Blokta; Müslüman, şii-sünni-şiacılar-sünniciler kavramlarında yer alan düşünce yapıları incelenmeye çalışılmıştır.
16 Haziran 2010 Çarşamba
ŞİİLERLE VAHDET MÜMKÜN MÜ?
Ehli sünnet içinde görünen ama gerçekte nerede olduğu pek anlaşılmayan bazı ilim ehli ve talebeleri, ehli sünnet ile şia arasındaki farkların sadece fıkhi meselelerden ibaret olduğunu söylemekte ve şia ile vahdeti istemektedirler. Böyle bir iddia tamamen yanlış ve şianın oyununa gelmekten öteye gidecek bir şey değildir. Şianın sapkınlıklarını görmezden gelmeye, gerçekleri saptırmaya yöneliktir. Şiilerin yalan hususundaki inançları, onu kutsallaştırmaları ve ondaki aşırılıkları analtılmaya calışılmıştır. Bütün bu hakikatlerden sonra, hiçbir kimse, onlara güvenebilir, sözlerini tasdik edebilir ve kendileriyle gidip anlaşabilir mi? Bu mümkün görülebilir mi? Hindli Şii bilgin es-Seydi “İmdad İmam”, şu sözleriyle bunu doğrulamaktadır: “İmam iye ve Ehli Sünnet mezhepleri, farklı cihetlere doğru akan iki ırmak gibidirler ve kıyamete kadar da birbirleriyle uzak olarak akacaklardır. Birleşmeleri imkansızdır”(Mishabuz Zulm s.41-42) Muhibbudin el-hatip de, “imamiye şiası dininin üzerine kurulu olduğu ana esaslar ve onunla bütün fıkra ve mezhepleri de dahil olmak üzere islam esaslarının birleştirilmesinin İmkansızlığı”nı işaret etmiştir. Doğru ile yalan nasıl birleştirilir? Doğru söyleyen ile yalancı bir araya gelebilir mi? Zira yalancı, yalanı zaruri ve vacib saymakla kalmıyor, aynı zamanda onu Allah’a yaklaşmak için en büyük vesile olarak görüyor şia âlimleri takiyye gereği kılık değiştirmeyi ve ehli sünnetten kimselerin içinde casusluk yapmayı, sonradan iade etmek kaydıyla onların arkasında namaz kılmayı, hatta Sünni bir mezheptenmiş gibi görünmeyi bir meziyet görürler, onları nasıl aldattıkları, kendi inançlarına sempati sağlamak için ne numaralar çektikleri ile övünürler. şeyh el-behai adıyla bilinen alimleri muhammed b. el-hüseyin b. abdussamed (h.1031): Şam da uzun zaman şafi mezhebinden göründüğünü, bu süreçden Müslümanların inanç dünyasında ne oyunlar oynadığını muhammed muhammedi el-asteşhardi adındaki alimlerinin ecvedu'l munazarat, s.188'de (daru's-sekaleyn, lübnan 1416 h. 1.baskı)'daki kitabında anlatmıştır. Ayetullahu'l uzmaları ve taklit mercileri ebu'-kasım el-hui, misbahu fekaha fi'l muamelat 2/11'de (daru'l hadi beyrut)'de şöyle der: onların (yani ehlisünnetin) küfürlerinde hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Çünkü velayetin ve imamların bir tekinin bile inkâr edilmesi, imamlardan başkasının halifeliğine inanılması veya cebr vb. hurafe inanışlara sahip olunması küfrü ve zındıklığı gerekli kılar. Velayeti (imamları) inkâr edenin küfrü konusundaki zahir mütevatir buna delalet etmektedir. Ayrıca aynı zamanda humeyni el-erbaune hadisen adlı kitabında (s. 511, daru't-tearuf li'l-matbuat, beyrut 1991 m.) iman, ancak Ali ve masum, pak vasilerinin velayeti vasıtasıyla gerçekleşebilir. ehli sünnete taktıkları lakaplardan bir diğer olan "necis"'tir. Humeyni yine buna açıklık getiriyor: tahriru'l-vesile 1/118'de (beyrut baskısı) şöyle der: nasıbiler (ehli sünnet ve hariciler Allah onlara lanet etsin) ise, hiçbir tereddüt söz konusu olmaksızın, necistirler!? Allah subhanehu ve teala şöyle buyurmaktadır: ey iman edenler! Müşrikler ancak necistirler. (tevbe 28) Allah celle ve ala açık bir vaziyette necis olanların kimler olduğunu bize beyan etmektedir. Görüldüğü gibi şia mimarları ortaya koydukları inançla İslam inancı arasına öylesine derin uçurumlar koymuşlar ki değil vahdet bu düşüncenin bu inancın Müslümanların yüzlerine bakacak halleri yoktur. Ancak sizin yüzünüze bir gülücük atarlar bir takiye yaparlar gönlünüzü fethederler bu yalancıların, attıkları iftiraları, Müslümanlara müşriklerin sıfatlarını takmaları, Allahın hükmünü değiştirmeleri, kendi sapık ve Allah'ın şeriatına, rasulünün (aleyhissalatu vesselam)'ın sünnetine uymayan bu sözlere karşı ne demeliyiz? ehli sünnetin kanını, malını, canını helal görenlerle birlikte vahdet olmak mümkün mü? ehli sünnetin yanında takiyye dışında amel etmeyi caiz görmemeleri ehli sünnetin ölülerinin cenazesine lanet okumaları ve onları kandırmaya yönelik kılınan takiyye namazı onların bir başka vasıflarıdır. Dini liderlerinden hamaney; ecvitu'l-istiftaat adlı kitabında s.178'de (daru'l hakk beyrut): onların arkasında cemaat olarak namaz kılmak, idare-i maslahat kabilinden olmak üzere caizdir!? İmamları Humeyni’de takiyye olmadan onların arkasında namaz kılmaya "caiz değildir" demiştir. ve dahası, namazda sağ eli sol el üzerine koymak (ehli sünnetin yaptığı gibi) fatiha suresinden sonra amin demek namazı iptal eden hususlardandır, derler. bunu humeyni tahriru'l-vesile 1/186-190, fadlAllah el-mesailu'l-fıkhiyye 1/92, sistani el-mesailu'l-muntehabe s.139. Sözün kısası şiacılarla hiçbir konuda mutabık kalmak mümkün değildir. Söylenilen her şeye muhalefet ederler, İslam inancına ters gelen her şeyi rahatlıkla söyleyebilirler. Zorunlu durumda size inanıyor gibi sizden gibi, hak veriyor gibi yapabilirler. Bunlara asla inanılmaması gerekir. Bu tür davranışlar onların olağan, fakat zehirli davranışlarıdır. Mutlak bunun arkasında bir hesapları mevcuttur. Onu da anlamak mümkün değildir. Bu dün de böyleydi yarında böyle olacak tarihte kaç sefer belirli hükümdarlar ve toplum önderleri bu iki kesimi karşı karşıya getirip anlaşın sorunlarınızı tartışın demişlerdir. Bu tartışmaların sonunda şiacılar ehlisünnete sonuna kadar hak vermiş, anlaşmaları imzalamışlar ancak, dışarı çıkar çıkmaz kendi sahte davalarını savunmaktan ıslama leke sürmeye devam etmekten asla vazgeçmemişlerdir. Yukardan beri söylenilen her şey şia kitaplarından alınmadır. Bilgi ve belgeye dayalıdır. Bir tek satır hariçten gazel okuma değildir. Şiiler takiyye konusunu ispatlamak için bir takım ayetleri de zorlayarak ispatlamaya calışmaktadırlar. Mesela onlar, Kasas suresindeki "İşte bunlara, sabrettiklerinden dolayı mükâfatları iki defa verilecektir" ayet-i kerimesini şöyle tefsir etmişlerdir: "Ehl-i Beyt’e takiyye prensibi üzerine gösterdikleri sabr u sebattan dolayı iki defa mükafat verilecektir." Bu anlam son derece yersiz ve münasebetsiz bir te’vildir; son derece keyfidir. Hazreti Ali’nin, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Osman’ın hilafetlerine rıza göstermesi, Hazreti Hasan’ın da Hazreti Muaviye için hilafetten vazgeçmesi ve imamlarının cemaat-ı müslimin’e karşı muhalefet izhar etmemeleri, Caferilere göre takiyye kabilindendir. Yani korkularından hakkı söylemiyerek, hakkı bırakıp haksızlığa yardımcı olmuşlar. Halbuki Hazreti Ali için korkuyu icap ettiren en ufak bir durum bile ortada yoktu. Takiyye inancının ortaya çıkmasının en büyük sebeplerinden birisi de ehlibeyt imamlarının ashabı kiramı övmeleri, onların Kuran’da ki üstünlüklerinin itiraf etmeleri, Üç halifenin imamet ve liyakatlerini kabul etmeleri, onlarla hısım akraba olmaları kızlarını vermeleri, çoçuklarına onların isimlerini vermeleri, aralarında güçlü bağın olması, Şiilerdeki akide bozukluğunu açıklamaları ve onlarla birlikte bu güzide insanların aleyhine konuşmamalarını izah edememeleridir. Şiacılar bu durumu kurtarmak adına takiyeye sarılmak zorunda kaldılar. Şiiler bu çıkmazdan kurtulmak için; imamların, bunu ancak takıyye gereği söylediklerini; fakat açığa vurduklarının aksine inanıyorlardı demek durumunda kaldılar. Takiyye için HZ Ali diğer halifelerin halifeliğine katlandı, Hz Ömer’e ses çıkarmadı, Hz hasan halifeliği muaviye’ye teslim etti. Hz Hüseyin sahabelere küfür etmedi, Hz. Zeyt takiye için diğer üç halifenin hizmetlerini övdü. Yani onlara göre bu imamlar haşa bu rezilliği takiyye için yaptı. Bu hiç onlara yakışır mı? Oysa, yukarda bahsedilen bütün konularda ehlibeyt imamları tek fikirdir. Hiç birisi din adına ashaba saldırıda bulunmamışlardır. Onların haklarını teslim etmiş, bildikleri yanlış davranışları varsa onu da söylemişlerdir. Onlar iki yüzlü olmaktan beri dost doğru insanlardı. Hayatta yalan söylemezler, ilkelerinden taviz vermezdi. Çok cesurdular. Hazreti Ali’den çok zayıf olan Hubab ibnül Münzır, elinde bir delili bulunmadığı halde korkmayıp Hazreti Ebubekir’in halife seçilmesine itiraz edip de, Hazreti Ali gibi büyük bir kahraman niçin sebepsiz yere sussun! Bu hiç mümkün mü? Hubab mücadelesini yaptı, hiç kimse ona kavlen veyahut fiilen bir eziyet vermedi. Hazreti Ali’nin bundan haberi de vardı. Şu halde susması korktuğu için değil, yanında bir delil olmadığı içindir. Son olarak deriz ki: Biz Ehl-i Sünnet olarak korkak bir Ali’yi tanımayız. Korkak Ali bizim değil, ancak Şiilerindir. Bizim Ali’miz ise büyük bir İslam kahramanıdır. Eğer takiyye yapsalardı hz Hüseyin ve zeyt şehit olmazlardı. Onlar korkak, aciz pısırık asla olmadılar. Şiacılar kendi vasıflarını imamlara yakıştırarak onlara ne büyük iftira attılar. Allah korusun. Şiacıların en büyük sermayesi Hz Muhammed’in ashabına düşmanlık, onları sevenlere lanet okumaktır. Şiacılar son yıllarda bu konuda yeni bir arguman kullanmaya başladılar güya "Ali hilafet meselesinde hiç direnmedi, muhalefet etmedi. Çünkü Hz. Peygamber ona: "Sen benden sonra kılıç kullanarak fitneye sebebiyet verme" diye tavsiyede bulunmuştur." Bu söylem tamamen i yalan, iftira ve cehalettir. Hz Peygamber hem onu ümmetin başına halife tayin etsin, hem de hakkı kabul etmekten imtina eden kimselere karşı kılıç çekmekten men etsin!..Bu sözler doğru olsaydı Hazreti Ali, Sıffın ve Cemel’de de Resulullah’ın tavsiyesine muhlefet edermiydi. Hazreti Ali’ye halifeliği teslim etmiyenler Şiilere göre küfrün en çirkin çeşitlerini alenen işlemiş olan sahabeye karşı hiç Hz. Peygamber "kılıç çekilmesin" diye hiç tavsiyede bulunur muydu? Bu aklen ve mantıken mümkün mü?.. Bu hususus hz Hüseyin in kıyamına tezat teşkil etmez mi? Durumu kurtarmak için her olaya bir kılıf bulmak için durmadan yalana müracaat etmek doğru mu? Ya da bu yalanlardan adım adım geri cekilmek önemli bir erdem değimli? Bugün sünni toplumların Şii dalgasına karşı kültürel bir sığınağı olmadığını görülmektedir. Çünkü Şia Mezhebi kin, nefret, yalan, tekzip ve İslam’da aşırıya gitme üzerine bina Edilmiştir. Ehlisünnet inancı bu kadar fitne fesat ve yalana karşı maalesef korumasızdır. İslam âlimleri yaratılmışlar içerisinde Şiileri yalancı olarak görürler. Bunlardan İbn Teymiyye der ki, “İlim ehlinin ve onlardan süre gelen nakiller silsilesiyle ittifak edilmiştir ki Şiiler en yalancı fırkadır ve onların yalanlarla dolu bir tarihi vardır”. Bu sebeple İslam âlimleri onları yalanda aşırı olanlar diye tanımlamışlardır. Şiiler, Ehli Sünnetin güvenini kazanmak için onlara güler yüz gösterip dinlerini açığa vurmazlar, onlara tazim de bulunmak üzere sahabenin faziletlerini ve akidelerini öğrenirler, ama tüm bu yaptıklarında samimi değillerdir, böylece bu hal üzere devam ederler. Sadece sizi aldatmak için size güler yüzle davranan bir topluluğa ne derece güvenip inanılır?! Irak işgalinde mazlum duruma düşen Müslümanların temsilcisi durumunda olan Zerkavi zor günlerde şii inancını taşıyanların davranış bicimlerini bakın nasıl tanımlıyor? Bunlar takiyye ve hile içerisindeki insanlardır; eğer onlar hususunda sessiz kalmaya devam edersen, buna mukabil onları sessiz bulamayacaksın! Eğer onlarla barış yapmak istesen onlar seninle barış yapmayacaktır. Eğer seninle görünürde barış yapmak isteseler, barışı bir aldatma yöntemi olarak kullanacaklardır ta ki senden kurtuluncaya dek. Bu durum sıradan Şiiler için de aynıdır. Belki onlardan birisi seni aldatmanın kapısı olan evine davet eder, yiyeceğinden yedirir ve içeceğinden içirir ve sana karşı cömert bir tutum sergileyebilir. Ama sen ayrıldıktan sonra yıkamaktansa kapları kırar, çünkü inanır ki su bir sünninin pisliğini temizleyemez, birçoğu yataklarını bile yakar. Bu sıradan bir şii’nin durumu, bir de siz düşünün ki bunların “Ayetlerinin (Şiiler arasındaki âlimlere verilen ad)” durumu nedir? Bizler ehli beytin destekçileriyiz. Sahih Akide üzere olanlar, Ehli Beyt’in ve sahabenin yolu üzeredirler ve Ehli Beyt insanların onlara yakıştırdıklarından beridir. Ehli Beyt Kur’an’ın ve sünnetin rehberliğini bırakmadı. Ehli Beyt’in arasında izzetli Ayşe’de vardır, peygamberin (s.a.v) hanımı ve onlar Allah’tan başka hiçbir şeyle rabıta kurmamış olanlardır ve Ehli Beyt masum olduklarını ileri sürmemişlerdir. Ehli Beyt, Ehli Sünnet’tir ve Ehli Beyt peygamberin (s.a.v) ailesi olmaları hasebiyle bizim kalplerimizdeki en sevgili olanlardır. Bu Şiiler Ehli Beyt’i sevdiklerini iddia ederler ama hakikate onlar Ehli Beyt’in en azılı düşmanlarıdırlar. Gerçekte Ali’den (r.a) nefret ederler Selman Farisi (r.a) dışında tüm sahabenin kâfir olduğunu iddia ederler. Yani işte onların tarihi budur öyle bir tarih ki Ehli Beyt’e atfettikleri sevgi yalanıyla dolu, Ali (r.a) Muaviye ile barış antlaşması imzaladığı zaman Hasan b. Ali’ye (r.a) ihanet edenler kimdi, sebep neydi? Onlar, Ehli Beyt’i sevdiklerini iddia edenler tarafından ihanete uğramışlardı, o da biliyordu ki onlar zafere kadar onunla beraber savaşmayacaklardı, bu sebeple o barışı seçti ki bu ne büyük bir antlaşma idi. İki Müslüman gurubun yaptığı bu büyük antlaşmayla ilgili olarak peygamberin ümmete verdiği müjde sizler için yeterlidir. Müslim b. Akil’e ihanet edip onu hüsrana uğratanlar, Hüseyin’in (r.a) öldürülmesine neden olanlar kimlerdi? Tüm bunların hepsinin nedeni Şiilerin ihaneti değil miydi? Tüm bunlar (sebepler) gösteriyor ki onlar Ehli Beyt’in düşmanlarıdırlar ve Şiilerle Ehli Beyt’in farklılıkları doğu ile batının farklılıkları gibidir. Ehli Sünnet, Ehli Beyt’in destekçileridirler ve bu yolda onların sevgilileridirler ve onların sevgileriyle iman üzere kalırlar.
ŞİİLERDE TAKİYYE ANLAYIŞI
İslamın ilk yıllarında özellikle hz peygamberimiz döneminde her hangi bir şey adına bölünmüşlük bulunmuyordu. Sadece münafıklar Müslümanların gıyabında toplantı yapıyor islama karşı neler yapmaları gerektiği hususunda strateji belirliyorlardı. Bu süreç Hz Osman dönemine kadar böyle devam etti. Hz Osman ın şehadetinden sonra bir takım siyasi ve kavmiyetci bölünmüşlük boy göstermeye başladı. Ançak yine dini anlamda herhangi bir ayrışma görülmedi. Hz Ali döneminde hariciler kuran ı farklı yorumlayarak bir ayrışma gösterdi ise de Bu anlayış fazla sürmedi. Bundan başka Abdullah ibni sebe hareketi farklı yerlerde küçük gruplar halinde farklı anlayışlar geliştirmeye başladı. Bu dönemde atılan ayrışma tohumu Hz Hüseyin in şehadetine kadar gizli gizli yayılma gösterdi. İslam cematinin fikirleriyle ters düşen Hizipcilik ya da mezhepçilik gibi faaliyetlerini gizli yapmak durumunda kalan bu cıkarcı önderler, hâkim güce veya islami ekseriyete karşı açıkça söylemekten cekindikleri ayrıcılığı gizlemişler bunun meşruiyetini sağlamak içinde bu gizliliği takıyyeye bağlayarak cıkış yolu bulmuşlardır. (takiyye kendisinin veya bir başkasının malı ve canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı olarak farklı görünme) Şii mezhep liderlerinin desteklenmesinde takıyyenin büyük rolü olmuştur. Bu önderler faaliyetlerini sürdürdürken takiyye sayesinde korunmuş yönetim tarafından kendilerine bir zarar gelmesinin önüne bu yöntemle geçmişlerdir. Takıyye maskesi altında gereken paralar temin etmişler. Söz konusu şii mimarları ortaya koydukları felsefenin ve söylemlerinin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için, sürecin içinde kutsal kişiliklerin müdahil edilmesi, bu kişiliklerin son derece güçlü, masum, her şeyi bilen, yaşadıkları sürece vahiy alan kainata hükmedecek kadar yetkilerle donatılması gerektiğinin bilincindeydiler. Bunlar söylemlerini kutsal kimselere söylettirmeleri gerektiğini bilen, hile ve desise uzmanlarıydı. Bu kutsal ve güçlü kişilikler tabi ki mazlum duruma düşmüş Ali ve oğullarından başkası olmazdı. Ortaya koydukları akideleri ile portresini cizdikleri liderin bir birine uyumu gerekiyordu. Bu da ancak takiyye ile sağlanabilirdi. Yoksa proje amacına ulaşmayacaktı. Bu amacın hedefine ulaşması için en gerekli olan dini esas Takiyye idi. Çünkü bu terime bütün aşamalarda ihtiyac duyulacaktı. Ayrıca Kendi kötü ve alt niyetlerini saklamanın başka cıkış yolu da yoktu. İşte bu amaclarla yalan’a takdis ve tazim süsü verilerek ve ona kendi isminden başka bir isim takarak “takiyye” adını verip dinin bir esası haline getirdiler. Din adına söylenilecek şeyler toplumun inançlarıyla ters düştüğünde zor durumda kalacaklardı. Bunu şimdilik takiyye ile saklıyacaklardı. Ancak, kendi gruplarındaki insanlar öğrendikleri şeylerin kuran ve sünnetle tezat olduğunu anladıkları zaman foyaları ortaya cıkacaktı ki, Bunun yolunu da söz konusu imamlara masumluk sıfatı giydirerek aşmasını bildiler. Çünkü öncelikli stratejileri tezlerini kendi gruplarına kabul ettirmek daha sonra dışarıya acılmaktı. Bunu neyle yapacaklardı konuşan kuran Ali ile. Diğer hadisler zaten Hz peygambere ihanet eden sahabelerce uydurulmuştu! Kuranı ve hadisi Ali ve oğullarından daha iyi bilen kim olabilirdi ki? Şiiler dinin bir esası temeli ve aslı olarak değerlendirdikleri Takıyyeye bağlılıkta son derece ileri giderler; bu inancı da masum kabul ettikleri imamlarından birine nispet ederler. Yalanla eş anlamlı gibi kullanılan Takiyye kelimesi geçtiği her yerde Şiiliği hatırlatır olmuştur. Onlar takıyye ile sakladıklarının tersini, gizlediklerinin zıddını acığa vururlar. Takiyyenin dinin bir esası olarak ortaya koyduğu iddia edilen Ehlibeyt imamlarının hiç birisi takiyyeyi kendi hayatlarında asla uygulamamaışlardır. Ne Ali ne diğerleri. Mesela Hz. Hasan, takıyye’den ve insanları aldatmaya çalışmaktan en uzak bir kimseydi. Muaviye ile sulh yapması buna delildir. İmam Hasan, babasının taraftarı olup sulhü istemiyen birçok kimsenin açık muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Hatta Ali’nin en büyük taraftarlarından bilinen Süleyman Bin Surd, İmam Hasan’a: “ - Selamun Eleykum ey müminleri zelil eden!...” diye hitap etmiştir. Sulh’a karşı olanlar, aynı zamanda kuvvetli ve güçlüydüler. Bu sebeple İmam Hasan onların çıkardıkları birçok zorluklara göğüs germiş, görüşünü kahramanca müdafaa etmiştir. Takiyye fikrine hiç kapılmamıştır. Sonra Yezid Bin Muaviye’ye karşı ayaklanan İmam Hüseyin, Irak’a gitmesine mani olmaya çalışanların sözünü dinlememiştir. İmam Hüseyin, bu savaşta kendisi, çocukları ve taraftarlarının şehid olabileceğini, ev halkının da esir düşeceğini göz önüne almıştı ve böyle olacağını yakiynen biliyordu. Hüseyin Muharrem’in onunda taraftarlarını toplamış ve yarın savaş olacağını ve muhakkak katledileceğini, taraftarlarının kendisine olan bi’atlerini çözebileceklerini, isteyenin savaş meydanını terk edebileceğini söylemiş ve: “ - Gece vakti, deveye binin, istediğiniz yere gidin!..” demişti. Giden gitmiş ve kalan da Hüseyin’le birlikte şehid olarak ebediler defterine kaydolmuştur. Bu sürecin içinde takıyyeden veya takıyye ile alakası olan birşeyden eser bulmak mümkün mü? Çok secde eden olarak bilinen İmam Ali Bin Hüseyin Kerbela da esir düşmüş, ayakları zincire vurulmuş ve Kerbela’dan Şam’a kadar çıplak deve üzerinde götürülmüştür. Hayatı boyunca bu acıları unutmamış iktidara karşı en ağır tenkitleri yapmış ölümüyle birlikte insanlığa 54 dua bırakmıştır.. Bu duaların toplandığı kitaba “Seccadiye Sahifesi” adı verildi. Bu dualarda Emevi Hilafeti’ne beddualar mevcuttur. Bu yönetime karşı hayatında hiç takiyye yapmamıştır. İmam Bakır ve büyük alim oğlu İmam Sadık Medine’de resulullah’ın mescidinde yıllarca ders verirken, hiç kimseden korkup çekinmeksizin, fıkhi görüşlerini söylerlerdi. Bakır, Emevi Hilafetin devrinde Sadık ile, Emevi Hilafeti’nin sonunda ve Abbasi Hilafetinin başında yaşadı. Her iki hilafet. de, bu imamlara karşıydılar. Bunlar korkmadan yılmadan binlerce talebe yetiştirdi. İktidarlara karşı hiç takiyye yapmadı. İmam Musa Bin Cafer de Abbasi Halifesi Harunü’r Reşid’e muhalifti. Bağdad’da Halife tarafından birkaç yıl hapse atıldı. Musa Bin Cafer takıyye yolunu tutup amcası oğlu olan ve aralarında bir sürü yakınlık bağları bulunan Halifeye takiyye yapsaydı onu aldatsaydı kurtulurdu. Yapmadı. Hilafet Abbasilerden Me’mun’a geçince, Rıza adıyla tanınan sekizinci İmam Ali Bin Musa’yı veliahd tayin etti. Ancak İmam, Me’mun zamanında vefat edince, Hilafet Abbasiler’de devam etti. İmam Rıza vefat ettikten sonra, Abbasi Halife Me’mun Ümmülfazl’dan olan kızını Rıza’nın oğlu Muhammed El-Cevad’la evlendirdi ve böylece Abbasi Halife ile Ehlibeyt arasındaki dostluğa devamlılık sağladı. Birisi Veliahd, diğeri Halife’nin damadı olan bu iki imam da takıyye ile amel etmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, hedeflerine ermek için Şia’nın takıyyeye tevessül etmeleri talebinde de bulunmamıştır. İmam Cevad’dan sonra onuncu ve onbirinci imamlardan olan Ali ve oğlu Hasan Askeri Abbasi Hilafeti’nin başşehrinde yaşarlardı. Bu iki İmamın evi, ziyaretçilerle dolup taşardı. Bunlar, Müslümanlar’ın dini ihtiyaçlarını karşılar ve Ehlibeyt fıkhını yaymaya çalışırlardı. Bu iki imam’ın hayatını inceleyenler, takıyyeden en uzak insanlar olduklarını anlayacaklardır. Halifeler’in hiçbir zaman gözlerinden kaçmayan bu faaliyetlerin ve Ehlibeyt görüşlerini yaymaya çalışmaları aslında Abbasi Hilafet’ine muhalefet mahiyetindeydi. Ancak her iki İmam da hiç aldırış etmeyerek kendi vazifelerini yapmaya ve hakkı söylemeye devam etmişler asla yalana müracaat etmemişlerdir. Hal böyle iken kendi amaclarına ulaşmayı hedefleyen Şiilerin takiyye anlayışı sadece kendisinin veya bir başkasının canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı değildir. İnançlarında, sır tutmak güven içinde bulunup can korkusu taşımasa bile takiyye yapmanın vacipliğini savunmaktadırlar.! er-resail adlı kitabında (2/201 kum-iran baskısı h.1385): Takıyye Sîanın yanında zorlanma esnasında malı ve canı korumak için başvurulacak bir sey değil, devamlı olarak kendisiyle amel edilecek faziletli bir ameldir. Onlar takıyye adı altında haramların en büyüklerinden biri olan yalanı mübahlastırmıs, daha da ileri giderek yalan söylemeyi günlük vacipler arasına koymuslardır. Siîlerde takiyye (yalana), dinin verdiği önemin göstergesi; Ali b. Ebî Talib aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye müminin en faziletli amellerindendir.” (Tefsîru’l- Hasen Askerî 162) Ebû Abdillah aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye yapmayanın imanı yoktur.” (Usûlu’l-Kâfî 2/219) Şiilerin muteber kitapları olan Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, bu hususla ilgili şunu rivayet eder: “Dinin onda dokuzu takıyyedir; takıyyesi olmayanın dini de yoktur”, Takıyye, benim ve ecdadımın dinidir; Kuleyni, Ebu Basirden de şu rivayeti nakleder: “Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi. Ona, gerçekten Allah’ın dininden midir diye sorduğum da, evet Allah’ yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi” yine bir başka hadislerinde Ey Süleyman b. Halid, Ebu Abdillah’ın “Ey Süleyman sizin dininiz öyle bir dinidir ki, Allah onu gizleyeni aziz, açığa vuranı da zelil eder” Kafi c:2 s. 217–219–222. Bunları imam Ebu Cafer’ e söylettirmişlerdir. Şiiler bu din ve akideye inanmaktadırlar. Muhaddislerinin üstadı el-Kummi, meshur risalesi “el-itikadat” söyle der: “Takıyye vaciptir; onu terk eden namazını terk eden gibidir”, “Takıyye vaciptir; el-Kaim ortaya çıkıncaya kadar onu terk etmek Caiz değildir. Onun hurucundan önce takıyyeyi terk eden kişi, Allah’ın dininden, imam iyenin inancından çıkmış, Allah’a ve imamlara muhalefet etmiş olur. Cafer es-Sadık’ as. “Allah katında en degerliniz, O’na karsı gelmekten en çok sakınanınızdır” (Hucurat: 9/13) ayetinin manası sorulduğunda “Takıyye ile amel edeniniz, en muttaki olanınızdır” demiştir”.(kummi el-itikat). “Takıyyesi olmayan bir mümin, bası olmayan ceset gibidir”, (Tefsirü Askeri s.162) yalanını Resulullaha’a, isnat eden bir topluluk için takıyyeyi niçin inançlarının esaslarından saymasın! Bazı Siiler takıyyeden maksadın yalan söylemek degil, nefsin korunması ve serden kurtulmak için gerçeğin gizlenmesi olduğunu söylediler. Gerçek böyle değildir; zira onlar takıyye ile yalan ve aldatmayı kastederler ve inandıklarının tersini söylerler. Bunun böyle olduğuna şunlar delil teşkil etmektedir: Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, el-Kafi de sunu rivayet eder: “Münafıklardan bir kimse ölmüştü. Hüseyin b. Ali dışarı çıkıp onun cenazesi ile birlikte yürümeye başladı. O sırada dostlarından biriyle karsılaştı. Ona nereye gidiyorsun diye sorduğunda, namazını kılmamak için bu münafığın cenazesinden kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine Hüseyin sağımda durmaya bak, benden ne duyarsan aynısını söyle, dedi. Münafığın velisi (imam) tekbir alınca Hüseyin de tekbir alarak söyle dua etti: Ey Allah’ım falan kuluna tam bin defa lanet et. Ey Allahım bu kulunu insanların ve beldelerin içinden geçir, cehennemine ulaştır ve ona en şiddetli azabını tattır, çünkü o, düşmanlarını dost edinmiş, dostlarına düşman olmuştu. Nebi’nin Ehli Beytine bugzederdi”(Kuleyni, el-kafi,c.3,s.189) Gerçekten Siiler, ister canı korumak, isterse başka bir sey için oldun, bütün meselelerde takıyyeyi vacip sayarlar.. Siiler, imamlarından gelen farklı kaviller, çelişkili görüşlerle karsılaştıklarında gene takıyyeye ihtiyaç duymuşlar, ona sığınmışlardır. Kendilerine hata ve unutmadan masum olan imamlarının tek bir sey hakkında nasıl olup da ihtilafa düştükleri, bir seferde cevaz verdikleri birşeyi bir başka zaman nasıl haram kıldıkları; aynı şey hakkında bir vakitte başka, diğer bir vakitte başka şeyler söyledikleri seklinde bir itirazda bulunduğu zaman ise, onların yani imamlarının, her iki durumda da, bunları takıyye icabı yaptıklarını söylemekten başka verilecek bir cevap bulamamışlardır. Üçüncü asrın tanınmıs Sii âlimlerinden Ebu Muhammed el-Hasan en- Nevbahti, Ömer b. Rebah’tan su rivayeti nakleder: “Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi. Sonra bir başka sene yine aynı meseleyi sordum; birinciden farklı bir cevap verdi. Ebu Cafer’e cevabın bu mesele hakkında bir önceki sene vermiş olduğun cevaba uymuyor, dediğimde, Ebu Cafer: Olabilir, cevabımız takıyye icabı verilmiştir, dedi. Bu cevap, benim, Ebu Cafer ve imameti hakkında şüphelenmeme sebep oldu. Daha sonra, Ebu Cafer’in taraftarlarından olan Muhammed b. Kays isimli bir kimseye rastladım. Ona, Ebu Cafer’le aramızda geçenleri söyle anlattım: Ebu Cafer’e bir mesele sordum, bana cevap verdi. Bir başka sene aynı şeyi sorduğumda, daha önceki cevabının tersini söyledi. Ona, niçin böyle farklı cevap verdiğini sorduğumda, takıyye icabı öyle yaptığını söyledi. Allah biliyor ki, ben o meseleyi, ona vereceği fetvaya uymak ve onunla amel etmek için samimiyetle sormuştum, başka bir amacı yoktu. Üstelik ben bu haldeyken takıyye yapmasına bir sebep de yoktu. Bunun üzerine Muhammed b. Kays, belki yanında takıyye yapması gereken bir kimse vardı, dediğinde, hayır onun yanında sorusu olan, benden başka hiç kimse yoktu; fakat o, her iki cevabı da rast gele vermiştir. Geçen sene verdiği cevabı hatırlayamadığı için aynı cevabı veremedi dedim. Bu konuşmalardan sonra Ömer b Rebah: Ne şekilde ve hangi sebeple olursa olsun, batıl fetva veren ve Allah’ın vacip kılmadığı bir yerde takıyye yaparak huzur içinde kapısını kapatan bir kimse, imam olamaz, deyip, onun imametini reddeder. Aynı şekilde, imamın sadece emrul bil maruf ve nehyu anil münker yapması gerektiğini de belirtir”( Nevbahti, Fıraku’s Sia s80-82 ) Kuleyni’nin bir ayetle ilgili olarak Kafi’de rivayet ettigi su haberdir: “Musa b Useym söyle der: Ebu Abdullah’ın yanında idim, Bir kimse, ona, Allah’ın Kitabından bir ayetle ilgili bir soru sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, ona birinciye verdiği cevabın tam tersini söyledi. Bu bana öyle dokundu ki, kalbimin adeta bıçaklarla doğrandığını hissetim. Kendi kendime, bir vav harfinde bile hata yapmayan Ebu Katade’yi Sam’da bıraktım da, böyle büyük hatalar yapan bir kimsenin yanına geldim, dedim. Beni böyle düşünürken bir başkası daha geldi ve ona yine aynı ayeti sordu. Bu sefer her iki cevaptan farklı bir cevap verdi, o zaman kalbim rahatladı ve bunun takıyye olduğunu anladım” kafi l.cilt s.163 Yine şia inancında imamları takıyye sebebiyle haramı helal, helâlı haram saydıklarını kendi kaynaklarında geçmektedir. Mesela Kafi’de Eban b. Tagleb’ten şu rivayet edilir: “Ebu Abdullah’ın söyle dediğini işittim: Babam zamanında, takıyye gereğince doğan ve atmacanın öldürülmesinin helal olduğuna dair fetva verirdi. Ben ise, onlar için takıyyeyi gerekli bulmuyorum; onlar haramdır” (Kafi 3.cilt 208.sy) Buna benzer bir başka husus, Siilerin dokuzuncu imamları Muhammed b. Ali b. Musa, kendisine Sia’nın İhtilafı hakkında bir soru sorulduğunda su cevabı vermiştir: “İmamlar, İstediklerini helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir”. Böyle bir inancı olan kimsenin diğer meselelerde yalan söylemiyecegi nasıl inanılabilir? Helal-Haram konularında kendisine güvenilmeyen bir kimseye, mubahlar konusunda nasıl güven duyulabilir? Avamdan birinin bile haram olarak kabul ettiği bir şeyin helal olduğuna dair fetva vermesi caiz midir? Onların iddia ettikleri imamet ve ismet nerededir? Sonra el-Bakır’ı, fetvayı vermeye zorlayan kimdir? Cafer’in sözünden anlaşılan, babasının fetvasının Emevi sultanlarını hoşnut etmek için verilmiş olacağı hususudur. Zira o, “(Babam) Emeviler devrinde fetva veriyordu” diyor. Bunu böyle kabul etsek bile, acaba Siiler dogru olduğuna inandıkları su rivayete ne diyeceklerdir: “Cabir’in, bizzat el- Bakır’dan naklettiği bu rivayete göre Resulullah söyle demiştir: Kim zalim bir sultanı, Allah’ı gazaba getirerek hoşnut ederse, Allah’ın dininden çıkar”.(kafi.3.clt 737sy) Şiiler, haram’ı helal kılmayı Allah’ı gazaplandırmak saymıyorlar mı? Ali b. Ebi Talib, iddialarına göre, bir hutbesinde söyle demiştir:” iman, sana zararı dokunacak bir yerde dogrulugu, fayda temin edecek olana yalana tercih etmendir”.(Nechul Belaga) Bütün bunlardan sonra takıyyenin sırf yalanı masum göstermeye calışan bir anlayış olduğundan şüphe edebilir mi? şiilerin muteber saydıkları hadis kitaplarında bunlara benzer yüzlercesi mevcuttur. Mirasın taksimi konusu, içtihat edilecek bir konu değildir. Çünkü nasslarla sabittir. Nassları bile değiştiren birisine hic itimat edilirmi? Yine Kuleyni’nin Kâfisinde naklettiği, bu rivayete çok benzeyen bir rivayet daha vardır. Buna göre Abdullah b. Muhriz söyle der: “Ebu Abdillah’a, bana vasiyette bulunan bir kimsenin öldüğünü ve geriye kızının kaldığını, bu adamın mirası hakkında ne diyeceğini sordum. Bana, mirasının yarısını kıza, yarısında Mevlalara ver dedi. Bu meseleyi dostlarımıza danıştığımda onlar, hayır, Allah’a yemin olsun ki, Mevlalara Verilecek bir sey yoktur dediler. Bunun üzerine Ebu Abdillah’ın yanına tekrar gidip, dostlarımız Mevlalara verilecek bir şey yoktur, o sana karsı takıyye yapmıştır diyorlar dedim. Ebu abdilah, hayır, Allah’a yemin olsun ki, sana karsı takıyye yapmadım; fakat terekenin yarısından almandan Korktum; eger korkmuyorsan diger yarısını da kıza bırak, Allah sana kefil olacaktır, dedi”(Kafi.7.clt.737.sy) Bu iki rivayetten anlaşılıyor ki, Siiler yalana, sadece nefsi korumak, zatı, muhafaza etmek için cevaz vermekle kalmamışlar, hiçbir sebep olmaksızın yalan söylemislerdir. Soru soran Abdullah b. Muhriz ve Seleme ne emevilerden, ne de Abbasilerdendir; her ikisi de hakiki Sii olup “masum imam’ın taraftarındandır. Aynı şekilde, Cafer verdiği batıl fetvayı icabı değil, Maslahat icabı yalan yere verdiğini de belirtmiştir. Sii imamlar, takıyyenin sadece yalandan ibaret olduğunu da açıklamışlardır. Şiiler sadece yalan söylemekle kalmazlar yalanı da teşvik ederler. Bundan da sevap alacaklarını umarlar. “Bizim davetimizi kabul edeceğine inandığın kimseyi, Rabbinin yoluna çagır. Biz hapiste olduğumuz için üzülme. Bizden mervi veya bize nispet edilen bir haber sana ulaştığında, yanlış olduğunu bilsen bile, sakın bu batıldır deme; zira sen onu niçin söylediğimizi nasıl vasıflandırdığımızı bilemezsin” (el keşi rical 368 s.) Takıyyenin sebeplerinden bir diğeri de, Sii taraftarına teseyyu üzere olduklarını yalan vaatlerle ispat etmeye çalısmıs olmalarıdır. Kuleyni, Ali b. Yaktin’den su rivayeti naklerde: “Ali b. Yakin oğluna söyle demiştir: Ebul Hasan, Sia’nın yüz senedir emellerle büyüdüğünü söylemiştir; böyle söylemesine rağmen söylendiği gibi olmamıştır. Ali de söyle demiştir: Size söylenen, yalnız bir kaynaktan gelmektedir; fakat Cafer’le ilgili olan mesele bahsedildiği gibi olmustur. Bizim işimiz ise, henüz gerçekleşmedi; emellerle uyarlandık durduk. Eğer bize, bu iş iki ya da üç yüzyıldan aşağı olmaz denseydi, kalpler katılaşır, insanların hepsi 1slam’dan dönerdi; fakat onlar, insanların kalplerini ısındıracak, rahatlamalarını sağlayacak şeyler söylediler”( Kuleyni, Kafi s.223) Yine şia akidesenin tezatlarını göstermesi acısından Nevbahti’nin kitabında bahsedilen bir husu; Süleyman b. Cerrir’den naklettiği bir rivayet te“O taraftarlarına söyle demiştir: Rafizilerin imamları, taraftarlarına iki kelime beyan ederler. Onlar bu iki kelime sayesinde, imamlarında hiç birinin asla yalan söylemediğine inanırlar. Bunlar “beda” ve “takıyye” dir. Sii imamlar, olmuş ve olacağa ait haberler ve yarın ne olacağının bilinmesi hususunda, taraftarlarına, kendilerini, peygamberlerin makamında gösterirler. Taraftarlarına, yarın ve ileride gelecek günlerde söyle söyle olacaktır dediler. Söyledikleri gerçekleştiği zaman, biz size, bunun böyle olacağını daha önce söylemedik mi? Allah’ın nebilerine bildirdiklerini biz de biliriz; Allah’tan ilim, alırız, dediler. Eğer olacağını söyledikleri şey tahakkuk etmezse, taraftarlarına, Allah’ın bu hususta beda yaptığını söylediler. Takıyyeye gelince, helal, haram ve din ile ilgili diğer konulardaki meseleler çoğalınca, imamlar gelen sorulara cevap verdiler. Soru soran taraftarları, aldıkları cevabı ezberlediler ve daha sonra yazıp tedvin ettiler. İmamlar ise, vermiş oldukları cevapları hıfz etmediklerinden, bir süre sonra unuttular; çünkü meseleler, ne bir günde, ne bir ayda, daha doğrusu farklı senelerde, farklı zamanlarda ve aylarda rivayet olundu. Böylece bir mesele hakkında muhtelif ve birbirine zıt cevaplar, farklı meselelerde de birbirinin aynı olan cevaplar ortaya çıktı.. Taraftarları bu durumu anlayınca, cevaplardaki karışıklığı ve farklılığı imamlara yüklediler; sebebini sordular ve öğrendiklerinde de onları ayıpladırlar. Bu nasıl caiz olabilir? Zira imamları kendilerine, “biz bu cevabı takıyye icabı verdik, nasıl istersek öyle cevap veririz; çünkü bu bize kalmış bir istir. Biz, size faydalı olan şeyi, bekanızın nerede olduğunu, düşmanımızı savuşturmayı sizden daha iyi biliriz”, demekteydiler. imamların yalan söyledikleri ne zaman ortaya çıktı ve onların hak veya batıl üzere oldukları ne zaman bilindi de, Ebu Cafer’in taraftarlarından bir grup bu iddiada bulundu ve Ebu Cafer’in imametini kabul etmediler” ( Nevbahti, Fırakus Sia s. 85-87) Şianın yalancıları Kaynaklar incelendiğinde görülmektedir ki Şiacıların inanc dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî ve oğlu gibileri bunları meşhurlarındandır. El-Kelbî, sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili rivayetlerin de sahibidir. Sahabe kusurları ile alakalı yazdığı kitap, şianın sahabe hakkındaki ana kaynağıdır ki, bunun büyük bir çoğunluğu yalanlarda doludur. Diğer kısımları ise tahrif edilmiştir. Şiilerin sahabe ile ilgili inanclarını oluşturan yalan ve tahriflerden oluşan bu görüşlerin sahipleri, Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibilerdir. Şiiler görüşlerine delil olarak Hişam el-Kelbî'nin eserlerini gösterirler. Hâlbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır. İbn-i Hibban, Tebuzeki, Hemam: El-Kelbî,’nin sebe olduğunu ve kendisinin “Ben Sebeîyim” dediğini işittiklerini söylüyor. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır. İbn-i Hibban, Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır demektedir. Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor: Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor: Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor: Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim: Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim. Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında , “İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.” Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor. İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor. El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de: “Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor. İbni Hibban da şöyle diyor: “Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.” İkincisi: Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil rivayetlerde ashabın noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için kusur olmaktan çıkarlar Şiacılar Kelbî'yi ehlisünnet aleyhinde hüccet (!) olarak saymakta ve eserlerini delil göstermektedirler. Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları alenen görünmektedir. Çünkü şianın temel inancından birisi zaten takiyyedir. Konuya bütünden bakıldığı zaman görülmektedir ki şia takiyyeyi uydurdukları inanclarına kılıf bulmak için yalanı kamufle amcıyla kullanmaktadır. Bunun adını da takiyye koyuyorlar. Mübalağa sanatıda bir sanat olmaktan cıkmış hakikat gibi algılanmak şeklini almıştır. Yalan, hile ve ikiyüzlülüğün bütün üsluplarını mubah saymaktadırlar Şiayı bütün itikadi boyutuyla inceleyen hiçbir kimse, takıyyenin sırf yalan amaclı kullanıldığından şüphe etmezler. Önemli olan bu incelemenin bir savunma refleksi içinde yapılmamasıdır. Şia takiyenin uygulama konusunda da kendi aralarında bir birlik sağlayamamışlar Takiyye farklı zamanlarda farklı önderler tarafından farklı farklı yorumlanmıştır Tabi ki bu hakkın gizlenmesi ve batılın izharından başka bir şey değildir. Bu inanç sistemi yalan üzerine kurulmuş yalan ile yürümekte olan bir yapıdır. İslam dini insanlığa dosdoğru olun derken Hz Peygamberimiz yine doğruluğu son veda haccında vurgulayıp binlerce insanı şahit tutmuşken, Resulullah sav. Nitekim Buhari ve Müslim şu hadisi rivayet ederler: “ Doğruluktan ayrılmayın; zira doğruluk, iyiliğe, iyilik ise cennete götürür. İnsan doğrulukta ve doğruyu aramakta sebat ederse, Allah indinde sıddik olarak yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. İnsan, yalan söylemekte, yalancılıkta ısrar eder, yalanı aramakta diretirse, Allah indinde yalancı olarak yazılır” demişken yalancılığı dinin akidesi haline getir ve bunu dinin gereği sayarsan tabi ki buna İslam denmez. Şiiliğin yapısı incelendiğinde buna ihtiyacının çok fazla olduğu bununla tutunabileceği görülmektedir. İyi de dini ve dünyevi meselelerde, böyle bir itikada sahip olan bir kimseye güvenilebilinirmi? Böyle bir insan, Kitaba ve Sünnetle ilgili ne zaman doğruları söyleyeceği bilinebilir mi? Bu tip âlimlere inanılır mı? Onların, ne zaman takıyye ile amel edip, ne zaman etmediklerini kim bilebilir? Bu dini bozmak, islam’ın temelini yıkmak, Allah’ın Kitabı’nın ayetleri ile oynamak değil midir!? Eğer islamın onuru Şii’ler için önemli sayılıyorsa ki bundan şüphe edilmez. takıyye meselesinde, akidesine ve şahsına saygılı şerefli insanlar gibi davranmalı ve güzel ahlaktan olan şeref ve haysiyetini muhafaza etmelidirler!.. Kişilikdeki ikiliğin, doğrulukla bağdaşmadığını, bunun samimi bir Müslüman da bulunan vasıflara ters düştüğünü söz ile davranışı arasında ki dengesizliğin meydana getirdiği psikolojik tesirleri dikkate almalıdırlar.Gerçek bir Müslüman İslam camiasının doğru görmediği gizli ve açık her söz ve davranıştan vazgeçmeli, mürai ve aldatan insan halinde görünmekten sakınmalıdır!.. Şii kitlelerin, hassaten kültürlülerin şahsi gayelerle kendilerini bu girdaplı yollara sevkeden mezhep liderlerini gerçek anlamda sorgulamalıdırlar. Şu unutmamalıdırlar ki; İslam, Müslümanlar’ın uymak zorunda oldukları bir ahlak temeli getirmiştir. Bu temel, Müslüman’ın aldatıcı, riyakar olmamasını aleyhinde de olsa davranışının doğru, sözünün doğru ve dürüst olmasını emrediyor. Bu temele göre, iyi her yerde iyi, köktü de her yerde kötüdür!.. İmam Sadık’a nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir!..” sözü büyük bir imama karşı iftiradan ve yalandan başka bir şey değildir!..Bu söz ona karşı son derece saygısızlığın ifadesidir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)