinen malum grup da Hz Ali nin onlara en çok ihtiyaç duyduğu an ona ihanet ederek harici sıfatını kazananlardır. Onlar mısırdan örgütlenerek gelmişlerdi. Amaçları terördü. Yakmak yıkmaktı. Hz Osmanı şehit ettiler aynı zevatlar Hz Ali nin halife olması için zorladır. Daha sonrada Hz Ali ye ihanet ettiler. Hiçbir zaman ne Ali şiası ne de Hasan ve Hüseyin şiası onlara olumlu bir katkı vermemiştir. Bütün dönemlerinde sevdiklerine ya da destek veriyoruz vereceğiz dedikleri yüksek karakterli insanlara ihanet etmiş, onlara verdikleri sözün ardında durmamışlar, onların mazlum duruma düşmesine sebep olmuşlardır. Yani tarafı olmak taraf olan insanlara her zaman iyi sonuçlar kazandırmamaktadır.
Hazreti Ali’nin halifelik döneminde çektiği sıkıntılar, siyasi kavgalar, iç karışıklıklar ve şehit edilmesi İslam düşmanlarının işine yaradı, onlara yeni bir acılım kazandırdı. Yeni Şiaların olmasına katkı verdi. Yahudi planının uygumla alanının daha etkin hale geldiğini, Hariciliğin dışında yeni bir anlayışın yani Hz Ali nin gıyabında bir Aliciliğin, şiacılığın oluşumunun hız kazandığını bu faaliyeti sürdürecek isimlerin bir bir ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu aşamalarda çıbanın oluşmasında en büyük etken meşhur fitneci Abdullah İbni Seben in şia hareketinin sarsılmaz temellerini attığını görürüz görmesine de ne hikmetse bazıları bu ismi görmek istemezler. Böyle bir Yahudi nin bir inanç hareketin mimarı durumunda olması elbet de o inanç mensuplarını bu tür savunma refleksine sokar. Bu doğaldır. Ancak bu gerçeği değiştirmez. Üzerinden asırlar geçmiş bir gerçeği onca delile rağmen yok saymak kimi inandırabilir. Meshepler tarihini incelediğinde de görülecektir ki parçalara ayrılan şia meshepleri arasında sebeciler mevcuttur. Abdullah ibni sebe hayali bir şahıs ise bu fırka neyin nesidir? Bunu raddendeler hakiki tarihlere bakarak şu soruların cevabını öğrenmelidir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)