12 Haziran 2009 Cuma

Şiilerin amacı vahdetmi yayılmacılık mı?

ŞİİLİK HAKİKİ ŞİA NIN YOLU DEĞİLDİR. ŞİACILARIN YORUMUDUR NASIL MI?

İslamın gelmesiyle insanlığın şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşması ve Hazreti Peygamber döneminde İslâmiyet’in Mekke, Medine ve diğer bölgelere yayılması, cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrinin başlaması ile ışığı sönen Yahudiliğin kan kaybetmeye başlaması, birçok Yahudi cemaatinin İslamlaşması Yahudilerin harekete geçmesini gerektiren en büyük neden olmuştur. Geçmişte Hz İsa ve havarilerine yaptıkları düşmanlıklar meyvesini vermiş Hıristiyanlığı gerçek mecrasından uzaklaştırıp amaçlarına ulaşmışlardı. İslam peygamberinin kendilerinden olmamasını bir türlü hazmedememiş, buna ilaveten asrısaadetin ilk dönemlerinde Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethedilmesi onları çıldırtmaya yetmişti. Yahudi cemaatinin kanaat önderleri ıslama karşı yeni bir strateji geliştirmeleri gerekiyordu. Geliştirilecek bu planı yürütecek kişiler, uygulama yer ve zamanı, uygulama sürecinin çok iyi belirlenmesi gerekiyordu. İşte Yahudilerin ıslama hediyesi bu planın en büyük zehirli meyvesi şiacılık olmuştur. Şimdi bu planın kurgusu ve başarısında kimlerin etkin olduğu, kimlerin kullanıldığı, hangi şartlardan faydalanıldığını tarihin aydınlık sayfalarından ışık alarak karanlıklarda saklanılmaya çalışılan safhalarını görmeye çalışalım.
İslam düşmanlarının yapmak istedikleri şey, İslamın itikadı ve fıkıh anlayışını dumura uğratmak bozmak, gözden düşürmek, bölmek, parçalamak, sonuçta yok etmek üzere dizayn edilmiş bir anlayışı geliştirmek istemişlerdir. Tüm yaklaşımlarında bu gözlemlenebilir. Yani hakikatin tersine çevrilmesi. Bunları kısa kısa özet halinde incelersek daha net ortaya çıkacaktır. Bunu basit bir örnekle ile örenklendirirsek yine bir Yahudi ürünü olan sosyalizm felsefesi oluşturulurken, doğru veya yanlışını gözetmeden kapitalizm anlayışındaki bütün merhalelerin tersini benimsemesi gibi. Birisi toplumcudur diğeri ferdiyetçi, birisi liberaldir diğeri devletçi, birisinde inanç vardır diğerinde din sömürü aracı sayılmıştır. Bunun gibi İslam inancında ne önemli sayıldıysa onun karşısına mutlaka bir şey çıkartılması, yıkılması mümkün olanları yok etme, mümkün olmayanların gücünü zayıflatma ve güven duygusunun sarsılması hedeflemiştir.
Bunları örneklendirirsek; İslam inancında peygamberler vardır, şiada peygamber inancını doğrudan kaldıramasa da yerine, onlardan daha güçlü, daha fazla yetkilerle donatılan geçmiş ve geleceği bilen, kendi ölecekleri vakti bile tayin eden, evrendeki bütün olayları iradesi ile yönlendiren, yöneten masum imamları ortaya konulmuştur. Hatta Hz Peygamberimizin görevini sadece imamları tayin etmekle sınırlandırmıştır. Bu inancları ile ilgili Kuranda en ufak bir delilin bulunmaması nenediyle de Yüce Allah’ın “biz koruyacağız” dediği Kuran ı kerimi iki şekildi tahrif etmeye kalkışmışlardır. Kuran ın değiştirildiği eksiltme ve ilaveler yapıldığı konusunda çeşitli görüşler ortaya koyarak kurana olan güven duygusunu yıkmaya calışmışlar, diğer stratejisinde uydurdukları akidelerine delil bulma adına Kuranın anlam ve manasını tevil etme yoluna gitmişlerdir. İmamlar adına uydurdukları hadislerle de bunu desteklemişlerdir. Şia da Allah’ın birliğine iman vardır, fakat bu inancı tezata düşürecek uygulamaları mevcuttur. İsteklerini Allah’tan başkalarına da yöneltir ve kullardan da isterler ve "Ya Ali, Ya Hüseyin, Ya Zeyneb" derler. Allah'tan başkasına kurban keserler ve adak adarlar Kendilerince malum duaları vardır. Bu dualarla ibadet ederler. Hatta şiada bazı gruplar Allah’ın Hz Ali nin dinde imtiyazlı bir tabaka olduğunu yayarlar ve bu imtiyazın veraset yoluyla oğullarına geçtiğini öğretirler. Allah'ı bilmenin akıl ile Kur’an ayetlerinin aklın te'kidi mahiyetinde olduğuna. Onlara göre Kur'an aklın eriştiği marifeti kuvvetlendirdiğine Kur’an’ın yeni şey getirmediğine inanırlar. İslami gelecek nesillere taşıyan, peygamberimizin en yakın güzide arkadaşlarını, akrabalarını, hanımlarını, kısacası sahabelerin anlattıkları hususlardan şüphe duyulmasını sağlamak için çeşitli iftira ve yalanlarla itibarlarını yok etmek en büyük stratejileridir. Bu yöntem ile, Hz. Peygamberin hayat tarzı ve sünneti ile gelecek nesiller arasındaki köprüyü yıkmayı amaçlamışlar bunu için de ellerinden gelen her türlü hile düzenbazlık yalan ve iftiraları yaymaktan nesilden nesile taşımaktan yılmamış bıkmamışlardır. Yüz binlerce sahabeyi küfürle, itham etmiş, onları küfürde saymayanların, onlara lanet okumayanların dinden çıktığını hadis anlayışlarına koymuşlardır.
Sağlığında Hz Ali nin yakınında bulunan sadece on sahabeyi Müslüman saymışlar, Bu sahabelerin sadece taraftar olmaları onlara yetmiş, ama inanç ve itikat anlayışlarına bakmaya ihtiyaç duymamışlardır.
Şiilerin İslam anlayışının karşısına getirdikleri hususlar örneklendirmek gerekirse;
İslamın farz saydığı beş vakit namazı üç vakitde kılmayı getirmişler, Müslümanların dua ederken, namaz kılarken yöneldikleri bir tek Ka'besi bulunurken onlar Allah’ın Ka'besi dışında kendilerine birçok Kâbecik daha ilave etmişlerdir. Hz. Ali şehid edilip Küfe mescidi ile evleri arasındaki bir yerde defnedilmesine rağmen, Şiiler, Ali (r.a.) Mugira b. Şubenin kabrine defnedildiğine inanırlar. Onlar bu kabri en kutsal bir Kâbe kabul etmişlerdir. Kâbe (!) olarak kabul ettikleri kabirlerden birisi de, Hz. Hüseyin'e (r.a.) nispet ettikleri kabirdir. Orada namaz kılarlar çok farklı tapınma gösterileri sunarlar. Cenab-ı Allah (c.c.), emredildikleri ve haber verdiği hususlarda Peygamberlere itaat ve onları tasdik etmek için emir buyurmasına rağmen hırıstiyanlar o kadar aşırı gitti ki, İsa'yı (a.s.) Allah (c.c.)'a ortak koştular, dinini değiştirerek Ona isyan ettiler. Bu aşırılıklarıyla dinden de çıktılar. Aynı şekilde Şiacılarda onlara benzeme yolunda Peygamberler ve imamlar hakkında aşırı gittiler. Öyle ki onlardan bazıları Allah (c.c.)'tan başka rablar edindiler. Peygamberlerin tevbe ve istiğfarlarını haber veren nassı bile yalanladılar. Mescidlerde Cuma ve cemaate engel olup, kabirlerin başında büyük topluluklar meydana getirerek Onları yüceltirler, hacceder gibi yaparlar. Hatta bazıları daha aşırı giderek o kabirleri tavaf etmenin daha büyük bir ibadet olduğunu iddia ettiler.
Bunları yakın görmeden bu kabirlerle alakalı bağlarını anlamak mümkün değildir. Oysa bu konuda sevgili Peygamberimiz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar.” (Buhari, Salat: 48, Cenaiz: 62, Müslim. Mesacid:19, Ahmed: 1/218)
Başka bir hadisi şerifde,
“Allahım! kabrimi kendisine ibadet edilen put yapma. Allanın gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen milletin üzerine şiddetlendi.” buyururlar. (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246)
Emirul Müminin Ali (r.a.) de Ebul Heyyac Hayyan b. Huseyn el-Esedi'ye şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Tarumar etmediğin bir heykel ve düz etmediğin yüksek bir kabir bırakmayasın.” (Müslim. K. Cenaiz 93)

Cahiliye dönem örfünden olan ve Hz Peygamberimizin kaldırdığı mutayı helal saymış, kadına livatayı mubah görmüşlerdir. Ezanı muhammediyi değiştirmeyi, insan vücuduna işkence yaparak bir sevgi gösterisine dönüştürmeyi, imamların mezarlarını ziyaretini hacdan daha eftal, kerbela’yı Mekke’den daha üstün görmeyi inanç haline getiren Şia mimarları, bunların dışında yüzlerce konuda farklılaşmayı oluşturmaktan geri kalmamışlardır. Örneklendirmeye devam edersek; ehlibeyt İmamlarını yüceltme adına onlara kötü sıfatları yakıştırmayı(yalancılık, korkaklık, pısırıklık gibi.), Yahudi, Hıristiyan ve sasani kültürleri ve inançlarını dinin bir parçası haline getirmeyi, kuranda müminlerin anaları saydığı Hz Peygamberimizin hanımlarına hiçbir edebe ve insanlığa yakışmayacak tarzda ağza alınmayacak iftira atmayı, bütün bu süreçleri planlı bir şekilde yerli yerine oturmak için de alenen yalancılığı, iftirayı düzenbazlığı dinin temel esası saydıkları takiyye inancının içine koyarak yeni bir anlayış (Şia) geliştirdiklerini görmekteyiz. Ayrıca, herhangi bir olayı anlatan tarihi konuların anlam ve manasını değiştirmek için konunun bütünlüğünü bozup bir paragraf ve cümlesine başka yamalar yaparak tarihi ve olayları saptırdıklarını hayrı anlatan bir kıssayı şerre çevirdikleri bilinmektedir. Akidelerinde görülen boşlukları ve tezatları İlave ve cıkartmalarla icinin doldurulup geliştirmeye calıştıkları bütün süreclerde alenen acıktır. Şiacıların bu tarz hareketini, Hz. Ebû Bekir döneminde ortaya çıkan yalancı peygamberlerin yaptıklarına da benzetmek mümkündür. Onlar da din adına koydukları bir kuralı bir başka gün kaldırıyorlardı. Bu inancın birçok esası şah İsmail ve avenesi tarafından geliştirilmiştir. Hiçbir imamın diğer imamın içtihadına inanmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Hatta tamamen reddebilir. Taklidi imamlar din adına çok büyük yetkilerle donatılarak imtiyazlı bir sınıf oluşturulmuştur bu saltanat sahipleri toplumu istedikleri alanda yönetmeye yönlendirmeye yetkili kılınmıştır. Bu alanda da hırıstiyanlara benzemişlerdir. Onlar, Hz. İsayı Allah ın ortağı haline getirirken kiliseleri de İsa (a.s) makamına oturtmuşlardı.

Şiacılar ifrat ve tefrit alışkanlıkları öylesine zirveye çıkmıştır ki, sevdiklerini hâşâ ilahlik derecesine kadar, sevmediklerini de yedi kat yerin dibine sokmayı dinin bir esası sayarlar. Yine akîdelerinde ehlisünnetin mallarını ve kanlarını mubah sayar. Es-Sadûk, el-İllel’de, Davud b. Ferkad’a isnad ederek der ki: “Ebû Abdillah’a söyle dedim: “Nâsıbe (onlar Ehli Sünnet’e böyle derler) hakkında ne diyorsun?” dedi ki: “Kanı helaldir böylelikle senden korkar. Eğer kimse seni görmeden onlardan birinin üzerine duvar devirebilirsen veya denizde boğabilirsen bunu yap.” Dedim ki: “Onun malı hakkında ne dersin?” dedi ki: “Gücün yettiği kadarını al.( el-Mehâsinu’n-Nefsâniyye s.166) Başka bir rivayetlerinde, kendi doğumlarının dışında hiçbir doğanı temiz görmezler. Hasim el Bahranî, el-Burhan adlı tefsirinde, Meysem b. Yahya’dan o da Cafer b. Muhammed’den rivayet ediyor: “Hiçbir yeni doğan yoktur ki iblislerden bir iblis onun doğumunda hazır bulunmasın. Eğer doğan çocuğun bizim Sîamıza ait oldugunu öğrenirse şeytan uzaklaşır. Şîamızdan değilse şeytan Parmağını onun dübürüne sokar, zekerinden çıkarır. Eğer kız ise, parmağını fercine yerleştirir ve o facire olur. İste o anda çocuk annesinin karnından çıktığında şiddetle ağlar.( Hasim el-Behrânî; Tefsîru’l-Burhan (2/300). Bundan başka Kendi çocuklarının dışında kalan çocukları veledi zina sayarlar! Nitekim el-Kuleynî, er Ravdatun Mine’l-Kâfî adlı kitabında Ebû Hamza’dan, o da Ebû Cafer’den diyerek söyle nakleder: “Ona: “Bazı arkadaşlarımız muhaliflerine iftira atıyorlar” dedim. Bana: “Sussan iyi olur” dedi ve ekledi: “Vallahi ey Ebû Hamza! Şîamız dışında bütün insanlar fahişe çocuklarıdır.” (el-Kuleynî, er-Ravzatun Mine’l-Kâfî (8/285)

Şiacıların on beş asırdan beri İslamın gelişmesi şümullenmesi dünyaya yayılması konusunda en ufak bir çalışması her hangi bir projesi olmadığı gibi, tarih boyunca İslam için uğraşan müminlere düşmanlık yapmış, arkadan vurmuş, kâfirlerle beraber olarak binlerce müslümanın katline sebep olmuşlardır. Dünyaya yayılan İslam dininin önüne geçmek için geliştirdikleri stratejilerini her fırsatda uygulamaktan geri kalmamışlardır. Bugün geldikleri nokta da şartların onların lehine olması tamamen tesadüfî bir olgu mudur?. Bugünün şeytanı Amerika bu çoğrafyada yaptığı her manevranın kime ne faydası. Kime ne zararı var. Yüz yıllık geleceğini planlayan bu şeytan acaba yaptıklarını bilinçsizce mi yapmaktadır. Irak Lübnana, afganistana İsrail aracılığı ile sürekli filistine vurması yada vurdurması soruyorum hangi meshebi inancın gelişmesini sağlıyor? Bu şeytanın yaptıkları bu kadar hesapsız kitapsız mı?! İslam dünyasının yalnızca % 15 ini teşkil eden şiadan korkusundan mı yoksa daha geniş coğrafyaya yayılmasını sağlayarak islam dünyası icinde bölünmüşlüğün ve düşmanlığın artırılmasını sağlamak için mi? Bunu hissiyatı aşarak bir düşünmek ve çok iyi tahlil etmesi gerekmez mi?. Acaba şii kardeşlerimiz tarihte ve bugün kendileri üzerinde oynanan oyunları birde farklı acıdan bakmayı düşünürler mi ?. Der mezhebi anlayışı din yerine koyup hüküm vermenin pek doğru bir yaklaşım olmadığnı haddim olmadan söylemek isterim.
İnsanın aklına bu konuda çeşitli sorular gelebilir bunları da şöyle sıralayabiliriz.
Pekiyi; Şiilik ne zaman çıkmış, bunun islamla bir farkı var mı? Bu tezgahı kimler yapmış?. Niye yapmış?. Ne zaman yapmış? Ne adına yapmış? Bunlar bunu yaparken diğer Müslümanlar nerdeymiş? Geçmişte Şia stratejistleri bunları yapmışsa bugünün Şiileri bunu görmüyorlar mı? Aynı fikirdeler mi yoksa farklı fikirler ortaya kokuyorlar mı? Şii tarihçilerinin hepsimi aynı oyuna mı gelmiş? Geçmişte farklı fikirdeki toplumun kanaat önderleri bu konuları hiç mi tartışmamış? Bunlarla ilgili bilgi belge yok mu? Bunlar iftira mı? Şiilere amerikan ve Yahudiler düşmanı oldukları için mi bu iftiralar atılıyor? Bu görüşler evvelden de dile getiriliyor muydu, yoksa yeni mi gündeme geldi? Bunlar bir iddiamı yoksa ispatı delili belgeleri var mı? Bugünkü amerikan ve Yahudi planı gerçekten Şiileri yok etmek üzere mi hazırlanmış?
Bunları açarak örneklendirerek anlatmak da gereklidir.

Sapkınlıkların nasıl geliştiğini anlamak için İslamın ilk yıllarına o günkü şartlara, karşılaşılan güçlüklere iyi bakmak gerekir. Hz muhammed in dini tebliğe başladığında ve devamında karşılaştığı zorluklar konuya ilgisi olan her müslümanın malumudur. Zamanla İslamın kıtalara doğru yayılması bu güçlükleri ortadan kaldırmadığı gibi farklı engeller çıkmaya devam etmiştir. İslam karşıtı güçler hiç boş durmamış gelişmelerin önünde sürekli strateji geliştirmiş zamanla İslamın içine çeşitli fitne tohumları ekmişler bunda başarılı olmuşlardır. Bütün bunların nedenlerini anlayabilmek için öncelikle o günlere gitmek, şartları mevcut durumu çok iyi irdelemek gerekir.
Fitne faaliyetlere katkı sağlayanlar, kullanılanlar, içinde bulunanların ne yapmak istediklerinin iyi tespit edilmesi konunun anlaşılmasına hizmet edecektir. Çünkü bu husus tarih boyunca islam coğrafyasında çıban olmuş olmaya da devam edecektir. İnananlar bu konuyu iyi algılamalı, fitnenin amaçlarına hizmet etmemelidir. Bilakis bu tür inanç ve çalışmaların önünde dimdik durum gerçeği her zaman söylemelidir. Hak yalanın karışışında suspus olmamalı, gerçeği bir tokat gibi fitnenin suratına vurmalıdır. Yoksa nemelazımcılar dilsiz şeytan olmaktan kurtulamazlar. Bunları Şiileri kendi inanclarından uzaklaştırma adına değil, tarihi gerçeklerin ortaya çıkması insanların yanlış bilgilerle aldanmamaları adına yapılmalıdır.
Gerçek islam itikadı nasıl olmalıdır? Bunu bazı yörelerde nasıl bozmuşlar, bu sürecde kimi ve neleri kullanmışlar, hangi yalan ve iftiralarla insanları aldatmaktadırlar? İslama hizmet etmiş dünya coğrafyasının büyük bir kısmına islamı taşımış insanları karalamanın kime yararı var, amacı nedir? Gerçek islama ulaşmak için hangi kaynaklara ihtiyaç vardır? Sorusun cevabı ile konunun açıklanması gerektiğine inanıyorum. Ancak, bu konulara bütünüyle girmek hem konunun çok dışına çıkacak hem de çok büyük bir zaman isteyecektir. Bu anlamda bu konuların geneline kısa değinilse de bu hususlarda çok değerli ilmi kitaplar mevcuttur. Konumuz esas itibariyle İslam inancındaki sapmaların nedenleri ile bu sapkınlığın hakikat diye satılmaya çalışılmasıdır.
İslamın bilindiği üzere iki esas kaynağı vardır. Hz kuran ve Hz peygamberimiz, onun sözleri, fiilleri, anlayışı yani konunun merkezinde kendisi vardı. O hayat da iken fitne yeterince etkili olamıyordu. Cehalet güneşin karşısındaki kar gibi eriyordu. Çünkü asıl ortada olunca fitne kendiliğinden olmasa da kısa bir sürede etkisini kaybediyordu. O günlerde bir olay olunca, Hz peygamberimiz, ya doğrudan konuyu açıklıyor ya da vahyi bekliyor sonuçta bütün hususlar bir bir aydınlanıyordu. Müslüman görünen münafıklarda Allah tarafından bildiriliyordu. Bu konuda da sıkıntı yoktu. Bu konulara kısa bir değinmek ve o günün şartlarını hatırlamakta yarar var.

İslamın ilk günlerinden, ilk fitne tohumlarının ekilmeye başladığı günlere kadar; İslam medeniyetinin güçlü olduğu Mekke, Medine ve çevresindeki bölgelerde yaşayan insanların çoğu, İslamın oluşturduğu kültürü, gelişmeleri, olayların islamı manadaki yorumları, hazreti peygamberimizin, sözleri, yaşam biçimi, aile ilişkileri, ayetlerin gelme sebepleri ve bunların neler olduğunun bilinmesini doğrudan peygamberimizden öğreniliyordu. Bu öğrenme bazen sorular yöneltilerek bazen takip edilerek oluyordu. Tabi bunların inananlar içindeki yorumları ve herkesin her şeyi aynı ölçüde öğrenmesi her zaman mümkün olamayabiliyordu. Aile mahremiyetleri ile alakalı hususları hanımları, hayatın biraz daha dışarısını çocukları, torunları, yaşadığı çevrede sosyal ilişkiler genişledikçe sohbet ortamına en çok iştirak edenlerin öğrenisi diğerlerine göre daha avantajlıydı. Bunlarla birlikte peygamber efendimizden bilgilenen ondan islamı öğrenen, O’nun dürüstlük abidesi hamuru ile yoğrulan en yeni en taze ve gerçek bilgileri öğrenen ezberleyen ve toparlayan bir cemaat daha vardı ki bunlara ashabı suffa deniyordu. Ashabı suffa Mekke ve Medine ye hicret eden "fakir" ve "kimsesiz" Müslümanlardan oluşmaktaydı. Sayılarının en çok 400 kadar olduğu rivayet edilmektedir. Mescidi Nebevi sofasında kaldıkları için bu isimle anılmışlardır. Bunların çoğu uzun sureleri bile bir dinleyişte ezberleme yeteneğine sahip son derece zeki ve resulullaha bağlı, gecesini gündüzünü Hz peygamberimizin etrafında ilim öğrenmeye ayırmış kimselerdir. Bunlar, ayetlerin geliş sırasını, hangi olay üzerine geldiğini ve bu ayetlerle ilgili Hz peygamberimiz ne söylediğini, bu ayetleri nasıl uygulandığını, bunun nasıl anlaşılması gerektiğini, hiçbir tereddüt bırakmayacak şekilde öğrenmekteydiler. Çünkü bunların görevleri buydu. Hz peygamberimizin mektebinin öğrencisiydiler. Sonradan uydurulan ehlibeyt mektebinin değil. İşte bu güzide insanların önderliğinde sünnet anlayışı şekillenmiştir. O günkü ortamda Sahabiler, Anlamadıkları konularda veya bir problemle karşılaştıklarında Peygamber efendimize müracaat ederek ona soruyorlardı. Rasulullah da o sorunun cevabını biliyorsa onlara öğretiyor; Eger bilmiyorsa vahyin gelmesini bekliyor; vahiy gelmediği zamanlarda da kendi içtihadıyla hüküm veriyor onları yetiştiriyordu. Peygamber efendimiz (s.a.v) in bu öğretisi ashaba-ı kiram-ı sadece zâhirî bilgi vermek yoluyla değil, aynı zamanda onların manevi hastalıklarıyla bizzat ilgilenerek çeşitli tavsiyelerde bulunarak ve manevi tedavi usulünü kullanarak yetiştiriyordu. Bununla ilgili İslam tarihinde çok örnek mevcuttur. Birkaç örnek de verilebilir.Ubeyd bin ka'b şöyle buyurmuştur: "bir gün camide bulunduğum bir sırada adamın biri geldi ve kur'an okudu. Ben onun okumasını beğenmedim. Başka bir adam gelerek yine kur'an okudu. Onun kıraati önceki adamın kıraati gibi değildi. Namazlarımızı bitirdikten sonra hepimiz peygamber efendim iz’in (s.a.v) yanına gittik. Ben dedim ki: "ya resûlallah! Bu kur'an okudu, ben onun okumasını beğenmedim. Bu da okudu daha çok beğendim. Peygamber efendimiz (s.a.v) ikisine de kur'an okuyun buyurdu. Onlar kur'an okudular, ikisinin kıraatini da güzel buldu. O zaman nefsime, önce okuyan kişinin okuması yanlış geldi. Cahiliye buğzu kalbime geldi. Peygamber efendimiz (s.a.v) kalbime vurdu ve bende şiddetli bir terleme oldu. Sanki Allah-u zülcelâl’ın tecelliyatını görüyor gibi oldum ve o düşünce benden gitti." ( muslim; fi beyan'il kur'an.)Zaman zaman islamdaki incelikleri anlayamayan sahabeye Peygamber efendimiz (s.a.v)' farklı yöntemler uygulayarak meseleseyi kavramasını sağlıyordu. Söz konususu ashabın kalbine vurması da o'nun bir yöntemi ve manevi tasarrufudur. Allah-u zülcelâl âyet-i kerimede: "O'dur ümmiler içinde kendilerinden olup onlara ayetlerini okuyan, onları temize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet öğreten.." (cuma;2) buyurmuştur.Görüldüğü gibi bir kısım insanlar her konuda yeterli terbiyeye tabii olup istenilen olgunluğa ulaşmakta iken, diğer tarafa aynı ortamda yaşayıp aynı havayı teneffüs etme şansını geri tepen yapıda münafıklarda mevcuttu. İslam toplumu içinde görünüp ciban oluşturan bu yapı daha sonraki fitne hareketlerinin de başlangıcı sayılıyordu. Çünkü münafıklar kendi davalarından asla vaz geçmediler. Her zayıf dönemde islamı gelişmelerin önüne engel olmaya devam ettiler. Şöyle ki; Hz Peygamberimizin hicretinde Medine de yaklaşık on bin insan yaşıyordu. Bunlardan beş bini Yahudi idi. Peyfamberimizin Medineye hicreti ile liderlik sevdasında olan bazı grupların hayallerinin suya düşmesi islama olan düşmanlıklarını artmasına sebep olmuş uzun süre fitne hareketlerinden vazgecmemişlerdir. Bu hareketler daha sonra da fethedilen bölgelere sirayet etmiştir. Bu sürecte münafıkların her an islama bir sekte vurmak için pusuda yattığı fırsatını buldukca da hedefleri doğrultusunda eylemler yaptığı görülmüştür. Bir birinden farkıl amaçlarla ortaya cıkan fitne hareketleri, sonuçta birbirini doğurarak islamın birlik ve bütünlüğünü tefhit inancını yok etmek amacında birleşiyorlardı. Bunlardan bir kısmını özetlersek;
Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfiklardı.Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.(Müslim, 5/182-183)Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü. (Tabakât, 3/540)Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve "Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfikûn Sûresi nazil olmuştu.Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e, "Ey Ebû Hubab! Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:"Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!" (Tefsir-i Taberî, 28/116)Abdullah bin Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:"Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!" (Müslim, 5/183; Müsned, 5/203)Münafıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı.Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak, Uhud Harbinde Müslümanların moralini bozmak psikolojik yıkıntıya uğratmak için Abdullah bin Übey'e uyarak savaşı ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki Yahudîler, 1.Müslim, 5:183; Müsned, 5203. "Tevrât'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!" diyerek bir kısmı îmân etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.(Sîre, 3/174-175; Tabakât, 1/174; Müslim, 8/128-129; Müsned, 4/239-240)Bedevî diye adlandırılan çöl arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..." (Tevbe Sûresi, 101)Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: "Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti." (Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9) Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı.Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de "Îmân edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz' derler." (Bakara Sûresi) 14 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, "Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar: "Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!" der.Sonra Hz. Ömer'in elini tutar, "Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.Sonra Hz. Ali'nin elini tutar: "Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in Efendisi" der.Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, "Abdullah! Allah'tan kork, münâfıklık etme! Çünkü münâfıklar Allah'ın en şerir mahlûklarıdır" der.Bunun üzerine İbni Übey, "Ey Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.Sonra Abdullah bin Übey arkadâşlarına dönerek, "Gördünüz mü nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der. (Hamdi Yazır, Tefsir, 1/237-238)Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur. Münâfıklar, Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti artırır. Bu sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur. (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s.35)Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.2) Onların, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına geçmelerini temin edebilmek.( Hamdi Yazır, Tefsir, 1/241)Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve "Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: "Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!"Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, "Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür."Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek, "Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi" derler.Bu sözlerini duyan Efendimiz, "Evet, vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip a513. Müsned, 5/203Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur. (İstiâb, 1/288)Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey'in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hâsıl olmuştu. Hattâ geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi. (Tefsir-i Taberî, 4/73rayın!")Aynı şekilde, Hendek harbinin en kritik anında zor koşulları altında bulunan Müslümanların direncini yıkmaya calışan Münafıklar, "Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefîletle beklemek akıl kârı değildir" diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, "Evlerimiz Medine'nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır" diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, "Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye konuşmuştu.Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir. O zor şartlara rağmen Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim, Sa'd bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:"Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme. Vallahi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar."Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:"Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz."Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:"Onlardan bir topluluk da, 'Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün' diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, 'Evlerimiz korunmasız' diyerek Peygamberden izin istiyordu; hâlbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu."
Müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat "Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?" diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:"Muhammed size Kayser ve Kisranın hazinelerini va'dediyor! Hâlbuki şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!"Va'dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka birşey va'detmiyor."Kur'ânı Kerim bu hususa da işâret eder. Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü'minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü onlar, Yüce Allah'ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va'dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. Allah'ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.Münafıklar ise, tam tersine, Medine'yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashabı Kirâmın vücudlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü'minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı.Kur'an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:"Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musîbetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü'minler 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah'ın yardımı yakındır."
Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât, "Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarından şöyle bahseder:"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır." (Tevbe Sûresi , 81-82)Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü'l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: "Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!"Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Mustalık gazası dönüşünde defi hacet yapmak amacıyla devesinden inen hz Aişe yitirdiği kolyeyi aramaya koyulunca seferden geri kalmış kafilenin gittiği görünce çok korkmuş benim devede olmadığımı anlarlarsa geri dönüp beni alırlar düşüncesiyle olduğu yerde beklemeye başlamış ve uyuyakalmıştı. Ordunun ardında kalıp geriden takip eden Safvan b. Muattal, Hz Aişeyi tanımış devesine bindirerek kervana yetişmeye calışırken Yolda kendi kabilesinden birtopluluk içinde bulunan baş münafık Abdullah b. Übeyy´e rastlamışlardı. Abdullah b. Übeyy: gelenin Hz Aişe olduğunu öğrenince"Ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam Âişe´den dolayı kurtulur.[ Zemahşerf, Keşşaf, c. 3, s. 52, Neseff, Medârik, c. 3, s. 134]Demek peygamberinizin ailesi bir adamla gecelemiş, sabaha kadar kalmış!Sonra da, adam devesinin yularından tutup onunla yanınıza gelmiş hâ?l" diyerek ilk yaygarayı koparmıştı . (Taberî, Tefsfr, c. 18, s. 89, Zemahşerf, Keşşaf, c. 3, s. 52.]Bu iftira dilden dile dolaşmış muhataplarını son derece üzmüş ve bütün ümmeti sıkıntıya sokmuştu. Bu iftiradan haberi olmayan Hz. Âişe günlerce hasta yatmış meseleyi öğrendiğinde “O kadar gözyaşı döktüm ki, annemle babam, ağlamaktan ciğerlerim parçalanacak sandılar, iftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış. Vallahi, benim bun­ların hiçbirinden haberim yoktu.[ İbn İshak, İbn Hişam, c. 3, s. 311 , Vâkıdî, c. 2, s. 429] demiştir.
Bu iftiracıların, başta Abdullah b. Übeyy b. Selûl ve Haz recilerden yanında bulunanlar olmak üzere, Hassan b. Sabit, Mıstah b. Üsâse ve Hamne binti Cahş ile halktan birtakım kimseler olduğunu görmekteyiz. Bu olay süresince Müslümanlar arasında bir sürü calkantılar olmuş, müminler büyük üzüntüler yaşamış sonunda Cenabı Allah Hz Aişeyi Nûr sûresi: 11-20. ayetler ile aklamıştır.
Müriysi Gazâsı sürecinde ordu, uygun bir yerde birkaç gün kamp kurdu, fakat beklenmedik bir olay daha fazla orada kalmalarını engelledi. Sahilde kom­şu olan Gıfar ve Cuheyne kabilelerinden iki adam kuyulardan birinin başında hangi tulumbanın kime ait olduğu konusunda tartışmaya başladılar. Tartışma bir sûre son­ra kavgaya dönüştü. Ömer (r.a.)'in atını yedeğinde götür­mesi İçin işe aldığı Gıfar'h: «Ey Kureyş,» diye yardım istedi. Cuheyne kabilesinden olan adam ise geleneksel müt­tefikleri olan Hazreçlileri yardıma çağırdı. Kızgın olan Muhacirler ve Ensar da hemen sahneye çıktı. Kılıçlar çe­kilmişti. Eğer Ashab'dan bazıları iki tarafın arasına gir­meseydi kan dökülebilirdi. Burada mesele sona ermiş ol­malıydı. Fakat bu sefer de genelde olduğundan çok müna­fık sefere katılmıştı. Bunun sebeplerinden biri de bölgenin tanıdık ve sulak bir bölge olması ve kolayca ganimet elde edilebileceği ümidi idi. Aslında kendi eski bakış açıla­rını değiştirmemişlerdi. Hâlâ Medine'den yapılan seferle­ri, dışarıdan biraz destekle Kureyş yapılan Hazreç ve Evs seferleri olarak görmekte ısrar ediyorlardı. Bu neden­le onlara göre kamp Kayleoğullarına aitti: Kureyşli sığın­tılar ise her yerde olduğu gibi orada da himaye altınday­dılar, îbn Ubey bu kafa yapısıyla etrafında bir grup ya­kın arkadaşı ile otururken kavga seslerini duymuştu, iç­lerinden biri meselenin ne olduğunu anlamak için gitti. Döndüğünde Ömer'in adamının suçlu olduğunu, çünkü ilk darbeyi onun vurduğunu söyledi. Gerçekten de öyleydi. Bu sözler, Hendek'te çekilen sıkıntılarını' hâlâ yanmakta olan korlarının birden bire alevlenmesine yol açtı. Muhammed (s.a.v.) ve diğer Muhacirler tüm Arabistan'ı on­ların aleyhine çevirene dek, beş yıl boyunca gerilim sü­rekli olarak artmıştı. Bunun yanı sıra toplumda Önemli bir rol oynayan zengin ve komşu yahudi kabilelerinin de kö­kü kazınmıştı, ikisi sürgün edilmiş, biri ise katledilmişti. Vadideki iç savaşa bir çözüm bulunması gerçekten gerek­liydi. Fakat îbn Ubey, kendisi kral seçilse idi, buna mut­laka bir çözüm bulacağından emin olduğunu söylüyordu. Şimdi de bu zavallı sığıntılar, efendilerinin kuyuya ulaş­masını engelleyecek kadar küstahlık edebiliyorlardı. «Bu kadar ileri gittiler ha!» dedi îbn Ubey. «Başa geçip, bizi geride bırakmaya ve kendi ülkemizde bizi bastırmaya çalışıyorlar. Bu Kureyşli Paspallarla bizim halimizi şu söz ne iyi ifade ediyor: 'Besle kargayı oysun gözünü. Tanrıya hamdolsun Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf ola­nı sürüp çıkaracak». "Bu muhâcirleri Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ortak ettiniz, şimdi size rakip olup üzerinize egemen oluyorlar. Medine'ye varınca bunları şehirden atalım" dedi. Halkanın yanında oturan Hazreç'li Zeyd adında bir çocuk doğruca Peygamber (s.a.v.)'e gitti ve İbn Ubey'in söylediklerini haber verdi. Peygamber' (s.a.v)'in birden bire rengi değişti. O sırada yanında olan Ömer, bu haini hemen öldürmeyi teklif etti. Fakat Peygam­ber (s.a.v.); "Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?""Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!" Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. O sırada Ensar'dan bi­ri gidip İbn Ubey'e çocuğun haber verdiklerini gerçekten söyleyip söylemediğini sormuştu. îbn Ubey doğruca Pey­gamber (s.a.v.)'e geldi ve böyle birşey söylemediğine ye­min etti. Sorun çıkmasını engellemek isteyen ve onun ya­nında olan birkaç Hazreç'li de onun söylediklerini doğrulamış, "Biz de müslümanız!" demişler ve Zeyd'i yalanlamışlardır. Resulullah ise vahy gelmediği için ve Allah o süreçte gaybını bildirmediği için konu ile alakalı kesin bir hükme varamamış, hatta bu sebeple Zeyd yalancı durumuna düştüğünü düşünerek üzüntüye kapılmıştır. Peygamber (s.a.v.) sanki mesele kapanmış gibi davrandı. Fakat sorundan uzaklaşmanın en iyi yolu insan­ların kafalarını başka bir şeyle meşgul etmekti. Bunun üze­rine Peygamber (s.a.v.) hemen yola çıkılmasını emretti. Daha Önce hiç bu vakitte yola çıkmamıştı: Hemen he­men öğle vaktiydi, namaz vakitlerinde kısa molalar vere­rek Öğleden sonra ve tüm gece, ertesi günün sıcaklığı bastırıncaya dek yolculuk ettiler. Kamp kurulması emredildiğinde adamlar o kadar yorulmuşlardı ki, hemen uykuya daldılar. Yolculuk sırasında Peygamber (s.a.v.), Müslü­manlar için İbn Ubey'in yerine Hazreç'in en ileri geleni olan Sa'd İbn Ubade (r.)'ye gizlice, kendisinin Zeyd'in doğ­ru söylediğine inandığını belirtti. «Ey Allah'ta Rasulü» de­di Sa'd, «Sen eğer istersen onu ortadan kaldırabilirsin. Çünkü o alçak ve zayıf, sen ise yüce ve güçlüsün.» Bunun­la birlikte Sa'd ondan îbn Ubey'e iyi davranmasını rica etti. Peygamber (s.a.v.) de bu konuyu bir daha gündeme getirmemeye karar vermişti. Fakat Sa'd'la konuştuktan kı­sa bir süre sonra artık mesele onun kontrolünden çıkmış­tı. Bunun üzerine münâfıklar hakkında, Münafikûn Sûresi adını alacak olan bir vahiy geldi. Sûre'nin bir âyetinde Zeyd'den isim olarak bahsetmese de onun söylediklerini sayıp, bunları söyleyenin doğru olduğu çınlatılıyordu. Peygamber (s,a.v,) Medine'ye varıncaya kadar bu sureyi Müslümanlara oku­madı. Fakat Zeyd'in yanına yaklaşıp kulağına eğilerek: «Senin kulağın doğru duydu ve Allah senin söyledikleri­ni tasdik etti» dedi. Kur'ân-ı Kerim, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret ediyordu."Münâfıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir." (Münâfikûn Sûresi)Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve "Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti.Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd: "Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti. O sırada îbn Ubey'in oğlu Abdullah, bu sözleri baba­sının söylediğini bildiği için büyük bir üzüntü içindeydi. Ona Ömer'in babasını öldürmek için Peygamber'den izin istediğini de söylemişlerdi. Abdullah kararın hemen verilip öldürme emrinin hemen uygulanmasından korkarak Pey­gamber (s.a.v.)'e gitti ve şöyle dedi. «Ey Allah'ın Rasulü. Bana Abdullah îbn Ubey'i öldürmeye karar verdiğini söy­lediler. Eğer bunu mutlaka yapacaksan, bana emret, gidip kafasını getireyim. Bütün Hazreç, babasına benden daha çok bağlılık ve acıma gösteren kimse olmadığını bilir. Öl­dürme görevini başkasına verirsen, nefsimin babamın ka­tilinin aramızda dolaşmasına dayanamayacağından korku­yorum. Buna dayanamayıj onu öldürebilirim. Böylece de bir kâfirin yerine bir mümini Öldürmüş olurum ve Ce­hennem ateşine atılırım.» Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: «Hayr, bırakın ona iyi davranalım, o bi­zimle olduğu müddetçe arkadaşımız olarak kalsın.»Yine Benî Müstalık seferi esnasında İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, "Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu. Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, "Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti.Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar." (Münâfıkûn Sûresi,4) Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
Abdullah bin Ubeyy ve ekibi her fırsatta Allah'ın dininden insanları alıkoymaya saptırmaya çevirmeye çalışmış ve bu yolda yeminlerini sözlerini kalkan yapmıştır. Hz. Ayşe'ye zina iftirası atan, Uhud'da peygamberi yalnız bırakan, her savaşta casusluk yapan ciddi bir düşmandır. Tebük savaşında da nice münafıkla birlikte savaşa katılmamıştır. Sefer dönüşü herkes Resulullah'a gelip mazeretlerini bildirmiştir. "Hastaydım, başım/midem ağrıyordu, karım hastaydı..." gibi tarih kaynaklarında bulunabilecek basit ve sudan/yalandan sebeplerle münafıklar müslümanların gazabından sıvışmışlardır, fakat ahirette Allah'ın azabı çok çetin olacaktır. Zaten Resulullah hiçbirine "Niye gelmedin?" diye sormamıştır, zira onların ne şerefsiz, yalancı adamlar olduğunu Allah Kur'an'da anlatmıştır. Hatta Allah onları öylesine aşağılamıştır ki, "elbise giydirilmiş keresteler" bir başka mealde "duvara dayandırılmış kütükler" olduklarını söylemiştir. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! (MÜNÂFiKÛN suresi 4. ayet)Bunların dışında birçok hadisede münafıklar Müslümanlar içindeki birlik ve beraberliği yıkmak amacıyla her türlü hinliği yapmışlar bunuda Müslüman kisvesi altında yapmaya calışmışlardır.
Bu tür kirli oyunların içinde asla sahabe yer almamış ancak, Yalnızca üç sahabi hiçbir mazeretlerinin olmadığını söyleyerek pişman olmuştur. Savaştan geri kalma günahıyla alakalı konuşan sahabi, Resulullah seferde ve kendisi evdeyken, göğün üzerine yıkıldığı gibi bir hisse kapıldığını anlatmış, derin pişmanlığını böyle ifade etmiştir. Bu üç sahabi diğer sahabiler tarafından dışlanmış, onlarla bütün ilişkilerini kesmiş hanımları yataklarını ayırmıştır. Bu sahabiler haftalarca gözyaşı dökmüş, tevbe etmiş, bir tanesi kendini mesciddeki sütunlardan birine bağlamış ve affedilene kadar yerinden ayrılmamak üzere söz vermiştir. Nihayet vahy geldiğinde, Allah bu üç sahabinin tevbelerini kabul ettiğini haber vermiştir. O gün mescidin bayram yerine döndüğü, sahabilerin ve bağışlananların mutluluk ve sevinçle şükrettiği, coştuğu, muteber hadis kitaplarında yazılıdır. Diğer tarafta, münafıklar tevbe etmek şöyle dursun, Resulullah'ın yanına çağrıldıklarında bile yüzlerini çevirip büyüklenmişlerdir. "Biz de müslümanız! Biz de inanıyoruz!" sözleriyle kendilerini mü'min çoğunluğun tepkisinden korurken, diğer taraftan insanları Allah yolundan alıkoyacak işler yapmış, sözler söylemişlerdir
Bu tür hareketler, Hz Ebu Bekir döneminde şekil değiştirmiş yalancı peygamber olarak devreye sokulmuştur. Hz Ebubekir in yalancı peygamberler ve münafıklara karşı actığı savaş sayesinde yatıştırılmıştır. Hz Ömer dönemi bu anlamda çok daha sakin gecirilmiş, ancak, Hz. Osman döneminde hem onun yumuşaklığı hemde bazı valilerin yanlış uygulamaları yüzünden yeniden hortladığını görüyoruz.
Münafıkların sahabe dönemindeki faaliyetlerini istismar eden şiacılar eskiden beri ashabı kiramın Kuranı Kerimde bazı ayetlerle suclandığını ifade eder bunları onların aleyhine kullanmayı kendi inancları acısından tek cıkar yol bulurlar. Aydınlık bir dönemi karartmaya calışan ve kendileri acısından kullanılacak bir malzeme olarak değerlendiren bu yapı, sahabenin adaletine güvenmenin doğru olmadığını çünkü onların peygamberimizden sonra sapıttıklarını söylerler. Bilindik amaclarına ulaşmak için kullandıkları bu mesele, sahabe içindeki münafıklaşanlardan ziyade, inananların içinde müslümanlaşmamış fakat Müslüman gibi görünen münafıkların bircok olaya mahal verdiğini gerceğidir. Yoksa peygamberimizden sonra itikadi acıdan münafıklaşan sahabe yoktur. İctihat farklılığı bulunan sahabe vardır. Buda gayet normaldir. Hz Peygamber den eğitim almış yetişkin bir sahabe vereceği kararda elbet kendi başına ictihat yapabilecektir. Yapmışlardır da, zaten şianın hazmedemediği de budur. Konunun aslına özet olarak dönersek;

Peygamberimizin vefatından sonraki fetih hareketleriyle İslam dünyası iyice büyüdü ve yeni problemler ortaya cıkmaya başladı.Bu bölgelere gönderilen Sahabiler, yeni sorunların çözümü konusunun merkezi idiler. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir bir çözüme ulaşmaya çalıştılar. Bunların yaklaşımları da birbirinden farklılık arzediyordu. Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadi yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah şekilci yaklaşıyor, Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli daha çok öne cıkartıyordu. Ancak, yeni kazanılan topraklardaki islam öğretisi merkezdeki ile aynı etkinlikte sürdürülmesinin imkânı yoktu. Okuma yazma yeterli değildi, iletişim haberleşme yok denecek kadar azdı. Bu şartlarda aynı birikimi değiştirilmeden yeni coğrafyalara taşınmasının ne kadar gerçekçi olabileceği ortadır. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, ulaştırmak, yapıları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a yoğun katılmalar oluyordu. Bu durum, Müslümanları sevindirse de mânevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, Müslümanlar istenilen kıvamda yetişemiyordu. Bunları bir anda İslami konularda eğitecek, aydınlatacak imkana bulmak oldukça zordu. O günkü şartlarda yeni kazanılan bölgelere nasıl ulaşılıyordu denilirse? Bilindiği gibi öncelikle bir vali atanıyordu. Arkasından o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı. Hatta Hz.Ömer halifeliği döneminde bu göreve gönderdiklerinin içinde Hz. Ali de vardı. Giden vali ve eğiticilerin gittikleri günden itibaren İslami yeni gelişmelerden yeterince haberdar olamayabiliyordu. O günün haberleşmesi buna izin vermiyordu. Merkezin gönderdiği insanların bile merkezdeki yeni gelişmelerden aynı anda aynı yeterlilikte haber alamadığı bir zaman dilimi. Gerçi haç mevsiminde bütün valilerin merkeze gelerek merkezle istişare yapma sistemi oluşturulmuştu ama bu fetih hareketlerindeki sürate karşı yetersiz kalıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı, olgunlaşma gelişme dönemlerinde islamın merkezinden uzak kalan toplumların dini anlayışlarında; hayat tarzlarında islam gerçeği ile örtüşmeyen bazı hususların olduğu, bazı geleneklerin din gibi algılandığı ve alışkanlıkların yıkılamadığı bilinmektedir. Bu da şartların getirdiği bir vakıadır. Burada şunu da söylemeden geçmek sanırım doğru olmayacak Mısır’ın ve İran’ın fetih hareketinde yaşanan sorunlar yüzünden mısır ve iran yeterince İslamlaşamamıştır. Sözkonusu fethedilen yerlerde islamın mısırlılaştığını, yine islamın İranlılaştığını görüyoruz. Oradaki gelenekci yapı özden kopamama daha sonraki sürecte islamın başına ceşitli sorunlar yaşattığı görülecektir. Yani buralar ciban başı olmaya namzet iki ayrı coğrafya olacaktır.

Şiiliğin oluşmasını sağlayan sebeplere gelirsek;

Kuran’a İslami yönetimin şekli konusunda net ifadelerin bulunmaması

Kuran’da Îslâmî yönetimin şekli konusunda net ifadeler bul­mamaktadır, bunun yerine, adeta içtimai bir mukavele şeklinde ortaya çıka­cak yönetimin özellikleri, vazifeleri ve uy­ması gereken kurallar söz konusu edildiği söylenebilir. Buna, bu konuda rasulüllah'ın da (s.a) Kesinlik ifade eden bir hadisinin bulunmaması eklenince, rasulüllah'tan sonra islâm devleti'nin başına kimin geçe­ceği sorunu bir bakıma ümmet'in istişaresi­ne, tercih ve tasvibine ve zamanın şartlarına ve uygulamalarına kalmış gibidir. Bu sebepten dolayı bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de Şiiliktir.
Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü­rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu inancın dini boyutları sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Onlara da Ali şia sı deniyordu. Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi ciddi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele­rin bulunduğu da bir gerçektir. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Daha sonraki gelişmelerde bu sahabeler Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Hz Alinin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el ensari gibi). Bunlar Şii inancının temelini oluşturan imamet vasfından, imamın masumluğundan ve bu özelliklerin sahibinin Hz Ali olduğundan her ne hikmetse haberdar değillerdi. O günlerde henüz bugünkü şekliyle bir Şiilik yoktu.

Hz Osman dönemindeki olumsuz gelişmeler
Hazreti Osman, medineye geldikten sonra sahabenin en sıkıntılı döneminde, susuzluğun en büyü sorun olduğu bir anda Efendimizin işaretiyle Rume kuyusunu Müslümanlar için satın alarak Müslümanların hizmetine sunmuştur. Tebük seferi hazırlığında ‘ceyşü’l-usre’ denen İslam ordusunun hazırlanmasında büyük gayret sarf etmiş, ticaret için hazırladığı üçyüz kadar deveyi yüküyle birlikte sadaka olarak vermişti. Buna mukabil Efendimiz de “Bundan sonra Osman’a yaptıkları zarar vermez.” Buyurmuştur. 12 yıllık Hilafeti sırasında da islam toplumuna pek çok iyi olay yaşatmıştır. Ordu ve donanmayı güçlendirmiş, Kıbrıs ve Rodos alınmıştır... Müslümanlar onun zamanında bütün Kuzey Afrika'yı aşarak İspanya'ya geçmişlerdir. Tarık Bin Ziyad'ın İspanya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması meşhurdur... Böylece koca yarımada kısa zamanda İSLAM egemenliği altına girmişti... Asya'da Horasan ve Taberistan bu dönemde fethedilmiştir. Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr naklettigine göre; “Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Bu dönemde Müslümanlar en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.” Denelerek zenginiliğin çok ileriye gittiği anlatılmaktadır. Bu dönemle ilgili olarak;
İslam toprakları Hz Osman döneminde yüz kat artmış buna mukabil genişleyen coğrafyaya aynı oranda nitelik olarak islamı öğretim sağlanamamıştır. Ayrıca, Hz Osman ın görevlendirdiği valilerin bazıları İslami hizmeti ön plana almayıp iyi yaşamak zengin olmak halkın dert ve sıkıntıları ile ilgilenmemek gibi tutum ve davranışlar içinde olması büyük bir huzursuzluk ve kargaşayı beraberinde getirmiş ayaklanmaların başlamasına sebep olmuştur. İslam düşmanlarının istismarına kapı açılmış ve bu kapı bir daha hiç kapanmamıştır. İlk alev mısırda tutuşturulmuştur. Bu konu ile alakalı Şii tarihçisi Ravdatil safa da:
“Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldi. Orada ilim ve takvalıymış gibi göründü ve böylece insanları kendine güvendirdi ve bozuk, yanlış ve çirkin emellerini terviç etmeye başladı. Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar.” (Ravdatil safa, s. 292 cilt 2, Farsça İran baskısı)

Sonuçta islam düşmanları bu konudaki stratejilerini gercekleştirdiler. Hz Osmanı şehit ettiler. Şehadetin ardından huzuru bozulan toplumun bir daha huzuru hiç eskisi gibi olmadı.

HZ. Ali Dönemindeki algılamalar

Hz. Ali’yi kelimelerle anlatmak kolay değil. O günkü gelişmeleri bilmek için o nu iyi tanımak gerekir. Hayatında hiç yalan söylememiş, yiğit, hakkı hukuku savunan, gerçekler karşısında susmayayacak kadar şerefli, onurlu, yiğitler yiğidi bir zattır. Pısırıklık, yalancılık, takiyyecilik, hile, desise ve düzenbazlık onun hayatında hiç olmamıştır. Hz. Ali, rasulullah’dan sonra ashâbı kiramın içinde en âlimi ve fakihlerin başında olanlardan idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfan vücuda gelmiş, en büyük bir ictihad kudreti tecelli etmişti. Hz. ebu bekir, hz ömer gibi sahâbe-i Güzîn’in âzımı daima ilmî, fıkhî meselelerde kendisiyle müzâkere ve müşâverede bulunur, kendisinin ilminden, faydalanırlardı. Ömer nasuhi bilmen Hz.li gerek dinde ince anlayış ve derin kavrayış sahibi olma özelliği ile gerek kadılık görevinde gerekse, başta Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesut (r.a.) Olmak üzere birçok sahabeden bu yönde yapılan çok sayıda nakline bakıldığında Hz. Ali nin bu özelliklerinin şüphesiz var olduğunu gösterir. Birkaç cümle ile örneklendirmek gerekirse;
Hz Ömer (r.a.) “içimizde en doğru ve yetkin hüküm verenimiz Ali idi” derken Abdullah b. Mesut, kendisiyle birlikte genel olarak sahabenin kanaatinin de bu yönde olduğunu belirtmiştir saîd b. Müseyyeb’in nakline göre yine Hz .Ömer, sorunların çözümünde, yanında yardımcısı olarak ebu’l-hasen’i olmayan bir sorunla karşılaşmaktan Allah’a sığınmıştır. Diğer taraftan Hz âişe (r.a.), sünneti en iyi bilen kişi olarak Hz. Ali’yi gösterirken; ibn Abbas (r.a.), ilmin onda dokuzunun Ali’de olduğunu, geriye kalan onda birde de ayrıca hissesinin bulunduğunu ifade etmiştir. Hz Ali’ Sahabenin bütünü gözünde de çok değerli olduğu anlaşılmaktadır. Hz Ali nin şahsiyeti ve onu tanıyanlar tarafından çok sevilmesini istismar eden fitne mensupları konuyu çok farklı bir mecraya çekmişler kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş ve birçok yalanlarını Hz. Ali ye mal etmişlerdir. Şöyle ki; Hz Ali hilafeti boyunca ırakta yaşadı. Oradaki insanlar Hz Ali yi yakından tanıdılar ve onu takdir ettiler. Bundan önceki sürecte Hz. Osman (R.A.) döneminde Mısır'da uygun ortamı bulup ortalığı bulandıran fitne hareketi daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklannda bulunan diğer şehir­ler, sünnet ve Hadis'in beşiği olmaya devam ederken Irak farklı anlayışların karargâhı haline geldi. Bu bölgede sürdürülmeye başlayan fitne faliyetleri sünnet ve hadis anlayışının gelişmesinin önüne Ali sevgisi ön plana cıkarttılar. HZ Peygamberimizden sonra Halifelik hakkının Hz. Ali de olduğunu iddia eden ve bunu dinin bir mecburiyeti sayan bu grup, fitneyi topluma yaymanın yöntemini Hz Ali yi kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Hz. Ali nin en ufak bir katsısı olmaksızın burada körü körüne ifrat derecesinde bir Ali taraftarlığı taban buldu. Bir daha bu topraklarda Ali sevgisinin yerini başka yönetimler dolduramadı. Çünkü diğer yönetimlerin gaspcı dini değiştiren olarak algılanması bu sevgi üzerinden topluma kazandırıldı.
Daha sonraki saltanat döneminde Irak'a vali olarak Ziyad b. Ebih'i gönderildi. Ziyad, hiçbir zaman Hz Ali nin yerini tutamadı. Saltanatın valisi olarak görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını sökemedi. Ziyad'dan sonra Yezid devrinde Irak'ın valiliğini Ziyad'ın oğlu yaptı. Bunun dö­neminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu. Daha sonraki Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğulları­na geçince Âbdülmelik vali olarak Irak'a meşhur Haccac'ı gönder­di. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şilik mezhebi daha da güçlendi.
Acaba hakikatten birinci halifelik hakkı Hz Ali nin hakkı mıydı? Ali yi sevmek ve islam itikadını bu sevgi üzerine oturtmak ıslamın kendisimiydi bunu kademe kademe göreceğiz. Halifelikle ile ilgili Hz Ali nin kendisine sorulan soruya verdiği cevaba bir bakalım.
Hz. Osman r.a’in şehid edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde “el fitnet’ül Kübrâ” (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra’ya gitmiş olan Hz.li Ra’a, Ibnu’l Kevva’ ve Kays b. Ibâd Basra’ya gidisinin sebebini sorup söyle dediler:
Bu konuda Resulullah’ın bana bir ahdi yoktur
“Müslümanların karsı karsıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Resûlallah (s.a.s.)’in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?” Hz.Ali r.a. su cevabi verdi:
“Bu konuda Resûlallah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahit yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnat eden ben olmayacağım. Şayet bu konuda Resûlallah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resûlallah (s.a.s.)’in emri olduğu için. Fakat Resûlallah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir’e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu.
Hanımlarından (Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Aişe) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, bu görevi Ebû Bekir’den almasını söyleyince kızdı ve “siz kadınlar Hz. Yusuf’un başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir’i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!” dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, isimize baktık ve Resûlallah (s.a.s.)’in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, İslâm’ın aslidir; o dinin emri, dinin direğidir.
Biz (bunun için) Ebû Bekir’e biat ettik ve o bu isin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir’e hakkım edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebû Bekir’in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti.
Böylece Ömer’e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer’e hakkim edâ ettim ve Ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)’e olan akrabalığımı, İslâm’da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyakatimi düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı.
Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım.
Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra, Osman b. Affan’ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktım. Ona itaatim ise, biatimden önce oldu. Böylece Osman’a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.
Vurulunca, kendi isime baktım. Resûlallah (s.a.s.)’in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn’deki (Mekke ve Medine’deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler.
Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resûlallah (s.a.s.)’e olan akrabalığı benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de İslâm’daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyla ben bu ise ondan (yâni Muaviye’den) daha lâyıktım!” demiştir.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s.), hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali’nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi. Bununla birlikte Namaz Islımın aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir İslâm tasavvur edilemez. Hz. Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.
Buradan anlaşılmaktadır ki, asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer’i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsümü verir miydi? Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’nin korkudan “takiyye” yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.(Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177–178) Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları.
HZ. Ali (r.a.) Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinden belli bir süre sonra, birçok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir'e biat etmiş halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiştir. Şayet halifelik Hz. Ebu Bekir'in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmezdi. Hz Ali (r.a.) de haklı olduğuna inandığı süre icinde Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi Hz.Ebu Bekirle de hiç korkmadan, yılmadan, takiyye yapmadan savaş durumuna girerdi. (Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi Hz. Ali'nin halife olması gerektiğine dair Kuran dan bir ayet veya Hz. Peygamber'den bir açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı ve Peygamberimizin sözünü sahabeye karşı delil olarak öne sürerdi. Muaviye ve Hariciler ile savaştığı gibi yanlışın üzerine gider onlarla savaşırdı. Şia düşüncesi Hz Ali yi korkak aciz, takiyyeci, hakkını savunamayan pısırık, şahsiyetsiz bir kişilik olarak göstermektedir ki, hâşâ Hz Ali yi bundan tenzih ederiz. Bu ididiaların içinde sadece Hz Ali ye hakaret yoktur. İslamın tüm değerlerine hakeret ve savaş vardır. Dikkat edilirse bu apacık görünen bir gercektir. Hem Hz. Peygamber'den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek, Allah Resûlünün arkadaşlarından onun yetiştirip fetih bölgelerine gönderdiği dostlarından, onun en yakın akrabalarından, bütün canı ve malı pahasına müşriklerin onca zulmüne katlanan can yoldaşlarından, nasıl böyle bir şey beklenebilir?. Bunlar madem bu kadar zayıf, iradesiz, en ufak bir zorluğa karşı boyun bükecek kadar aciz idi de, ne diye insanlık tarihindeki en büyük zulumle karşı en onurlu duruşu sergeleyip islamın gelişme sürecinin içinde oldular. Hz Peygambere en ihtiyac duyduğu zamanlar inanıp ona destek oldular. Bir gün sonra ihanet edip onca yaptıklarını boşa cıkarmak içinmi iman ettiler. Bu ne bicim bir mantık. Şia bunların ebu cehillerin yanında olmalarını nasıl izah ediyor ki karalamayı bu kadar kolay yapabiliyor. Bunların hiç birisi masum değildir. Hata yapabilirler. Haydi, bunların biri, ikisi, olmadı üçü, beşi şaşırdı yoldan cıktı diyelim. Olabilir mi? Olabilir. Ama yüz binin üzerinde Allah’ın gönderdiği tevhit dinine inanmış, hz Muhammedin ümmeti olma ile şereflenmiş onca insanını böyle bir yanlışlıkta birleşmesi, hiçbir aklın, hic bir bilmin kabülleneceği bir şey değildir. Böyle bir şeye sonsuzda bir ihtimal dahi verilemez. Akıllı olan bir insan bir şeye inanabilir. Ama akla, vicdana, insanlığa, insan onuruna yakışır bir şeye inanır. İnanırken de inandığı şeyin öz değerine yani Hz Peygambere saygısını kaybetmez. Bu inancının içinde zerre kadar peygamber inancına saygıdan asla söz edilemez. HZ Peygamber kendini tarif ediyor, onlar bunu değiştirmeye kalkıp yok sen öyle değil şöylesin deniyor. Hz Ali nin bu hususlarla ilgili onlarca söylemi var onu reddiyor Ali adına konuşuyorsunuz. Allah aşkına siz hem Allah, hem Peygamber hemde bütün sahabe hakkında bilip bilmeden konuşuyorsunuz. Siz kimsiniz? Kimin adına konuşuyorsunuz? Bu düşünce tarzı ve faaliyetlerinizle kime hizmet ediyorsunuz!?..... Bu kadar da olmaz! bu düpe düz edepsizlik, haddini bilmemezlik, terbiyesizlik tir. Bunun başka bir izahı asla olamaz.) Bu cumhuriyeti kurduk Osmanlıya reddi miras yapalım yaklaşımından daha acımasız daha zalimdir.
Başka bir husus da şudur ki; Ebu Bekir(r.a.), yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdı ve Hz. Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırarak altını mühürledi. Sonra bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmeleri teklif edildi, onlar da teklifi kabul ettiler. Sıra Hz. Ali'ye (r.a.) gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dedi.
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Hz. Ömer’in kendisinin de İran seferine katılmak istemesine karşın, Hz. Ali’nin buna karşı çıkarak “Ya Ömer, sen gitme, eğer sen bu savaşta şehit olacak olursan Ümmetin başı ortadan kalkmış olur, bu da ümmete ağır bir darbe olur. Ama eğer bir kumandan şehit olacak olursa onun yerine başka bir kumandan getirilir” diyerek onu sefere çıkmaktan alıkoyduğunu unutmamalıyız. Hz. Ali, Hz. Ömer’in uygulamalarına yer yer itirazlar getirmiş olduğuna bazı kaynaklarda rastlasak bile, onun hilafetinin İslam Ümmetinin esenliği ve salahı için korunması gerektiğini pratik tavrıyla ortaya koymuştur.Hulasa Hz. Ömer'in halifeliği de ittifakla sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (Seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyla Hz. Ömer oğlu Abdullah'ı da bu komisyona dahil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O'nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hz. Osman'ı seçerek ashabı huzurunda O'na biat eyledi. Sahabenin biati da O'nun biatini takib etti. Hz. Osman'ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O'nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada kalmıştı. İlk üç halife de oybirliği ile seçilmişti. Yani İslam’ın ileri gelenleri, kabile reisleri, büyük aile reisleri hep halife'ye biat etmişlerdi. Ama Hz. Ali’nin görevi üstlenmesinde şartlar böyle gelişmedi. Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, Hz Osmanı şehit eden capulcuların Hz Ali ye halife olması gerektiği konusundaki baskılar altında halka karsı irad ettiği bir hutbede söyle demiştir: “Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme isi sizin isinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, su anda dilerseniz bu isi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam...” Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156–157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna” sözü siiler'in asırlardır bu hususta uydurdukları yalanın boş bir iddia olduğunu da ortaya koyuyor. Bu iddialar “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.) Şiacılar ne Ali (ra) ne de onun nesli tarafından bu konularla ilgili dile getirdikleri hakikatları hiç görmek istemezler. Onlar için söz konusu zatların kendi söylemleri değil, imamlar adına uydurulanlarını muteber sayarlar.
Son gelişmeler insanların kafalarını bulandırmış ümmetin geleceği konusunda ümitler canlılığını yitirmiş çok zor bir dönemde ve kötü şartlar altında Hz. Ali halife olmuştu. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik ruhu yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir. Hatta Talha' da zorla getirip Aliye (r.a.) bîat ettirilmesi sağlanmıştı.. Hz. Ali işe Hz. Osman'ın katillerini aramakla başladı. Fakat bu kişiler tam tespit edilemedi. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup öcünü alıncaya kadar biat etmiyeceklerini ilan etti. Bu sürecten sonra İslam coğrafyasında ictihat farklılıkları sonucta da çeşitli karışıklıklar yaşandı. Farklı ictihatları şöyle sıralayabiliriz;
Bazıları Ali (r.a.) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerini birbirinden bağımsız olarak sürdürebileceklerine itiraz etmeyip razı oldular. Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir. Bir başka gurup da mutlaka Hz.Ali'nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı.Dördüncü bir gurup da Ali'nin (r.a.) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.Beşinci bir gurup da şöyle diyor: Halife Hz. Ali'dir. Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha hayırlıdır.” (Müslim Fiten: 3)Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor: “Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (c.c.) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.” (Buhari, Sulh: 9, Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi, Menakıb: 30)Bu hadis ile O'na “Islah yani Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu terkedeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:“Allah (c.c.) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her sadırganla da değil. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.” (Hucurat 49/9)Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (c.c.)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akibetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor: Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi: “Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi. İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir. İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha birçok ileri gelen sahabi Ali (r.a.) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor. İşte bu görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.
Hz.Ali ye halifelik sürecinde destek olup, onunla siyasi anlamda bir olanların bir kısmı, muaviye ile yaptığı savaşta Hz Ali hakem olayını kabul etti, oysa Kuran’daki "Allah’tan başka hakem yoktur!" mealindeki ayete dayanarak Hz Ali yi terk etmişlerdir. Savaşan iki tarafı da kâfir ilan etmişlerdir. Hatta bunlar sonucta Hz Ali nin şehit olmasını sağlamışlartır. Bu gruba başlangıçta Ali şiası dense de sonra ihanet ettikleri ve bu ayrılığı dinselleştirdiklerinden dolayı tarihte onlara harici denmiştir. Hz Ali halifeliği döneminde özellikle bunlarla uğraştı. Amcası Hz Abbası elci olarak gönderip onlara telkinde bulundu. Üzerlerine ordu gönderdi. Büyük kısmı esir edildi. Tövbe edenler affolundu. Kılıç artığı hariciler ise; hem hz. Ali'den, hem de muaviye'den kurtulmaya karar verdiler. Hakemlik yapan kurnaz amr'ı da öldüreceklerdi. Üç suikastçı hazırlandı. 661 yılında bir sabah namaz vakti ibni mülcem adındaki harici, Ali'yi zehirli bir hançer ile vurdu. Muaviye ise suikastı yaralı olarak atlattı. Aynı gün üçüncü kurban amr, camiye gitmediği için kurtuldu... Yani, ilahi takdir sanki sadece Ali'nin şahadet’ini onaylamıştı... Hikmet'inden sual olunmaz! Hz Ali nin samimi dostları, onu yukarda bahsedilen özelliklerinden dolayı sevenleri Hz Ali şehit olunca kimisi bir köşede ilim ve irfan dağıtmaya devam etmiş kimisi vefat etmiş, kimisi de yeni yönetimlerle beraber savaşlara katılmışlardır. Bu grup kendi görevlerini icra edip kendi alanlarına çekildi. Ali yi seven bu sahabeler diğer sahabelerle inanç birliği içindeydiler. Diğer sahabelerle tek farkları Hz. Ali yi çok sevmeleri siyaseten onunla beraber hareket etmeleridir. Mısır başlayıp ıraka taşınan ve içinde hiç sahabe olmayan fitne hareketi ile bunlar asla bir olmamışlar bu iki taraf birbiriyle karıştırmamalıdır. O dönemde taraftarlık olayı sadeve Ali ra ait değildi. Diğer lider sahabelerin de taraftarları şiası mevcuttu. Hatta tarihte ilk şiası yani belirgin bir taraftarı olan zat hz. Osmandır. Ancak, hiç birisi Hz Ali gibi mazlum bir duruma düşmediği ve haksızlığa uğramadığı için taraftarları tarihte yer alacak şekilde belirgin olmamıştır. HZ. Ali de HZ. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’den farklı davranmadı ve hilafet'i kendi oğullarına vasiyet etmediği görülür. Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir. İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’in Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nin de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam” rivayeti bunlardan birisidir. Öyle anlaşılıyor ki; Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim Eğer hilafet'i oğullarına vasiyet etseydi, hilafet hemen onun arkasından saltanat'a dönüşür, hanedanlık o zaman başlamış oluşurdu.


Hz. Ali üzerine oturtulan bazı tartışmalı konular ve hakikatler.
Şia mimarları koydukları düzeni korumak ve devamını sağlamak için tüm ihtimalleri hesap etmişler, tarihi konuları saptırmış, ayetleri yanlış yorumlamış, ayetlerin geliş ve nüzul sebeplerini gündeme getirmeden, ya da saptırarak bu alanda istediği gibi oynamış, önlerine çıkan ne varsa onu yok etmek için ne gerekiyorsa onu yapmışlardır. Onlar için tek kutsal kendi mezhepleri kendi kutsal değerleri olmuştur. Bu uğurda kendi kaynaklarında ki onlarca gerceği zaman zaman yok saymış başka yalanlarla onu karanlığa itmişlerdir. Mesela son zamanlarda bir kısım şiacılar, Hz Osman ile evlenen peygamberimizin kızlarının inkâr etmekten, Hz Ömer ile evlenen Hz Ali nin kızını yok saymaktan geri durmamışlardır. Hakikati çürütmek için ortaya konan bütün tarihi ve dini vesikalardaki delilleri karartmak için anında din adına üretmelere devam etmekteler, asla hiçbir yalan ve yanlışından vazgeçmemektedirler. Çünkü onların inançları mezhep taassubu üzerine kurulmuştur. Humeyni anayasasına İran ın resmi mezhebi Şiiliktir. Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir akidesini anayasanın değişmez kuralı olarak koymuştur. Oysa mezhep dinin bir yorumudur. Dinin kendisi değildir. Yorumlar asla dinin önüne geçemez. Bu inançta taassup, ifrat ve tefrit dinin değişmez kuralı en geçer akçesidir. Birinci halifelik hakkı Hz. Ali nin idiyse neden hakkını aramadı?. Gibi basit bir soruya, Hz Ebu Bekir’e biat için Hz. Ali’yi Kılıç Zoruyla Camiye Götürdüklerine Dair onlarca delil ortaya koymaya kalkarlar bu delil dedikleri şeyde yine tarihi bir olayın amacını ortaya koymadan bir metinden cımbızla çekilen bir cümlenin yalan, iftira ve profeke karışımı bir düzenin ajite edilip destanlaştırılmasından ibaret. O günkü ortamı ve şartları kısaca ortaya koyarsak; Hz peygamberimizin vefatı arifesinde zaten dışarı bir sefer söz konusu, Vefat olayının insanlar üzerindeki infial etkisi, yönetim sorununun baş göstermesi, iç düşmanların beklediği bir ortamı yakalamış olması, kabile halinde yaşayan bir toplumun yeni devlet olması ve yönetim anlayışı yeterince gelişmemiş olması, Hz peygamberden sonra devleti kimin yöneteceğinin daha önce hiç konuşulmuş olmaması, kabilecilik anlayışının hala toplum üzerinde büyük bir yerinin olması, bu şartlarda her hangi bir ortamda bir kabilenin toplanarak yönetimde ehil olmayan birini lider seçmesi an meselesi. Bu şartları gören olaya müdahale eden Hz. Peygamberimizin en yakın arkadaşı, kayınpederi, zaman zaman vakit namazlarını kıldırmasını istediği zat Hz Ebu Bekir halife seçilir. Hala şartlar düzelmiş değildir. Belli yörelerde yalancı peygamberler türemiş her birisi yeni bir din ortaya koymuş yeterli bilgisi olmayan insanları aldatıyorlar. Bütün
hissiyatı bir tarafa bırakarak Allah için düşünüldüğünde yönetimi zaafa düşürecek herhangi bir olayın hoş görülmesi mümkün değildir. Farklı tarih kitaplarına bakıldığında o günlerde toplumun içinde bulunduğu sorunlarının bu kadarla sınırlı kalmadığını görürüz. İslam camiasında çok büyük bir yeri olan Hz. Ali nin halifeye biatinin gecikmesi İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürdü. Dedikodular aldı yürüdü. Bir iç huzursuzluk baş gösterdi. Belli süre beklemede kalan yönetimin önderleri bu dedikodulardan ve huzursuzluklara sebep olacak biatin gecikmesini yüksek sesle dile getirir oldular. Bu dillendirmede haddini aşan cümleler konuşulmuş olabilir. Çeşitli tarih kitaplarına bakıldığında bu tür konuşmaların var olduğu da akside yazılı, ancak şia nın iddiaları doğrular türde bir konuşma yoktur. Şia kitaplarında bu konularda o kadar bilgi kirliliği var ki; coğu birbiriyle tezat. Sonuç olarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bugünden anlamak mümkün değil ancak hakkında konuşulan insanın kendi ifadesi bizce en doğru ifadedir. Mesele daha net bir halde ortaya konulursa; şianın bu konudaki iddiası;

Halifeye biat etmeyen Hz Ali’nin kapısına gelen Hz Ömer, yine ashaptan biat etmediğini bilinen bir grubunda Ali’nin (ra) evinde toplandıklarını öğrenince, onların biat etmeleri için dışarı çıkarılmasını istedi. Ama onlar dışarı çıkmaktan çekindiler. Ömer onların bu hareketini görünce odun toplattırıp şöyle dedi: “Ömer’in canı elinde olan Allah’a and olsun ki, ya dışarı çıkacaksınız veya evi içindekilerle birlikte yakacağım.”
Dediği ifade edilir. Birkaç kez tekrarlanan bu eylem sonunda zorla hz Ali nin biat ettirildiği, Hz Ömer’in bu tür girişimlerin bir seferinde içeriye girmeye zorladığında kapının arkasında kalan Hz Fatımanın sıkıştırıldığını, kaburga kemiğinin kırıldığını, ölümü nünde bundan olduğunu, hatta bazı şia kitaplarında Hz fatımanın hamile olduğu ve çocuğunun bu darptan düşürdüğü sonunda fazla yaşamadan bu olayın onun ölümüne sebep olduğu anlatılır. Hem ne anlatma olayın içine o kadar hissiyat ve istismar katılmış ki bu olay gerçek ten yaşanmış olsa, bilinçsizce okunmuş olsa, bu hissiyatla buna inanmamak, Hz Ömer’e düşman olmamak mümkün değil. Bu yazılımdan şunu anlıyoruz ki şia mimarları islama hizmeti olmuş lider vasıflı sahabeyi birinci düşman ilan edip yok etmek için en ufak boşluğu en inanılmaz bir abartı ve yalanla doldurmuş ve amacına bu şekilde ulaşmıştır ki, sonuçta bunu görüyoruz şiacıların Kuran ve Sahih hadislerde kendi doğrularını ispatlayacak en ufak bir delil bulamayınca, uydurdukları ve asıl mecrasından uzaklaştırdıkları tarihi olayları acite ederek bunun üstesinden gelmeyi amaçlamışlardır. Dikkat edilirse bütün yaklaşımları sempati kazanmaları taraftar bulmaya çalışmaları, hissiyatı istismardır. Neredeyse tamamı yalanla dolu şia Tarih kitapları bunun örnekleri ile doludur. Daha sonraki sürectede Kuranı tevil etmiş, inanclarına delil bulamadıkları hadisleri yok sayarak yerine kendileri uydurmuşlardır.

Konuyu fazla dağıtmadan bu konuda bütün şia aynı mı? düşünüyor sorusuna gelirsek;

Şia dünyasının önde gelen alimlerinden Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah,ın Şii-Sünni ihtilaflarını konusunda Suudi Arabistan'ın Ukaz gazetesine 19.10.2008 tarihinde verdiği röportajda bu konu ile ilgili görüşü “

Sayın Fadlullah sizin Şia Mezhebi’nin direklerinin bile muhalefet ettiği görüşleriniz var. Mesela Kaburga kemiğinin kırılması meselesinde belki Şia tarihinde söylenmemiş bir şey söylediniz. Şia tarihinde Emir el Müminin Ömer bin Hattab’ın Hz. Ali’nin evine zorla girerken Hz. Fatıma’nın kaburga kemiğini kapı ve duvar arasında bırakarak kırdığını idea eden rivayet kabul ediyor. Fakat siz bu rivayeti reddediyorsunuz. Bu konuyu nasıl delillendiriyorsunuz.
Ben bu olayı tarih okumalarım ve tahlillerim sırasında irdeledim. Ve gördüğüm kadarıyla bu konuda aktarılan rivayetlerin çoğu zayıf olmakla birlikte güvenilir değiller. Herhangi bir tarihi olayı ele alırken onu meydana getiren arka planı iyi araştırmamız gerekiyor ki olayın doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunabilelim.
Hz. Zehra’ya vurmak ya da şiddet uyguluma meselesi ise o dönemde pek tutarlı değil. Çünkü Hz. Zehra pek öyle kendisi üzerinden muhalefete baskı yapılabilecek bir konumda değil. Aksine o Hz. Peygamber’in kızı olması hasebiyle dönemde bütün Müslümanların saygı duyduğu birisi
İkinci olarak. Bu olayın olduğu sırada Hz. Ali de evde. İslam kahramanı Hz. Ali’nin karısını ve aynı zamanda bu kişi Hz. Peygamber(a.s)’nin kızı, öldürmeye çalışmalarına sessiz kalması pek doğal olmaz.
Üçüncü olarak Hz. Ali evde yalnız değil. Yanında Beni Haşim’den birçok kişide vardı. Bazı rivayetlerde Zübeyir’in de evde olduğu kılıcı ile dışarıda olduğu dışarıda kılıcını kırdıkları aktarılmakta.
Başka bir noktada Mecmaül Beyan yazarı Tabersi’nin El İhticac isimli eserinde bir rivayet var. Bu rivayette Ömer’e soruyorlar neden Ali’nin evini yakmakla tehdit ettin. Ömer bunun üzerine yaptığımı gördünüz mü diyor. Yani bu konuyu iyi bir şekilde tahlil ettiğimiz de pek de tutarlı olmadığını görüyoruz.
Ayrıca biz Hz. Zehra’nın bu konuda pek konuşmadığını görüyoruz. Bazı rivayetlerde Hz. Zehra’nın hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu anlatmak için Muhacir ve Ensar’ı gezdiğini okumaktayız. Fakat hem bu sırada hem de mescitteki hutbesi sırasında bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Ama bu konudan bahsetse idi daha duygusal bir hava oluşturabilirdi. Aynı şekilde Ali’nin de bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Bu mesele sadece Ali’nin değil sahabenin de bir yönden meselesi idi.
Ve dillendirilmesi halinde büyük bir infiale neden olabilirdi. Fakat bu mesele dillendirilmedi. Bu mesel hem rivayetler acısından incelendiğinde hem de tarih usulü açısından incelendiğinde pek kabul edilebilir görünmüyor. Ben bu meselenin doğru olduğunu kabul eden birçok kişiye sordum. Herhangi biri eşini öldürmek amacıyla ona saldırsa ne yapardın? Onu Korur muydun, korumaz mıydın? Elbette eşini korur. Şimdi nasıl oluyor da İslam’ın Aslanı Ali eşini korumak için harekete geçmiyor. Bu nedenle bu mesel bana göre kabul görecek bir mesele değildir.
Sayın Fadlullah sizi izleyen Sünni ve araştırmacı ve âlimler sizin bu tarafsız tutumunuz nedeniyle sizi çok takdir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Fakat siz olaya tam bir açıklık getirmediniz. Sizce bu olay uydurmamıdır yoksa bu konuda bazı şüpheleriniz var mı?
İbni Kuteybe’nin aktardığı üzere Ömer’in Ali’nin evini yakma tehdidinde bulunduğu yönünde sözler var. Bu aktarıda, Ali evinin önünde toplanan ve kendisine biat etmesi için yapılan baskıya karşı evinden çıkmadı. Fakat daha sonra dumanlar evinin etrafını sardıkça evden çıktı. Hafız İbrahim Umriye kasidesinde bakın ne diyor;
Ve Ömer Ali’ye şöyle diyordu,
Bilinenden daha Ekrem, duyulandan daha büyük olan,
Bak yakıyorum evini ve kalmayacağım bununla,
Sen ve Mustafa’nın kızı biat etmezse…..
Bu konuda bu ve buna benzer abartmalar var. Fakat bu konu benim için ortalamanın
üzerinde bir araştırma yapmaya değecek bir konu değil. Ben bu söylediklerimi bir fikir olarak ortaya attım.”…
Fadlullah ın farklı konulardaki görüşlerine yeri geldikçe yer vereceğim. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi abartı en büyük sanatları. Kısaca şunu söylemek gerek şianın inanc akidesini oluşturan tezleri doğru ise, kendi kaynaklarında yer alan Hz Ömer’in Hz Ali nin kızı ile evlenmesini, Hz Osman ın hz peygamberimizin iki defa damadı olmasını nasıl izah edecekler. Bu konuda yukarda da bahsettiğim gibi şimdilik Hz Osman ın Hz Peygamberin damadı olmasını bugün itibariyle işlerine geldiği gibi reddetme yoluna gittiler. İyi de ehlisünnetin konuyla ilgili bütün kaynaklarındaki gerceği işlerine gelmediği için karartılar. İnkâr ettiler. Zaten bu hep yapılan bir şey. Şia kaynaklarında hem de en muteber saydıkları kitaplarındaki ehlisünnetin tezini destekleyen gerceklere ne demeli. Ne oldu da şimdi de bunu değiştirmeye kalktınız demezlermi?
Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan olan kızı Ummu Gülsüm’ü Resulullah’ın halifesi Müminlerin emiri Ömer el-Faruk ile evlendirmesi, onun Hz Ali ile Hz fatıma ile bir sorununun olmadığını gösterir. Yine Hz Ali nin diğer halifeler ile arasında sağlam ve köklü bağlara delildir. Şia tarihcileri belki bunu da değiştirmeyi zamanında düşünemediğinden şii muhaddisler, müfessirler ve “masum” imamlar da bunu itiraf etmişlerdir. Mesela Kuleyni, Mueaviye b. Ammar’dan, Ebu Abdillah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ebu Abdillah'a kocası ölen kadının iddet müddetini evindemi, yoksa istediği yerdemi geçirmesi gerekir? Diye sordum. İstediği yerde geçirebilir; zira Ali Ömer vefat edince ummü Gülsüm'ü alıp kendi evine götürdü, dedi.” Kuleyni, el Kâfi c.2 s.311
Kitabında “Ummu Kulsum’un Evliliği” diye bir bölüm ayıran Kuleyni, bu bölümde, Zurare’den şu haberi rivayet eder: “ Ebu Abdillah Ummu Gülsüm'ün evliliği hakkında, bu bizi kızdıran bir evlilik demiştir.”
Muhammed b. Ali b. Şehr Aşun el-Mazendarani eserinde şöyle der: “ Fatıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin Zeyneb el-Kübra ve Ümmü Gülsüm el-Kübra dünyaya geldi. Ömer Ümmü Gülsümle evlendi.” el-Mazenderani, Menakıbu Ali b. Ebi Talib, c.3 s. 162]
Şiilerin eş-Şehid diye bilinen ikinci kimseleri olan Zeynud Din el.Amili de şunları söyler: “Hz. Peygamber bir kızını Osman ile, diğer kızı Zeynep’i de Ebul As ie evlendirdi; bunların ikisi de Haşim Oğullarından değildir. Aynı şekilde Ali de Ümmü Gülsüm’ü Ömer ile evlendirdi. Abdullah b. Amr b. Osman Hüseyin’in kızı Fatıma ile, Musab b. ez-Zübeyr de onun kardeşi Seine ile evlendi. Bunların hiçbirisi Haşim Oğullarından değildir” el-Amili, Mesalikul Efkam c.1

Gaybın yalnız Allah bildiğisinde olduğundan bir şeyi önceden tamı tamına doğru olarak öngörmek insan için pek geçerli bir şey değildir. Geçmişle ilgili olarak tarihin bize fısıldadığı yüzlerce görüşten neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirli bir kaynağa, ya da bir görüş çercevesinde ayırt etmekte bir o kadar zor. Ancak, bunun bir avantajı var söylem sahiplerinin ne kadar dürüst ne kadar yalancı ne kadar hilebaz olduğunu da tarih bize söylemektedir. Yani geçmiş ile ilgili daha doğruya yakalamak geleceği öngörmekten daha kolay ve daha gerçekçidir. Her hangi bir hususu tahlil edenlerin o olayın kahramanlarının her birinin bulunduğu yerden tahlil edilen olayın bir görüntüsünün var olduğu herkesçe bilinir. Dolayısıyla bir konuda bakış ortaya koyarken de taraf olmadan objektif bir anlayışın sergilenmesi gerekmektedir. Fitne tohumlarının Hz. Ali’ döneminde yeşermeye başlaması bir plan dahilinde mi?. Ya da bu süreçte Allah ın iradesi ashabı kiramca gerçekten yok mu sayıldı? Veya nicelik olarak islamdaki gelişmede nitelik olarak aynı parelelliğin sağlanamamış olması mı bu olayları tetikledi?. Bunların bir kısmıyla birlikte başka gelişmelerin etkisiyle mi? Düşüncesinin cevabı Hz Ali nin şahsiyetinde saklıdır. Çünkü o dosdoğru bir insandır. Kaldı ki Hazreti Ali hayatı boyunca makam mevki saltanat peşinde olmamıştır. Onun derdi haksızlığa zulme karşı olmaktır. Onun siyaseti de buydu. Hazreti Ebu Bekiri alt etmek hazreti Ömer’e pusu kurmak, bacanağı hazreti Osman’a ihanet etmek gibi bir davranışı asla olmamıştır. Onun derdi yalnız gerçekleri söylemekti. Bunu da her zaman dile getirmiş bununla ilgili ne yapılması gerekirse onu da hiç çekinmeden takiyye yapmadan yapmıştır. Çevresindekiler de onun bu konudaki isabetli görüşlerine her zaman şahit olmuşlar ve de faydalanmışlardır. Onların dostluklarını, akrabalıklarını, komşuluklarını, ensar ve muhacirlerin birbirine yardımlarını, tüm güzellikleriyle tarih kitapları anlata anlata bitirememektedir. Onlar insani davranışların çok ötesinde bir hayat yaşamışlar bunların karşısında insanın duygu yükünden kendisini tutması mümkün olamamaktadır. Hazreti Ali ile diğer sahabeleri dinsel anlamda karşı karşıya getirmek kadar yanlış bir davranış olamaz. Bu mübarek insanlar hayatları boyunca birbirlerine iltifat etmişler birbirlerini yüceltmişlerdir. Akrabalık bağlarını güçlendirmişler kız alıp vermişlerdir. Çocuklarına birbirlerinin isimlerini vermişler. Birbirlerine canlarını emanet etmişlerdir. Bu süreci beraber geçirmiş binlerce insanın çok kısa bir zaman diliminde değiştiği bazı gerçekleri inkâr ettiğini söyleyenler acaba hiç tarih okumuyorlar mı? Doğru tarihi okusalar görürlerdi herhalde. Afrikanın tamamının, Asya ve Avrupa kıtasının bir kısmında büyük ordularla savaşan İslamlaştıran insanların sayısı savaştıkları orduların sayının çoğu zaman onda biri bile değildi. Fetih ülkelerine çok kısa bir sürede yüzlerce medrese cami-mescit açmışlar Allah yolunda hizmetin ne olduğunu gelecek nesillere göstermişlerdir. Yahudi düşmanı olduğunu söyleyip Yahudi gözüyle olayı tahlil eden kuranı bile sapkınlığında kullanan İslam akidesini bozuk inançlarına heba eden bir düşünceye delil olarak neyi gösterebilirsin ki!?. Yukardan beri bahsettiğimiz bu insanların devlet yönetiminde ve daha birçok konuda her şeyi aynı düşünmek gibi bir mecburiyetleri de yoktur. Eğer öyle olsaydı Allah herkesi bir yaratır herkes de her şeyi bir düşünürdü ki bunun da insani hiçbir değeri olmazdı. Allah Kuran ı keriminde insanlara emrettiği şeylerin hepsini aynı açıklıkta aynı tonda, aynı netlikte söylememiştir. Fulü bıraktığı konularda, insanlar kafa yorsun sapıklık ve sapkınlık göstermeden kendi zamanlarında kendi sorunlarını gidermede farklı düşünebilsinler diye… O nasıl takdir etmişse öyledir. Kaldı ki diğer üç halife Hz Peygamberimizin büyük övgülerine mashar olmuş islamın gelişmesi ve yayılmasında Hz Ali nin çok ötesinde hizmetleri olmuş imamlar olmasına rağmen çok hassas ve incelik isteyenn bazı konularda, Hazreti Ali sayesinde doğrulara daha çabuk ulaştıklarını ikrar etmekte ve onunla aynı dönemde yaşadıkları ile övünmektedirler. Bunu söylemek birilerini göğe çıkarırken diğerlerini zem etmek olmamalıdır. Herkesin, her şeyin hakkını vermek gerekir. Söz konusu halifeler birer insandır. Her zaman ufak tefek hata yapabilirler bunlar peygamber değildir. Allahın veli kullarıdır. Tahlilciler Allah adına ne cennete ne de cehenneme bilet kesici değillerdir.
Kaldı ki meseleye bugünün gerceği ile değilde o günlerde olayların bağlı olduğu sebep ve sonuç ilişkilerine bakıldığında meselenin çok daha farklı göründüğünü fark etmek mümkündür. İç çekişmelerin, yönetim paylaşımının, huzursuzluğun, bölünmüşlüğün en büyük sebeplerinden birisi, kabile kavgalarının siyaseti yönlendirmek istemesi ile eski kültürlerin dinselleştirilmesi arzusunun yattığını görürsünüz. Nitekim 632-943 yılları arasında imamlar ve halifeler etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski arap aile kavgaları'na, yönetimi hangi kabile tarafından yürütülmesi gerektiği fikrine dayandığı görülmektedir. Her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal etmiştir.
Ümeyye oğulları, bedr savaşı'nda Hz.Hamza ve Hz.Ali tarafından öldürülen yakınlarını; haşim oğulları da Uhud savaşı'nda ebu Süfyan'ın karısı hind'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Bunların dışında aynı İslam toplumu içinde kavmî ve kabilevî gururları zedelendiğini düşünenler ile islâm'ı içlerine tam sindirememiş gruplar varlığı, mesala rebia ile hudar kabileleri de islam öncesi düşmanlıklarını içlerinden bir türlü atamayışları... Hariciler, bu rebia kabilesinden çıkmıştı. Siyasi rekabet, sonradan dini bir ayrılığa dönüştü. Rebialılar'ın çoğu bedevi idi. İslam devleti şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. Bedeviler cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmayanları düşman görüyorlar, öldürmekten de çekinmiyorlardı. Müslüman olduktan sonra, kendilerinden olmıyanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görmeye başladılar. Kur'an'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski inanç ve anlayışlarına kur'an'ı kılıf yapmışlardı. islamın doğuş ve gelişme sürecinde inananlar arasındaki kavganın hemen hemen hepsi kabileler ve yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ümeyye oğulları ve haşim oğulları gibi... işte emevi saltanatının yıkılması ile bu sefer ebu talib oğulları ile Abbas oğulları arasında bir çekişme görülmektedir. her ikisi de peygamberimizin amcasıdır. ikisi de hz. Muhammed’i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır. ortada din kavgasının olmadığı en aydın dediğiniz insanlar arasında bile sadece aile ve iktidar kavgasının olduğu görülür. .
Yine bu süreçte Ali oğulları ile ümeyye oğulları'nın ve abbas oğulları'nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. Bu tür olay ali oğulları'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, imam musa-l kâzım'ın öz kardeşi Muhammed, öz kardeşi İsmail’in oğlu Muhammed, İsmail’in diğer oğlu ali, imam hasan-ül askeriy'in kardeşi cafer kendi adlarına imamlık mücadeleesine girmişlerdir.
Şiilerin her ne kadar kendi inanç hareketlerinin hz peygamber döneminde cıkmış olduğunu iddia etsellerde, Hz. Ali devri de dahil hulefâyı raşidin devrinde, dostluk ve sevgi ve muhabbet ötesinde bir mezhebî gruplaşmanın asla olmadığı anlaşılır. Bu açıdan şîa'nın hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. Çünkü o günlerde bütün inananlar hz Peygamber tarafında idi. O varken bir başkasının taraftarı olmaya lüzum yoktu. Çünkü o toplumun tek önderi ve tek lideriydi. İslam içine fitne sokmak isteyen münafıklarca tezgahlanan ve ayrıcalık çıkartarak siyasi bir ihtilal hareketine dönüştürülerek Hz Osman’ı şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’nin yanında yer alan Ali şiası olarak bilinen malum grup da Hz Ali nin onlara en çok ihtiyaç duyduğu an ona ihanet ederek harici sıfatını kazandılar. Hazreti Ali’nin halifelik döneminde çektiği sıkıntılar, siyasi kavgalar, iç karışıklıklar ve şehit edilmesi İslam düşmanlarının işine yaradı, onlara yeni bir acılım kazandırdı. Yahudi planının uygumla alanının daha etkin hale geldiğini, Hariciliğin dışında yeni bir anlayışın yani Hz Ali nin gıyabında bir aliciliğin, şiacılığın oluşumunun hız kazandığını bu faaliyeti sürdürecek isimlerin bir bir ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu aşamalarda her çıbanın oluşmasında etkinliği olan meşhur fitneci Abdullah İbni Sebe şia hareketinin sarsılmaz temellerini attığını görürüz görürüzde ne hikmetse bazıları bu ismi görmek istemezler. Böyle bir yahudinin bir inanc hareketin mimarı durumunda olması elbetde o inanc mensuplarını bu tür savunma refleksine sokar. Bu doğaldır. Ancak bu gerceği değiştirmez. Üzerinden asırlar geçmiş bir gerceği onca delile rağmen yok saymak kimi inandırabilir. Meshepler tarihini incelediğinde de görülecektir ki parcalara ayrılan şia meshepleri arasında sebeciler mevcuttur. Abdullah ibni sebe hayali bir şahıs ise bu fırka neyin nesi? Bunu reddendeler hakiki tarihlere bakarak şu soruların cevabını öğrenmelidir.
Abdullah ibni sebe kimdir? Stratejisi neydi? Gerçekten yaşamış bir kimsemidir? Hangi kaynaklarda adından bahsedilir? Bazı şia ve şia dışındaki kimseler bunun varlığını neden reddederler? Bu kişinin etkin faaliyetleri;
İslam düşmanı Yahudilerin ileri gelen kanaat önderlerinin planında; Müslümanlar arasında ayrılık çıkarılarak, İslâm’ın gelişmesine engel olunacak, sonra da İslâmî inanç sistemi bozularak itikada hurâfeler katılacak ve Müslümanlar arasına, kalıcı bir fikir ayrılığı oluşturulması sağlanacaktı. Planın ana başlığı bu idi. hedefin gerçekleşmesi için bu işin altından kalkabilmek zeka ve cesarete sahip lider gruplar oluşturulacak onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birliği sağlayan bütün değerler zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Yapılan her faaliyet de geri dönüşümler alınarak durum değerlendirmesi yapılacak, sonuca göre yeni stratejiler geliştirilecek, hedefe ulaşmak için plan gelişmelere acık uzun süreli amaç odaklı olacaktı ki, netice de öyle oldu.
Bu stratejinin doğal lideri fitne hareketleri ve komitacılğı organize etmekte usta olan Abdullah İbn-i Sebe Müslümanlar arasında çıkardığı ihtilaflarla ve iç harplerle belirlenen birinci hedefi gerçekleştirmişti. Sonuca ulaşmanın yolu buradan gidiyordu. Diğer esas amaç İslâm inancına hurafeler sokarak Müslümanlar arasında kıyâmete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, fraksiyonlara bölmek onu yönünden saptırmaktı. İslamiyet’e ilk fitneyi sakon Müslüman gözüken, kâfirliğini gizleyen Yahudi Abdullah ibni Sebe dir..
Hz. Osman’a karşı çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak ayaklanmalarını teşvik eden Abdullah İbni sebe 656 yılında mısır'dan Medine’ye şikâyet için gelenlerin başını çekmiş karmaşa oluşturarak Hz Osman ın şehit edilmesini sağlamış ancak, birlik ruhunu köreltememişti. Etrafı ile Hz. Ali nin yanında yer aldı ve onun taraftarı "şia"sıymış gibi göründü. O dönemde bir ayrıcalık yaratmanın en gecerli yolu “Ehl-i Beyt” sevgisini kullanmaktı. İşte ibni sebe de bunu yaptı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı, bu düşüncenin ileri geleni olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Bu konuda ne yapılması gerekiyorsa bir bir tezgâhladı. İç karışıklıklar, yetişkin sahabelerin bir bir ahrete göçmesi, büyüyen coğrafyada yeterli İslami eğitimin olmaması, iyi bir ortamdı. Bu şartlarda Ehlibeytin mazlumiyeti, istismar için aranıpta bulunmayan bir fırsattı. İste Müslümanların içinde bulunduğu bu olumsuzluk ve zayıflıklar düşman için iyi değerlendirilen bir fırksat oldu. Bir yandan Hz Ali taraftarı gözüküp bilinçsiz halkı hz Ali yi ilah yerine koyma faaliytlerini sürdürürken bir taraftan haricilerin akıl hocalığını yapıp Hz. Ali’den kaçan Haricilerlerin reisi Evfa oğlunu buldu. Onunla işbirliğine gitti. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi. Diğer taraftan Hz. Ali, inananların akidesi bozan fitne ve bozuk düşünce üreten Yahudi ibni sebe yi bu faaliyetlerinden dolayı İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdü. Ancak işbirliği yaptığı harici reisi ibni sebenin planını uygulamaya koydu. Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesi için üç suikastçı ayarladı bunlar üç sahabeyi, Ramazan’ın 17. günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu. İbn-i Sebe, Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndererek. “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır...” gibi hurafelerle insanları inandırmaya ve aldatmaya devam etti.Her bir bölge için oranın şartlarına göre farklı projeler üreten İslam düşmanları bir yandan da İran’da yapacakları ihanet planlarının aşamalarını belirlemekteydi. İran geçmiş kültürü oldukça güçlü bir gelenekten geliyordu. Onlara göre Araplar daha ilkel, fakir yeni kurulmuş bir cadır devletiydi. Kendileri ile kıyası mümkün değildi. Asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından yok edilmesi kolay kabul edilir bir şey değildi.
Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. Bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Acemlerin çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır. Şu da unutulmamalıdır ki İranlıların sasani imparatorluğuna son veren Hz. Ömer’e karşı gizleyemedikleri bir nefreti bulunmakta onun inancını da paylaşmak istememekteydiler. Bunlarla birlikte şartlardan doğan olumsuzluklar nedeniyle O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün kurumlarıyla yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, yetersiz durumda olduğundan, etkin bir eğitim verilemiyordu. Toplum asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisiyle eski yanlış inançlarından vazgeçemiyorlar, örf ve ananelerini İslâmiyet’le birlikte devam ettirmesinde, İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlanmasında bir beis görmüyorlardı. Bunlar islamı kabul etmiş görünseler de kendi geleneklerinden kolay vazgeçecek bir yapıda değildi. His plânında İslâmiyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı. Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın hilafet sorunu ile ilgili Ali ve Ehlibeyti yaklaşımını benimsemesi rasgele bir olgu değildir. İranın fethedilmesi ile iranın İslamlaşamadığın fakat bu coğrafyada islamın İranlaştığını görüyoruz.
İran kültürü ile "imamların masumiyeti" düşüncesi arasındaki ilişkiyi çok dikkate değerdir. Fars kralları, insanları ilahi iradeyi temsilen yönetiyorlardı. Bilakis İranlılar şuna inanıyorlardı ki; “kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Daha sonra kralın yerine imam konmuştur. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti”.İmama karşı gelmekte aynen öyledir. İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi tesadüfî değildir. Her halükârda tanrı adına yönetim/teokrasi söz konusu çağlarda çok yaygındı ve birçok devlette var olan bir düşünce idi. İranın yanında Irak da , eski medeniyetlerin birleştiği bir yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce­si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğuruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldi­ği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... İşte bu se­bepledir ki Irak'ın düşünce yapısına uygun birçok felsefî görüşler, şiilik inancına karıştı. İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)'in, devrinde yaşayan Araplarla bu toplu­luk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinlerindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acaip inanç sahipleri ve harika mezhepler'yetiştirir. Bu iklimin hal­kı gözü açık, araştmcı, görüş ve inançlan inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars krallan olan Kisralar döne­minde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri ki­şiler çıkmıştır. Hicaz'ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."
Buradan da anlaşılacağı gibi Irak eskidenberi düşünce ve inanç­ların birbirleriyle yarıştığı bir saha idi. Bu sebeple siyasi ve itikadı mezheplerin Irak'ta meydana gelmesi çok tabii ve şiiîiğin burada ya­yılıp gelişmesi çok normaldi.
Eski kültürlerin dine yamanma çalışmaları bu bölgede olduğu gibi şia felsefesinin yoğun olarak yaşandığı her bölgede kendi geçmiş kültürlerinin dinin bir parçasıymış gibi algılandığını görmek mümkündür. Bu toplumlar; doğru islamı değil, o yörenin doğruları ve toplum önderlerinin öğretilerini islam kabul etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki farklı bölgelerde kabul gören şia anlayışlarının içinde her bölgenin kendi kültürleri din gibi algılanmıştır. İmamiye şiasında iran kültürü, Türk Alevilerinde şaman kültürü, zeydiye de yemen kültürü vb.İşte Abdullah İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirerek, bölgenin kültürleriyle benzeşen malüm fikirlerini, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler... Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır...” diye telkinlere başladılar. Kabul gördükçe daha ileri giderek Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, onun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıkmasını sağladılar. İranlıların eski kültürlerinde var olan tevhit akidesini yok etmeye yönelik “Hulûl Akidesi’ni yayma işinde başarılı oldular. Hz Ali nin ölümüne bile bu akideye uygun yorum getirip ölenin bir şeytan olduğunu Ali nin ölmediğini göklere çıktığını söylemekten ve tabana yaymaktan bile geri kalmadılar.

Müslümanlar gerçek anlamda fitnenin meyvesiyle ilk ayrılık tohumuyla bu bölgede tanışmış oldu. Fesatların faaliyetleri belde belde devam etti. Her coğrafyanın yapısı ve kültürüyle uyumlu getirilen batıl yorumlar farklı şia anlayışlarının oluşmasına neden oldu.
Bu grubu zamanla Yahudiler, Mecusileri ve Hinduları da yanlarına alarak, Yahudi, Mecusi ve Hindu inançlarını İslam inancı olarak yaydılar. İşte bugünkü anlayışın ilk mimarı ilk temel atıcıları bir grup oluşturdular. Bunlar; Abdullah ibni sebe ve sebailer, rafiziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in hepsi şii'dirler. Aslında bu grupların bir coğu kendi menfaatleri için ortaya çıkmış, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi Ali oğlu imamlar'ı öldürmekten bile geri durmamışlardır. Zaten Ali Oğulları bu Sebeiyye fırkasını hep lanetlemişlerdir. Bu konuda bazı tarih kitaplarından alıntı yapacak olursak;

El-Keşi, Rical isimli kitabında bazı ehli ilimin şöyle söylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi. Müslüman oldu, Hz. Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taşkınlıkta bulunurdu ve Yuşa bin Nun Musa aleyhisselamın vasisiydi diyordu.) Resulullahın vefatından sonra da Hz. Ali hakkında aynısını söyledi. İlk önce açıkça Hz. Ali’nin imamlığının farz olduğunu söyledi ve kendilerine karşı gelenleri kâfirlikle itham etti. Buradan da anlaşılacağı gibi Rafizilik temel inançlarını Yahudilikten alınmıştır. (Rical el-Keşi – sy.101 Müessetül eâlimi bikerbela el ırak)

Abdullah İbni Sebe, hile ve tuzak kuran casusluk eden bir kişi olduğu için kendini kamufle etmiş herkese değişik şeyler söylemiş, izini belli ettirmek istememiştir. İşte bu yüzden tarihciler Abdullah bin Sebe’nin kimliğinde, aşireti ve memleketi hakkında çeşitli haberler vermişlerdir. Bununla birlikte günümüz bilmiş bir kısım düşünürlerle birlikte bazı şia düşünürleri Abdullah ibni sebenin sanal olduğunu iddia eder bugünden geçmişdeki pencereye perde cekmeye kalkarlar. Oysa bu sürecin yaşandığı dönemlerde yaşamış elli insanın bunu doğrulayan eserleri vardır. Bunlardan başka yine o dönemde yaşamış şia Alimlerinden Abdullah ibni sebenin varlığı kabul edenler on kişinin üzerindedir. Bunlardan El Naşi , El Kami, Nubahti, Taberi ,Ebi Muhnif, vb. günümüz yazarlarından Dr. Ahmet bin Abdullah bin İbrahim el Zağibi’nin El unsuriyye tul yahudiyye kitabında bu konuyu anlatmaktadır..

El- Nubahti, Şii Fırkası kitabında şöyle diyor: Abdullah bin Sebe, Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve diğer Eshabı kötülemeyi başlatandır. Ali aleyhisselamın emrettiğini söylerdi. Ali (a.s) onu çağırıp böyle söyleyip söylemediğini sordu, söylediğini itiraf etti. Bunun üzerine öldürülmesini emir verdi. İnsanlar araya girdi feryat ettiler, Müminlerin emiri! Seni ve ehl-i beytin sevilmesini ve dost edilmesini söyleyen birisini mi öldürüyorsun! Ali (a.s) onu o zamanın Fars devletinin başkenti olan Medayin’e sürdü.

Medayin’de Ali’nin (a.s) ölüm haberini duyuran kişiye Abdullah bin Sebe şöyle dedi: Onun öldürüldüğünü ispat eden adil yetmiş kişi getirsen ve yetmiş paket içinde onun beynini getirsen yine de onun ölmediğini ve öldürülmediğini biliriz. Tüm yer küresine hakim olmadan da ölmez. (Nubahti, Firak el şia s. 43-44 Haydariye matbaası baskısı Necef. Irak Hicri 1379-Miladi1959)

İbni Sebe’nin, kuzeyde bulunan göçmen bedevi kabilelerinden olduğu sonra milattan 800 sene önce Yemen’in güneyine inen veya Aşurilerin baskısı üzerine kuzeyden göç edip Yemen’e yerleşen arab kabilelerinden olması muhtemeldir. (Arap tarihi hakkında konferanslar, Ali Salih el Alyi, 1/21)

İbni Sebe (humeyr) kabilesindendir. Humeyr kabilesi, Humeyr bin el Gavse oğlu Sead oğlu Avf oğlu Malik oğlu Zeyd oğlu Sedid oğlu Humeyr oğlu küçük Sebe oğlu Lehia oğlu Humeyr oğlu Sebe oğlu büyük Yeşcab. Humeyr el Gavs o Humeyr el ednidir. Yurtları Yemen’dir. San’a şehrinin batısında Humeyr semtindedir. (Yakut el Hamevi, Meacimil bulden 2/306)

Taşkın fırkaların ikincisi de Allahü teâlâdan başkasını ilah edinenlerdir, bunların başında ise Humeyri Abdullah bin Sebe ve arkadaşları gelir. (İbni Hazm, El-Fasıl Milel vel Ehve 5/36)

İbni Sebe, Hemadan kabilesindendir. Hemadan, Kehlan ve el Kahtaniye kardeşlerdir, bunlara Hemadan oğulları denir. İkamet yerleri ise Yemen’in doğusudur. (El- Belaziri, Eşreflerin soyu 5/24), El- Eş’ari el-Ka’mı, Mekalet vel Fırak s. 20) (Furazdak divanı s. 242/243)
Rida Kehale’nin Mu’cem kabailil Arab kitabında da (3/1225), El-Belaziride olduğu gibi soyu şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Hemadani ) El- Eş’ari El Kami de ise şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Rasibi el Hemadani)
İbni Sebe (El-Hira) ahalisindendir. Abdullah bin el-Sevda, Sebeiyyenin fitnelerinin yayılması için ona destek oluyordu ve kökü el Hira Yahudilerinden idi, müslüman olduğunu ilan etmişti. (Abdul Kahiril Bağdadi, el-fırak beynel fırak s.235)
İbni Sebe, zimmî idi. Rum asıllı idi müslüman olduğunu ileri sürdü, sözlü ve fiili bid’atler meydana çıkardı, Allah ona lanet etsin. (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/190)
Abdullah bin Sebe, Yahudi asıllı olup San’lıdır. (Taberi Tarihi 4/34)
Abdullah bin Sebe, Sebeiyye fırkasındandır, bunlar Rafizilerin taşkınlarıdır. Yemen Yahudilerindendir. (İbni Asakir, Dimaşik Tarihi 3/29)
İbni Sebe’nin müntesip olduğu kabilesi hakkında deniyor ki:
İbni Sebe’nin anası ise Habeşli (Siyahi-zenci) idi. (Taberi Tarihi 4/326-327)
Anasının siyahi olması sebebiyle İbni Sebe’ye çok defa (siyah kadının oğlu manasına gelen) ibni Sevda da denir. (İbni Habib, el Mahcer s. 308)
İbni Sevda, Basra’da bulunan Hâkim bin Cebele misafir oldu. (Taberi Tarihi 4/327)
İbni Sevda Mısır’a gittiğinde.... (Zehebi, İslam Tarihi 2/122)
Abdullah bin vehb oğlu Sebe, İbni Sevda adıyla bilinir. (El Mukrizi, el Hutat 2/356)
İbni Asakir Tarihinde (29/7-8) diyor ki;
Ammar El Dihni dedi: Eba El Tufeyden işittim diyor ki: (Müseyyib bin Necbe ile ibni Sevda’yı, Ali minberde iken, camiye girdiklerini gördüm. Ali onlara hitaben buyurdu ki, sizin bu hâliniz nedir? Müseyyib dedi ki, bu Allah ve Resulüne yalan söyler, iftira eder. Ebu Bekir’e ve Ömer’e kötü söz söyler) Zeyd bin Vehb yoluyla Hz. Ali’nin şöyle dediği bildirilir:
(Ben bu siyahiden beriyim, uzağım, söyledikleriyle hiçbir ilişki ve alakam yoktur.)
(Allah ve Resulüne yalan söyleyen şu zenciyi cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki!)
Müsteşrik Hodgeson, İbni Sebe’nin ihtimalle Yahudi olmadığını söylüyor. İtalyan Levi Della Vida onu destekliyor, bu sözünü teyiden de İbni Sebe’nin Arab kabilesi olan Hemadanlı olmasını gösteriyor.
Kişinin arab kabilesinden olması Yahudi olmamasını gerektirmez. (Dr. Abdurrahman Bedevi Mezahibil İslamiyyin 2/30)

Bazı kabileler Yahudi idi. Humeyr, Kenne oğulları, el Keab bin Haris oğulları ve Kende Yahudi idiler. (İbni Kuteybe, Mearif s.266)

İslam’dan önce Yemen asıllı Yahudilerin çoğu Arap asıllıdır. (Dr. Cevad Ali, Arap tarihi 6/26)
Bu sapkın Yahudi’yi kabul etmek istemeyen İnanç önderlerine neyi delili gösterirseniz gösterin olumlu bir tepki vermeyeceği bilinen bir gerçektir. Önderi olduğu bir akidenin temel taşının bir Yahudi olduğunu kabullenip cematine acıklamak gelenekci bir yapı için hiç mümkün değil. Burada söylenilen yeni bir buluş ya da keşif değil aldatılmak istenen, aldanmak üzere olan insanlara malumun bir kez daha ilanından başka bir şey değildir
Bir kısım inkârcıların ibni Sebe’yi inkâr etmelerinin nedenini, insanlar arasında ibni Sebe’nin haberlerinin yayılmasında tek kaynak Taberi’ olduğu ve bu haberlerin tamamı Seyf bin Ömer’in rivayetlerine dayandığı, bu sebeple Cerh ve Tadil âlimleri Seyf’in zayıf biri olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki İbni Sebe hakkında ki haberlerin tek kaynak Taberi olması ve bu haberlerin tamamının Seyf bin Ömer’in rivayet etmesi iddiası doğru değildir Seyf’ten bazı rivayetler vardır Taberi’de bu rivayetler yoktur. Örnek:
1- İbni Asakir yoluyla (t. 871 h.) kendi Tarih kitabında (29//9) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberide yoktur.
2- Maliki (t. 741 h.) yoluyla Temhid ve Beyan kitabında (s. 54) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberi de yoktur.
3- Zehebi yoluyla (t. 748 h.) İslam Tarihi kitabında (2/122-123) Seyf bin Ömer’den rivayet var, yine bu rivayet de Taberide yoktur.
Bu üç yolla gelen rivayetler gösteriyor ki: İbni Sebe hakkındaki haberleri veren Seyf bin Ömer’in bildirdiği rivayetleri sadece bildiren Taberi değildir. Demek ki bu haberlerin tek kaynağı Taberi değildir.

İbni Sebe hakkındaki haberlerin kaynağı sadece Seyf bin Ömer olması iddiası da doğru değildir. Bazı rivayetler vardır ki Seyf, senetlerinde yoktur. Araştırmalarımızda gördüğümüz şudur ki İbni Sebe hakkında ki rivayetlerin kaynağı tek Seyf bin Ömer değildir. Burada birkaç nassı İbni Asakir’den bildireceğiz, hiçbirinin senedi Seyf bin Ömer’e dayanmıyor. İbni Asakir’in tarihini bizzat seçmemizin nedeni ise, Taberi’de olduğu gibi, bildirdiği haberleri rivayetlerine dayandırmasıdır.
Birincisi: İbni Asakir’in zikrettiği ve senedini el Şabi’ye dayandırdığı haberdir. Dedi ki: İlk Allah’a yalan söyleyen Abdullah bin Sebe’dir.

Bu konuda bir çok rivayet mevcuttur. Bunlardan;
İbni Asakir’in senediyle Ammar el Dehni’ye dayandırdığı haberde diyor ki: Eba el Tufeyl’den duydum diyor ki: Ali minberdeyken Müseyyib bin Necbe’nin İbni Sevda’yı getirdiğini gördüm, Ali buyurdu ki: Onun suçu ne? Dedim ki: Allah’a ve resulüne yalan söylüyor.

Yine bir rivayet: İbni Asakir’in senedi ile Zeyd bin Vehb’e dayandırdığı haberde diyor ki: Hz. Ali buyurdu ki: Ben bu siyahiden beriyim.

Bir başka rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle, o da Seleme’den naklen diyor ki: Seleme dedi ki:
Eba el Za’radan duydum o da Hz. Ali’nin şöyle dediğini bildirdi: Bu siyah yağ küpünden ben beriyim.

Diğer bir rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle o da Seleme bin Kehil o da Zeyd’den naklen dedi ki: Ali bin Ebi Talip buyurdu ki: Abdullah bin Sebe’yi kast ederek - Ben bu siyah yağ küpünden beriyim - çünkü o Ebi Bekir ve Ömer hakkında ileri geri konuşuyordu-

Benzer bir rivayet: İbni Asakir’in senediyle Seleme bin Kehil o da Haciyye bin Adıy el Kendi’den naklen dedi ki: Hz. Ali’yi minberde gördüm şöyle buyuruyordu: Şu Allah ve Resulüne yalan söyleyen siyah yağ küpünü -İbni Sevda’yı kast ediyor- cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki! Bunu öldürdüğüm için bazı kimseler beni kınamayacak olsa, Nehr ahalisinin kanlarına benim sebep olduğumu iddia ettikleri gibi bunlardan bir tepe oluştururdum. [Bunların hepsini öldürür, üstüste koyardım.]

Verilecek rivayetlerden biri daha: İbni Asakir’in senediyle Ebu Ahvas o da Mugireden o da Semmak’dan naklen dedi ki: Ali, İbni Sevda’nın Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in üstünlüğü hakkında ileri geri konuştuğunu duyunca hemen onu çağırdı bir de kılıç istedi. [Öldürmekten vazgeçti] Onunla konuştu ve benim bulunduğum şehirde bulunmayacaksın dedi. Medayin’e sürgün etti. İbni Asakir, Tarih Dimaşik (29/7-10)

Seyf bin Ömer’in Cerh ve Tadil âlimlerince zayıf bilinmesi
Seyf bin Ömer muhaddis olarak:
Nesai, fidduafe vel metrukin kitabında (s. 14) (Seyf bin Ömer el Dabi zayıftır), Ebi Hatim Cerh ve Tadil kitabında (2/278) Seyf bin Ömer hadisleri alınmaz, onun hadisleri Vakidi’nin hadisleri gibidir. İbni Muin de aynı kaynakta (2/278) Seyf’in hadisleri zayıftır. Zehebi de Kütübü sittede rivayetleri zayıf olanlar arasında zikredip, onun zayıf olduğunu İbni Muin ve başkaları bildirdi demekle yetinmiştir. İbni Hacer de Takrib kitabında (1/344) : (Seyf Hadisleri zayıftır.) İbni Hibban da Mecruhin kitabında (1/345): (Seyf bin Ömer el Dabi El Esedi Basra ahalisindendir. Zındıklıkla itham edilmiştir.

Şimdi burada ilim ehlinin sözlerini nakletmeden, Hadis rivayetçileri ile tarih rivayetçilerini birbirinden ayırmak lazımdıdb Zira, birincisi üzerine hükümler ve ceza hukuku kurulur ve bu yönüyle dini hükümlerin oluşmasında direkt bağlantılıdır. Bu nedenle Ulema rahimehümüllah hadis ravilerinde bazı şartlar aramışlardır. Ama Tarih haberlerini veren habercilerde bu şartlar önemli ise de, biraz farklıdır. Özellikle de bu haberler Sahabe ile ilgili ise ancak tarih haberleri, Hadis gibi fazla incelenmez. Bu ölçüde de Seyf bin Ömer’in de Hadis ve Tarihçi yönlerini gözetmek gerekir. Bu konu hakkında geniş bilgi için Muhammed Emhazun’un Mevakiful sahabe fil fitne kitabına (1/82-143) bakınız.
İbni sebenin varlığı, görüldüğü yerler, yaptığı fitne fesatlar bunların dışında onlarca kitapta mevcuttur.
İslam coğrafyasındaki olumsuzlukları arkasına alarak islama fitne sokma hareketini yerleştiren Abdullah İbni Sebe hayatı boyunca bu faaliyetlerine devam etti. Göle yoğurdu tutmuştu. Ortaya koyduğu görüşleri, İslam akidesince kabul görmemesine rağmen bunu bir şekilde İslamlaştıracaktı. Şimdi bu fikirlerin altının doldurulması gerekiyordu. Bunun cevabı da tabi ki onda hazırdı. Uzun vadeli planlar zamanı geldikçe bir bir sisteme dâhil edilecek başlangıçtan sonra kendisi olmasada bu işler yürüyecekti. Çünkü zaman, zemin ve mekân buna çok uygundu. İran faktörü kafasındaki planla bire bir örtüşüyordu. Hz. Ali nin yapısı davranışları ve inancları ile plandaki uyumsuzluğu da takiyye bağlayacaktı. Takiyye fikrinin ardında çok işler kurtarmak mümkündü. Temel sağlam atıldıktan sonra gerisi kolaydı. Süreç planladığı gibi de devam etti.
Burada bir örnek verilmesi gerekirse;
Ehlibeytten olan Hz. Zeyd Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i keîanıcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadeleesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş başarısı için çok büyük gayretleri olmuştur. Bu yüzden zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa­vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı­şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bâzılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halîfeye karşı kışkırtarak halîfe tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftârları üzerine kuvvet gönderdi. Halîfenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları ona; " Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr v e Ömer'e (r.a) düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona destek veririz, onunla mücadeleemize devam ederiz diyerek Zeyd’e ihanet etmişlerdir. İşte tarihde gercek anlamdaki şia ve Şiacıların ayırt olduğunu burada bir defa daha görmek mümkündür. Fitnenin ağacı burada da meyvesini vermiştir. Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd mücadeleesinde yenik düşüp şehit edilmiştir. Bu olaydan sonra Şiilere "Rafızi" (ayrılanlar) denildi ehlibeyte imamlarının dışında, imamların içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Daha sonraları ehlibeyt mensuplarını bu sürecin icine müdahil kılmaya calıştılar. İşte tarih boyunca yaptıkları budur. Pekiyi hiç mi ehlibeyt mesupları bu tuzağın içinde olmadı sorusuna verilecek cevapta şudur ki; ehlibeyt mensuplharı da sonuçta insandır. Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından çok rahatsız ve muzdariptiler. Ayrıca niyet okuyucu değildirler. Tabi ki zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak onların niyetlerini anladıkları an İmamı Cafer, İmamı Bakır, İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Özellikle şu hususun altı cizilmelidir ki hiçbir ehlibeyt imamlarının itikadi ve İslami düşüncesi bugünkü şia anlayışı ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar.
Zeydilerin bu konularla ilgili anlayışına gelince; ilk üç halifeyi kabul ederler, imamların masumluğunu kabullenmezler. Resulullah (S.A.V.)'in vasiyetle beyan ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zik­redilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)'den sonra Hz. Ali'nin imam ol­duğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali'den sonra ise, ima­mın, Hz. Fatıma'nm soyundan olması gerekir.İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd'e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.» İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şar­tı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulu­nan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İs­lâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların ta­mamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat eder­lerse bunların biatları geçerlidir.Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliklerini kabul eder. sahabîlerden herhangi birini kâ­firlikle itham etmez. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki 'Ali b. Ebî Tâlib, sahabîlerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir'e bırakıldı. Bu fay­dalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnud etmekti. Çünkü peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali'nin kılıcında bulunan müş­riklerin kanı henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam 'duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali'ye meylet­miyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşak­lığı ile, sevilmesiyle, yaşlılığıyle, ilk müslümanlardan oluşuyla ve Resulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»
Bu anlayış, birçok Şiilerin Zeyd'e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir. Yine zeydilere göre aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân et­tiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfat­lara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun. Ehlisünnet inancına en yakın düşünce içinde olan gruptur. Burada vurgulanmak istenen şudur. O günkü şia mimarları ehlibeytin gölgesinde görünerek kendi görüşlerinin ehlibeytin görüşleriymiş gibi propagandasını yaparak yaymaya calışmasıdır. İktidara getirmek istedikleri bir ehlibeyt mensubundan ziyade Şiilerin ehlibeyt adına oluşturduğu görüşlerin inanç akidesi haline getirilmesidir. Bunu sağlamak için de onlar adına destanlar yazmışlar, hadisler uydurmuşlar ancak, imamların görüşlerine itibar etmemişlerdir. Yani Şiacıların görüşü ehlibeyt imamlarının görüşü haline getirilirken emevilerin elinin ulaşamadığı ıslamın kültür merkezi sayılan Mekke’de canlı tutulan imamların diğer Müslümanların örtüşen görüşleri emevi saraylarında uydurulan anlayış yaftasına muhatap kılınmıştır. Bunları dikkate değer şeyler değimli?.!. İşte bu tür fitne hareketleri öncesi ve sonrasına küçük bir ışık tututacak tarihi gercekleri burada zikredersek hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yad ederlerdi. Ancak belirli bir dönem sonra islam düşmanlarının ortaya attığı fitne meyvesini vermeye başladığında durum tamamen değişmeye yüz tuttu. Bu konuyu dile getiren tarihi vesikalara baktığımızda alt niyetli provakatif düşüncenin amacına ulaşmak için var güçleri ile calıştığını görmek mümkün olur. Mesela Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor: “Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi: “Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.” Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor: Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : ““Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.): “Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur. Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:Cennetin kapıcısı olsaydım, İki Hemadaniye selametle girin, derdim.Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.” Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu: “Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”Yin bu konu ile ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54) Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu. Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular. Ama hem sahabenin hemde sahabeden biri olan Hz Ali nin kabul ettiği bu halifeleri dümenle yalanla ters yüz etmişlerdir.
Hakikatler böyleyken şiacılar düşmanlıklarını, Tarih boyunca kademe kademe sinsi sinsi etkin oldukları grupların içine sokmayı başarmışlardır. Ancak bugünün aydın şii düşünürleri bu sapkınlar ile hakikatleri bir birinden ayırtetmeye calıştığını da unutmamak gerek.
Sürecin tarihi gelişimini takip etmeye devam edersek;
Hz. Ali haince arkadan vurulduktan sonra kendisini vuran ibni mülcem'in öldürülmemesini" söyleyecek kadar gücü olmasına rağmen toplam 17 oğlundan hiçbirinin halife olmasını vasiyet etmemiştir. Böyle bir şeyi düşünseydi, onu da söyleyebilirdi. Şahadetinin ardından yerine büyük oğlu Hz. Hasan Halife seçildi.
Şii tarihçilerinden olan Isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas oldugunu söylemektedir.[ Ebû’l-Ferec el-Isfehanî (356/966), Mekâtilu’t-Talibiyyîn, (thk. Ahmet Sakar), Beyrut 1987, 52 ). Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayıp görevinin başında bulunuyordu.[ Ali Yasin, 122] Zaten Isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden şahsin Abdullah b. Abbas olduğunu söyledikten sonra Muaviye tarafından Hz. Hasan’ın hâkimiyetinde bulunan kentlere casusların gönderildiğini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafından yakalanarak idam edildiğini belirtmektedir.[ Isfehanî, Mekâtil, 54] Görüleceği gibi İsfehandı daha önceki söylediği ile tezada düşmekte bir noktada kendi kendini yalanlamaktadır ki bu da şii tarihçilerinin en büyük özelliğidir. Abdullah b. Abbas’in o tarihte Basra’da olduğunu kabullenmektedir. Ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’ın Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazip, Muaviye ile savasa devam etmesini tavsiye ettiğini söylemesi de[Ibn A’sem, III/IV, 285] Abdullah’ın, Hz. Hasan’a biat ettiği tarihte Kûfe’de olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Hazreti Hasan babasının halifelik yaptığı dönemde de aktif çalışmaların içinde bulunmuş bir kişi olarak ülkenin içinde bulunduğu karışıklıkların sonucunun nereye doğru gittiğini görmekte bunun çözümü ve halifelik konusunda dedesi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in “Benden sonra hilafet 30 yıldır. Ondan sonra ısırıcı saltanat başlar.”, ” Benim bu oğlum seyyiddir, umulur ki, Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasını bulacaktır.” sözleri gereğince muaviye ile anlaşma yaparak halifelik'ten 662 yılında çekildiğini bildirdi.
Hz. Hasan; muaviye (r.a) karşı “Kur'an’a ve sünnete uyması, şura kararlarına göre hareket etmesi ve Hz. Hasan yandaşlarından intikam almaması” şartlarını öne sürdü. Bunu kabul eden Muaviye (r.a), biat almak üzere Kufe’ye gitti. Orada Muaviye (r.a) halka hitap ettikten sonra minbere cıkan Hz. Hasan şöyle dedi;
"Ey Irak halkı! Benim gönlüm sizden soğudu. Babam Hz. Ali’nin sağlığında bunca muhalefetler ettiniz, bir gün O'nu gamsız bırakmadınız. Nihayet babamı öldürdünüz. Bana da bunca zahmet verdiniz; üzerime hücum eylediniz; beni yaraladınız. Henüz yaram iyileşmedi. Malımı yağmaladınız. Ey Irak halkı! Eğer siz ehl-i beyt-i Rasulullah'a eza kıldınızsa da Allah hıyanette bizimle sizin aranızda hâkim ve kâfidir. Şu halde ben Muaviye’ye biat ettim. Sizin biatinizden bizar oldum." dedi.
Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra) Muaviye'ye biat etmesi olmuştur. Siacıların bu biata iştirak etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü onlara göre bu biat masum olan bir zâttan Yani ikinci İmam Hz Hasan dan dan sadır olmuştur. Hâlbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan imamlarına muhalefet ettiler. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur. Çünkü masumiyet onlarda esastır.Ya da Hasan’ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar. Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler. Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.
Meselenin özünde Hazreti hasan son derece ileri görüşlü gelişmelerde Allah ın muradını anlayan bir yapısı vardı. Hilafeti korkaklığından bırakmış değildi. Kendileri için hilafetten ziyade imametin ön planda olduğunu görmüştü. O günkü şartlarda gittikçe genişleyen İslam coğrafyasındaki cehaletinde arttığını görmekteydi. Bunun giderilmesi ilim adamı yetiştirilmesi görevinin birileri tarafından yürütülmesi gerektiğini biliyordu. Bu çalışmalarını sürdürürken genç yaşta Allahın rahmetine kavuştu. Hasan, ölümüne yakın kardeşi Hüseyin’e önemli mesajlar vermişti: "benim anladığıma göre, Allah velayet ile hilafet'i bizde birleştirmeyecek!" Sonra şöyle devam etmişti: "HZ. Ayşe'ye sor. Eğer izin verirse, beni dedimin yanına defnet. Ama karışıklık çıkarsa, vazgeç!" Bunu Mervan haber alınca, "biz oraya kimseyi defnettirmeyiz," dedi. Bunun üzerine Hüseyin’in taraftarları silaha sarıldılarsa da, Hasan’ın sözlerini hatırlayarak savaştan vazgeçtiler. Hz.Hasan, baki mezarlığına defnedildi. Hasan’ın velayet ve hilafet hakkındaki sözleri gerçeğin tam ifadesi idi! Zaten bunu sezdiği için kendisi hilafet'ten vazgeçmişti!
Şiacıların ortaya koyduğu planlarına uymayan bu gelişmelerin nasıl ters yüze çevrildiğini, olaylara kılıf bulma adına gerçek tarihi nasıl saptırdıklarını artık sık sık görmeye devam edeceğiz.
Bu gelişmelerden Hz. Hasan ın mukaddes davadan yüz çevirdiği, emevilere karşı hasan ve hüseyinin farklı tutumları nedeniyle imametin tartışmalı hale geldiği anlamını çıkartan ve bunu hazmedemeyen Şiilerin bir kısmı Hz. Hasanı “müminlerin yüz karası” olarak ilan etmeye karar vermişlerdir. Şii düşünürlerden Nevbahati bu çelişkiler yüzünden şia inancını terk edenlerin değerlendirmesini şöyle bildirmiştir.
“Hüseyin şehit edildiğinde, taraftarlarında bir grup söyle demişlerdir: Hasan ve Hüseyin’in yaptıkları işi anlayamıyoruz; şayet Hasan’ın taraftarlarının çokluğuna ve güçlü olmasına rağmen Muaviye ile sulh yapıp savaşmaktan aciz olduğunu kabul etmesi gerekli ve dogru bir iş ise, taraftarları az ve zayıf olan Hüseyin’in, daha çok adamı olan Yezid’le, kendisinin ashabının tamamının ölümüne müncer olan muharebesi batıldır ve vacib değildir; çünkü şayet Hüseyin yezid’le savaşmaktan vazgeçip sulh taleb etseydi, Muaviye ile savaşmaktan vazgeçen Hasan’dan daha çok mazur görülürdü. Eğer hüseyin’in, kendisi, çocukları ve taraftarları katledilinceye kadar Yezit’le savaşması vacip ve doğru bir iş ise, yanında çok sayıda taraftarı bulunduğu halde Maviye ile savaşmayı bırakan Hasan’ın yaptığı iş batıldır. Bu yüzden bir kısım Şiiler, Hasan ve Hüseyin’in imametinden müşteki oldular ve onlardan ayrılarak diğer Müslümanların içine karışıp dağıldılar” bu düşünce yoğunlaşıp kendi inanclarından ayrılmaların sürdüğünü gören Şiacı stratejistleri bu durumu kurtarmak için düşündüklerinin tam tersini yapmak zorunda kalmışlar ve bu tartışmayı Hz Peygamberimize söylettirdikleri şu hadisle imameti kurtarmaya çalışmışlardır.
“Hasan ve Hüseyin huruç etmeseler de etseler de imamdırlar”!
Bunun akabinde Hazreti Hasan’ın yaptığı her şeyin Allah tarafından emredildiğini, halifeliği bırakmasının da Allah’ın emri ile yerine getirdiğini söyleyerek durumu perçinlemişlerdir. Konu ile ilgili Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
Artık bu sözden sonra Şiilerin; imamlar adına söyledikleri hiçbir inanc akidesi kimse tarafından tenkit edilemeyecek ve sorgulanamayacaktı. Çünkü her davranış o mühürlü mektuba göre yapılmaktaydı.

Konu ile ilgili bir başka haber Yezîd b. Humeyr b. Abdurrahman b. Cubeyr’in ağzıyla Hasan’a söylettirilen haberde “Arapların çoğunluğu bana itaat etmekteydiler. İstediğim ile savaşıyor, istediğim ile barış imzalıyorlardı. Ama ben bütün bunlara rağmen hilafeti Allah rızası ve ümmetin kanının dökülmemesi için terk ettim.”ifadesi de yukarıdaki hadisi tamamlaması için inşa edilmiş gibidir.
Yine şia üstadları Cemel, Sifin savaşlarında Hz. Ali ile Kerbela’da Hz.Hüseyin ile savaşmış olan Emevileri toptan cehenneme göndermek için, yine Hz. peygamberimize; ” Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’e söyle demiştir: “Sizinle savaşan kimsenin düşmanı, sizinle barış halinde olanın dostuyum”. Sözünü söyletmişlerdir.
Yine Hz Hüseyin in Hz Aişe’ye giderek Hz. Hasan’ın dedesinin yanına defnedilmesi konusunda müsaade istemesi ve izin alamaması üzerine; “Hüseyin (as) Aişe’nin [kendisine gitti ve onun talakını verdi. Çünkü Resulullah, kendi eslerini boşama yetkisini kendisinden sonra Emiru’l-mü’mîn’e [Hz. Ali] vermişti. O da kendisinden sonra Hasan (as)’a vermişti. Hasan da Hüseyin (as)’e vermişti. Resulullah [bu yetkiyi verirken de] söyle buyurmuştu: Eslerimin içinde Kıyamet günü beni göremeyecek olanlar, vasilerim tarafından talakları verilmiş olanlardır” diyerek saçmalamada ne derece zirve yaptıklarını görmek mümkündür.

Muaviye’yi Hz. Peygamberin minberinde görmeye tahammül edemeyen Siîler bir taraftan Peygamberin Muaviye’yi lanetlediğini ve “Onu minberimin üzerinde görürseniz, öldürünüz” dediğini aktarırlarken, diğer taraftan, “Resulullah rüyasında Ümeyye oğullarının birbiri ardınca minbere çıktıklarını gördü. Bu rüya onu üzdü kendisini teselli etmek için yüce Allah Kevser suresini nazil buyurdu” iddiasında bulunmaktadırlar. Bir birinden iki ayrı duruşu ifade eden bu haberlerden ilki, daha erken döneme ait iken, ikinci haber ise Emevî hanedanına mensup halifelerin peş peşe iktidara geldikleri bir döneme aittir. Nitekim rivayetteki teslimiyet havası Emevîlerin güçlü olduğu dönemlerde uydurulmuş olduğunu göstermektedir. Ibnu’l-Esîr, hilafeti Muaviye’ye teslim ettiğinden dolayı eleştirilen Hz. Hasan’in kendisini savunmak için bu haberi kullandığını söylemektedir.
Yaşanmış olaylardan sonra yaşananlara kılıf bulma ve durumu kurtarma adına döndürmedik dolap bırakmamışlardır.
Yukarıda sadece bir kaçını aktarmış olduğumuz haberlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Hasan dönemi sonraki kuşaklar tarafından birçok kez restorasyona tabi tutulmuş ve “tarih kurgulayıcıları” tarafından birden fazla kurgulanmıştır. İste “tarihin geriye dönük olarak okunması”nın en güzel örneği olan, bu kurgu tarih içerisinden doğruyu bulup çıkarmak İslam tarih yazarlarının önündeki en büyük problemlerden biri olarak durmaktadır.

HZ Hüseyin dönemi ve sonrası gelişmeler

Muaviye hayatta iken etrafındakilerinin telkini ile bir takım kötü huyları olan oğlu yezit’i yerine tayin etmeye kalktı ve Yezit’e Şam ve ırak halkının biat etmesini sağladı. Ancak, hicaz ahalisi yezid'e sonuna kadar biat etmedi. Yezitde bu bölge valilerini biat için zorlamadı. Muaviye, medine'ye gelerek Hüseyin ve yakınları ile konuştu. Onlar da muaviye'ye, "Hz. Muhammed'in veya ilk iki halife'nin yaptığını yapmasını" tavsiye ettiler... Yani yeni halife'yi şura tespit etsin, dediler.
Muaviye, bu teklifini kabul etmedi. Mescitte minbere çıktı, "tarafsızlar biat etti, siz de edin," diyerek halkı kandırdı. Onlar da yezid'e biat ettiler. Böylece Hüseyin hicaz'da da yalnız kalmış oldu. Etrafta peygamber zamanından kalan insan da pek kalmamıştı, bu da muaviye'nin işini kolaylaştırıyordu. Böylece 680 yılına kadar hüküm sürdü.Muaviye hayatta iken halkı oğlu yezit’e biat ettirdiği için, ölümünden sonra bir kargaşa çıkmadı. Halifeliği döneminde ehlibeyt mensuplarına insaflı olması konusunda oğluğa tavsiyelerde bulunduğu söylenir. Bu hususla ilgili farklı kaynaklardan örnekler verilecek olunursa; Pakistan’ın büyük Tarih âlimi mevlana Abdüşşekur İlahi Mirzapuri, Şehadet-i Hüseyin isminde Urdu dilinde yazdığı ve sonrada farscaya da tercüme edilen kitabında, şii kitaplarındaki alıntılarla tarihi olaylara ışık tutar. Mesela; Kitabının On-birinci sayfasında “Şii âlimlerinden Muhammed Bakır Horasani, [m. 1679 senesinde vefat etti.] Cila-ül-uyun kitabının 321. sayfasında: “Muaviye vefat edeceği zaman, oğlu Yezide şöyle vasiyet etti: İmam-ı Hüseyin’in Resulullaha yakınlığını, Onun mübarek kanından olduğunu biliyorsun. Irak halkı Onu kendi yanlarına çağırırlar. Sana yardım edeceğiz, derler. Yardım etmezler. Onu yalnız bırakırlar. Ona galip olursan, kendisine hürmet et. Sana yaptıklarına karşılık, Onu hiç incitme! Benim Ona olan iyiliklerimi sen de yap!” Şii tarihçilerinden Muhammed Taki han, [m. 1879 senesinde vefat etti.] Farisi, Nasih-üt-tevarih kitabında: “Nasihatinde şunları da söyledi: Oğlum, nefsine uyma! Allahü teâlânın huzuruna, Hüseyin bin Ali’nin kanına bulanmış olarak çıkma! Yoksa sonsuz azaba yakalanırsın! (Hüseyin’e hürmette kusuru olana, Allahü teâlâ bereket vermez!) hadis-i şerifini unutma!” Yine bu tarihin 38. sayfasın; “İmam-ı Ali’nin yanında olanlar, yani Şiiler, Şam’a gelirler, Muaviye’yi kötülerlerdi. Muaviye, böyle söyleyenlere bir şey yapmaz, kendilerine (Beyt-ül-mal’dan bol ihsanda bulunurdu.” Cila-ül-uyun Şii kitabının 323. sayfasında diyor ki:(İmam-ı Hasan bin Ali dedi ki, Muaviye, etrafımdaki yardımcılarımdan, vallahi daha iyidir. Çünkü bunlar, bir yandan Şii olduklarını söylüyorlar. Bir yandan da, beni öldürmek, mallarımı almak istiyorlar.)Yani sözün kısası babasından bu tür vasiyetleri alan Yezid sonunda halife oldu...Ancak içi rahat değildi. En büyük endişesi, kendisine biat etmeyen Hz.Ali'nin oğlu Hüseyin, amr'ın oğlu Abdullah ve Zübeyir’in oğlu Abdullah idi. Amr, muaviye'nin kurnaz hakem'i idi. Ama oğlu ne muaviye'ye ne de yezid'e yakın olmuştu. Yezid, medine valisi ebu süfyan'ın torunu velid'e bu kişilerden derhal biat almasını emretti. Eski medine emiri mervan da velid'e "eğer etmezlerse, onları öldürmesini" tavsiye etti. Hüseyin, "biz gizli biat etmeyiz. Halkı topla onların huzurunda biat olayı gercekleşsin," dedi. Velid halkın hüseyin'in konuşmasından etkileneceğini düşünerek kabul etmedi. Ancak hüseyin'in kendisine cevap vermek için geldiği saraydan çıkmasına izin verdi. Hüseyin ve iki arkadaşı o gece yanlarına kardeşlerini, ailelerini ve yakınlarını da alarak medine'den ayrıldılar. Mekke'ye gittiler. Geride sadece hüseyin'in kardeşi muhammed bin hanife, yani hz. Ali'nin başka bir kadından olan oğlu kaldı.
Hz Hüseyin Kûfe’ye onların kendilerine yaptıkları davet üzerine gidiyordu. Ailesini yanında götürmesinin sebebi, Küfe’ye yerleşmek; kendisine biat edecek olan Küfelilerle davasını daha geniş kesimlere yaymak ve mücadelesine orada devam etmek için gidiyordu. Mekke'ye yaklaştıklarında ashab'tan abdullah bin muti, "uğurlar olsun! Mekke'ye ulaştıktan sonra sakın kûfe'ye gitmeyesin! Baban orada şehit oldu, kardeşin hilafet'i orada bıraktı, harem-i şerif'ten ayrılma," diye nasihat etti. Allah’ın hikmeti hüseyin bu nasihate kulak vermedi
Yezid'in üzerlerine gönderdiği kuvveti, zübeyr'in oğlu abdullah yanındakilerle yendi. Bu arada kufeliler haber gönderip hüseyin'i davet ettiler. Abdullah bin amr, hüseyin'e,
- "gitme! Çünkü Allah, resulullah'ı dünya ve ahıret'ten birini seçmekte serbest bırakınca, o ahıret'i seçmişti. Sen onun etinden bir parçasın. Dünya'ya nail olamazsın." Demişti
Abdullah b. Abbas ve İbn Ömer gibi zatlar Hz. Hüseyin’e Kûfe'ye gitmemesini, zira Kûfe halkının itimatsız olduğunu söylemişlerse de onu kararından vazgeçirememişlerdir. Nitekim Abdullah ibni abbas
"ey amcamın oğlu! Ben kûfe halkından korkarım. Gaddardırlar. Sen hicaz halkının efendisisin. Mutlaka buradan çıkacaksan, bari yemen'e git. Ora halkı babanı sever,"
Dedi. Ancak kufe halkı ısrarla Hüseyin’i çağırınca, o da yola koyuldu. Halbuki hz. Hüseyin'i ikaz edenler onun gerçek dostu, gerçek şia'sı idi!.. Şia'yı dinlemesi gerekirdi...yolda kendisine 30.000 kişi biat etti. Hüseyin yola belki de halife olmak için çıkmamıştı. Onun iktidarı ele geçirme sevdasıyla hareket ettiğini söylemek büyük bir haksızlık olacağını kanaatindeyim. Nitekim İbn Esir’in el-Kamil fi't-Tarih'inde. “Hz. Hüseyin'in, zâlime karşı çıkmak gerektiği yoksa Allah’ın karşı çıkmayanı da zâlimle birlikte aynı yere koyacağını bildiren bir hadis naklettikten sonra şöyle dediği kayıtlıdır: “Yezid ve İbn Ziyad, devamlı olarak şeytana uymaktadırlar. Allah’a ibâdet etmeyi bırakıp devamlı fesat çıkarmış, Allah’ın kanunlarını işlemez hale getirmişlerdir. Devletin hazinesini kendi aralarında paylaştırmaktadırlar. Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkesten önce benim vazifemdir.” Dediği, Şia kaynaklarında da Hz. Hüseyin’in üvey kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye emaneten bir mektup bıraktığı, bu mektubunda “Benim bu yolda doğruluğu emretmek ve kötülükten sakındırmak, ceddimin sünnetini ihya etmekten başka bir amacım yoktur” dediği yazılmaktadır.
Bu arada yezid halkın şikâyet ettiği Numan bin beşir'in yerine Abdullah bin ziyad'ı kufe'ye vali tayin etmişti. Abdullah gelir gelmez durumu kontrol altına almış, hüseyin'i bekleyen topluluğu dağıtmış, başlarında bulunan Hüseyin’in amcaoğlu Müslim’i de idam etmişti. İdam haberi gelince, Hüseyin’in yanındakiler de dağılıp gitti. Hz. Hüseyin'i de yalnız bırakan Kûfeliler, daha sonra Müslim'in şehit edilmesinde de onu korumakta zayıf davrandıkları ve yalnız bıraktıkları görülür. Desteklemeye söz verip sonra sözünü tutmayan bu insanlar sempatizan'dan öte değillerdi. Aralarında Hüseyin’in yoluna başını koyacak kişi pek yoktu.. Sonuçta sadece ailesi (ehl-i beyt) ve çok yakınları kaldı... Ki işte asıl bunlara şia demek gerekir. Can dostu anlamına kabul edilebilir... Ama hala ortada bir mezhep ayrılığı filan yoktu. Bırakıp gidenlerin de şialıkla bir alakası yoktu.! ama hep bunu yapıyorlardı önce iyi niyet ve büyük bir arzu ile çağırıyor söz veriyor, zoru görünce direnemiyor destek vermekten vazgeçip acı olaylara sebep oluyorlardı.Ama Hüseyin (ra.)yola cıkmıştı bir kere onun için bu yol dönüşü olmayan bir yoldu. Duruma bakılırsa dönmesi gerekirdi. Akabe'ye yaklaştığında bir arap şahıs, hüseyin'i karşıladı ve
- "Allah aşkına geri dön! Çünkü kılıçların üstüne gidiyorsun,"
Dedi. Hüseyin de,
- "dediğin, bana gizli değildir. Ama Allah’ın emrine kimse karşı gelemez,"
Diye cevap verdi... Bundan da anlıyoruz ki, hüseyin başına gelecekleri biliyordu!.. O sadece ilahi takdir'e uydu. Kûfe yakınlarında hurr adındaki yezid'in komutanı, emrindeki 2000 asker ile onlara yetişti. Hüseyin,
- "ben buraya sizin davetnamelerinizle geldim. Eğer siz döndünüzse, ben de döner giderim,"
Dedi... Hurr,
- "benim davetnâmelerden haberim yok. Sizi Abdullah’ın huzuruna götürmek için emir aldım,"
Diye cevap verdi... Hüseyin belki de yanındakileri tehlikeye atmamak için, dönmek istedi. Ama izin vermediler!.. Abdullah bin ziyad'ın emriyle de susuz bir yerde, kerbelâ diye bilinen mahalde konaklattılar. Sonra 4000 asker daha geldi. Abdullah,
—biat etmezlerse su vermeyin,
Dediği için kendilerine su verilmedi. Böylece çoluk çocuk 8 gün orada susuz kaldılar. Sonra gene Abdullah’ın emri ile askerler üzerlerine saldırdı. Hüseyin izin vermesine rağmen, kimse onu terk etmedi.
Rivayete göre yanında 72 kişi vardı. 6000 askere karşı tertibat aldılar. Hurr yaptıklarından pişman olmuştu ama, artık komutan değildi, yeni komutan sad ibni vakkas'ın oğlu amr idi. Durumu değiştiremeyen hurr, atını sürüp Hüseyin’in yanındakilere katıldı!.. Bir sürü olaylar, teke tek vuruşmalar, acıklı konuşmalardan sonra muharrem ayının 10. Günü Hüseyin ve yanındaki erkekler ve kadınlardan bazıları çarpışmalarda şehit oldu. Diğer kadınlar ve üç oğlu kurtuldu... Bunlardan zeynel abidin o tarihte 20 yaşında idi. Şehit olanlar arasında Hüseyin’in oğulları ali ekber ve Abdullah; Hasan’ın oğlu ebubekir ve kasım; hz. Ali'nin 6 oğlu, yani kendisinin kardeşleri olan Abbas, Cafer, Abdullah, Osman, Muhammed ve ebubekir; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi Cafer’in oğlu) Abdullah’ın oğlu avn ve Muhammed ve yine amcası (hz. Ali'nin kardeşi) âkil'in oğlu Cafer ve abdurrahman; yine amca oğlu Abdullah; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi âkil'in oğlu) müslim'in oğlu Abdullah; ve ebu Sait’in (amca âkil'in oğlu) evlâdı Muhammed de vardı. Nihayet amr'ın komutası altında savaşan şemir adlı mel'un kişi şehit düşmüş olan Hüseyin’in başını kesti. Alıp yezit’e götürdü. Yine bu acem tarihinde diyor ki:(Zecr bin Kays, Hz. Hüseynin ölüm haberini Yezide getirince, başını eğip, bir zaman durdu. Sonra, (Onu öldüreceğinize, Ona itaat etseydiniz, iyi olurdu. Ben orada olsaydım Onu af ederdim) dedi. Mahdar bin Salebe İmam-ı Hüseyin’i kötülemeye başlayınca, Yezid yüzünü asıp, (Mahdarın anası böyle zalim ve alçak çocuk doğurmasaydı. Allah, Mercanenin oğlunu [İbni Ziyadı] kahr eylesin) dedi. Şemmer, imam-ı Hüseyin’in mübarek başını Yezide getirip, (İnsanların en iyisinin çocuğunu öldürdüm. Bunun için, atımın heybelerini altınla, gümüşle doldurmalısın) deyince, Yezid çok kızdı ve (Allah heybelerini ateşle doldursun! İnsanların en iyisini niçin öldürdün? Def ol. Git karşımdan. Sana hiçbir şey verilmez) dedi.) Şiilerin Hulasat-ül-mesaib kitabının 393. sayfasında diyor ki:(Yezid, herkesin yanında ağladığı gibi, yalnız kaldığı zamanlarda da çok ağladı. Kızları ve hemşireleri de beraber ağladılar. İmam-ı Hüseyin’in mübarek başını altın tasa koyup, (Ey Hüseyin! Allah sana rahmet etsin! Ne hoş gülüyorsun) dedi. Cila-ül-uyunda diyor ki:(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytini kendi sarayına yerleştirdi. Çok ikram etti. Sabah, akşam yemeklerini imam-ı Zeynelabidin ile beraber yerdi.) Hulasat-ül-mesaibde diyor ki:(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytine, (Şam’da benim misafirim olarak kalmak mı, yoksa Medine’ye gitmek mi istersiniz?) dedi. Ümmi Gülsüm, tenha bir yerde matem yapmak istiyoruz) dedi. Yezid, sarayında geniş bir odayı bunlara verdi. Burada bir hafta matem yaptılar. Yezid, sekizinci gün, Ehl-i beyti çağırıp, arzularını sordu. Medine’ye gitmek istediler. Çok mal ve süslü hayvanlar ve ikiyüz altın verdi. Her ihtiyacınızı her zaman bildirin, hemen gönderirim, dedi. Numan bin Beşiri, beşyüz süvari ile bunların emrine verdi. İzzet ve hürmetle Medine’ye gönderdi.) şeklinde rivayetlerin olduğu gibi Hz Hüseyin’in başına hakaret ettiği ile ilgili rivayetler de mevcuttur. Doğrusunu Allah bilir. Burada haksızlık ve zulüm içinde olan yezidin avukatlığına soyunmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Halifelik peşinde olan Yezid, hüseyin'in oğlu 4. İmam zeynel abidin'i ve diğer esirleri medine'ye geri yollamıştır. Bir rivayetde gecen anekdota yer verilirse;Hz. Hüseyin Yezitle ilgili,
"benim babam onun babasından, benim anam onun anasından, benim ceddim, onun ceddinden hayırlıdır... Ben de ondan hayırlıyım. O halde halifelik benim hakkımdır,"
Demiş... Yezit de onun hayır konusundaki sözlerinin haklı olduğunu söylemiş, ancak,
"kalellahü mülikül mülk, tüetil mülk mentena"
Ayetini hatırlamasını söylemiş
Yani mülk Allah’ındır. İstediğine verir!. Tarih sayfalarında görünen o ki, HZ. Hüseyin kufe'ye giderken şehit olacağını ama ilahi takdir'e karşı gelinemeyeceğini de biliyordu!. Allah ona ve ceddine rahmet etsin Şefaatlerine nail eylesin. Olayın tarihdeki bir yüzü böyle ondan sonraki sürecte bazı şia grupları Hz Hüseyinin ölüm yıl dönümünde ağlama krizine girer ona gözyaşı dökmekten cennet umut ederler. Bu konu ile ilgili şia kaynaklarında Hz. Hüseyin içini ağlamanın fazîleti ile ilgili pekçok rivâyet vardır. Bu rivâyetlerde Hz. Hüseyin için ağlamanın büyük günahları sileceği, Âşûre gününü hüzün ve ağlama günü olarak görenlere kıyâmet gününü Allah'ın ferah, sevinç ve saadet günü kılacağı, bütün gözlerin ağlayacağı kıyâmet gününde sadece dünyada iken Hz. Hüseyin için ağlayan gözlerin güleceği, bildirilmiştir. Kerbelâ hadisesi ile ilgili ciltler dolusu kitap olabilecek olan uydurma rivâyetlerin varlığına dikkat çeken şia alimlerinden Mutahharî, “Hz. Hüseyin için ağlamak gerekiyorsa, onun kılıç ve mızraklar altında can verdiği için değil, hakkında bunca yalan ve uydurmalar düzüldüğü için ağlamanın gerektiğini” söyler. Yine bir başka şia düşünürü Ali Şeriatî' bu konu ile alakalı “Keşke ben de seninle olsaydım da şehadetin büyük feyzine ulaşsaydım” mantığını şiddetle tenkit eder ve Hz. Hüseyin için tutulan yaslarla ilgili olarak da şöyle der:“Mesele, şehitlerin efendisi için şehadet ânına kadar “ölümlü efsâne,” şehâdetten sonra “ebedî efsane,” şimdi de tüm zaman ve zeminlerin yaşayan efsanesidir. Bu düşüncede olan “hareket eden ölü bir kesim”in Hüseyin gibi ebedî bir efsâne olan biri için değil de, kendileri gibi “aşağılık bir ölü” için yas tutmak olduğunu anlamaları gerekir. Şeriati. Şiilere, Hüseyin'in ölümüne ağlamakla leş olup gidişiin tesellisini bulmak ve ruhlarına sevap kazandırmak yerine, onun izinden yürümekle, leş olup gidişii önlemeyi ve hareket eden ölü bedenlerine hayat ruhu vermeyi tavsiye eder
Musa el-Musavî de Âşûrâ gününde dövünmeye karşı çıkar ve “Tarihte hiçbir mukaddes ayaklanma Şiîlerin, Hüseyin sevgisi bahanesiyle Hüseyin ayaklanmasını çirkinleştirdiği kadar çirkinleştirmemiştir” diyerek bunun bir çirkinlik olduğunu nazara verir. İmamlara nispet edilen, “Hüseyin'e ağlayan veya ağlar görünen için Cennet Vâcip olmuştur” rivâyeti için de ,“Haşâ ki; İmam'dan böyle bir söz sâdır olmuş olsun!” der. Sonra da şöyle bir tashih çağrısı yapar:“İmam Hüseyin'in ayaklanmasını çirkinleştiren ve tamamen ters gösteren câhillerin bu gibi hareketlerini engellemek için, İmamiyye Şiîlerinin münevver tabakası, büyük gayret sarfetmelidir. Vâiz ve dâvetçilerin ise, daha açık ve şahsiyetli rol oynamaları icabediyor. Çok açık bir şekilde ifâde etmek istediğim gerçek odur ki, Âşûra günü İmam Hüseyin'i şehadete sevkeden sebep Şiîlerin çizmek istediği şekilden tamamen ayrı ve yücedir! Hüseyin, halkın kendisi için ağıt yakıp dövünerek zavallı göstermesi için değil, insanlara, fedakârlık, kararlılık, yiğitlik, zulüm ve istibdadata karşı mücâdele dersi vermek için şehid olmuştur. Bu itibarla İmam Hüseyin'in şehadetini anma töreni, hem güldüren, hem ağlatan câhilce ve aptalca hareketlerden uzak, onun şerefine yakışır bir tören olmalıdır! Nutukların irad edildiği, beliğ kasîdelerin bulunduğu Peygamberin, Ehl-i Beytinin ve Ashab-ı Kira-mın Allah yolunda cihad ve fedakârlıkla dolu hayatlarının anlatıldığı kültürel törenler yapılsa ne kadar iyi olurdu!“İşte böyle, Hüseyin'i anarken, yıkılmalı değil, yeniden yapılanmalıyız. Hüseyin'i mücâdele meydanlarında çirkinleştirip kötülemeksizin ona şeref hakkını tanımalıyız. Şâyet Hüseyin'in taraftarı ve sevenleri isek.”Musa el-Musavî bu konuyla ilgili olarak şöyle bir hatırasını anlatır:Şiîlerin tanınmış bir âlim ve şeyhinden otuz yıl önce duyduğum, hikmet ve aydınlık sözlerle dolu bir konuşmayı nakletmek istiyorum. O nur yüzlü çok yaşlı şeyh yanımdaydı. Gün on Muharrem, saat öğle vakti, tam oniki, mekân Kerbelâ'da İmam Hüseyin'in kabri. Bir de baktım ki, Hüseyin'e yas mâhiyetinde kılıç ve kama ile başlarına vuran büyük bir kalabalık kabrin bulunduğu yere geldi. Başlarından ve vücutlarının her tarafından akan kan insanı iğrendiriyordu. Arkalarından omuzlarını zincirle döven bir grup geldi. Burada ihtiyar âlim ve şeyh bana sordu:“Bu insanlar niçin başlarına bu kadar felâket getirirler?“Ne dediklerini duymuyor musun? Hüseyin'e ağlayarak ‘Vah Hüseyin'im’ diyorlar.”“Şimdi Hüseyin Yüce Allah'ın huzurunda değil mi?”“Evet.”“Hüseyin şu anda ‘Allah'tan korkanlar için hazırlanan ve göklerle yer genişliğinde olan Cennette’ değil mi?”“Evet.”“Cennette kapalı incilere benzer hurîler yok mu?”“Var.”Şeyh derin bir nefes alarak çok üzgün bir edâ ile şöyle dedi:“Vay bunların haline, ne kadar câhiller. Halen ‘Çevrelerinde hizmet için ölümsüz gençler dolaşan, main çeşmesinden doldurulmuş testilerin, ibriklerin ve kadehlerin bulunduğu Cennette olan bir imam için neden bunları yaparlar?” Hz. Hüseyin de babası ve abisi gibi ilk üç halife'yi tanıyor ve itiraz etmiyordu. Ancak, diğerlerinden farkı halifenin secilmesinin şura heyetinden tek kişi bırakılmasını tasvip etmezdi. Buna rağmen abisi Hz hasan ile birlikte Hz Osman ı ihtilalcilerden uzun süre korumuş hatta bu uğurda yaralanmışlardı.
Farklı kaynaklardaki genel anlayışla birlikte tarih sayfalarından bugüne yansıtılan hakikatlar ışığında konunun buraya kadar ki genel değerlendirmesi başlıklar ile izah edilirse;
Sahabeden Ali taraftarı olarak bilenen ve ona yakın duran küçük bir grup Hz Ali yi yiğitliği kahramanlığı ve ilmi vasıflarından dolayı onu sevmiş ve onu desteklemişlerdir. Bu grubun bir kısmı Hz Ali’nin ölümünden sonra Muaviye nin yönetimindeki savaşlara katılmış Eyüp El Ensari gibi bir kısmı kendi köşesine çekilmiş Allahın rahmetine kavuşmuşlardır. Bunlar kendi yaşadıkları dönemde Hz Ali nin imametinden, masumluğundan ve ona bugünün şiası tarafından verilen vasıfların hiç birinden haberdar değillerdi. Ancak, Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet ön­derleri ehlibeyte lanet okunmasının sağlanması olayı yaşayan sahabeleri çok üzmüş bu olayı şiddetle eleştirerek Muaviye ve valilerini bundan sakındır­mışlardır. Hatta Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye'ye yaz­dığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek şöyle demiştir.
«Siz minberlerinizden Allah'a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali'yi severdi..»
Daha sonra büyük fetih hareketleriyle nicelik olarak yeterli büyümeyi sağlayan islam toplulukları nitelik olarak yeterli gelişmeyi sağlayamamanın yanında, iktidarı pekiştirme adına sürdürülen kötü adet ve yanlış davranışlar yüzünden gerekli huzur sağlanamamıştır.

İç siyaset deki karışıklıkların etkisiyle Ali taraftarlığının bir yansıması olarak yukarda bahsedilen sebeplerden ve özellikle de emevilerin ilk döneminde başlatılan ve Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam ettirilen cuma hutbelerindeki ehlibeyte hakaretin varlığı, Yezid döneminde, Hz. Hüseyin zalimce öldürülmesi, birçok alanda dinin yasaklarının çiğnenmesi, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in kızları esir cariyeler olarak Yezic ve gönderilmesi insanların içinde infial yaratıyordu. Netice de bu insanlar Resulullah'm kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı. İnsanlar bütün bu olup bitenleri gördü, bunlara engel olamadı ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Emevilerin iş­kenceye tâbi tuttuklan kimseler, bunların gözünde aşırı derecede büyümeye başladı­.
Bu duygu ve düşüncelerini devamlı baskı altında tutan gruplar davranışlarında ve yargılamalarında da aşırılığa gittiler. Çünkü şef­kat ve merhamet duygularının kabarması, kendisine acınan kişiyi yüceltti ve kutsallaştırdı. Bütün bu sebeplerden dolayı nitelik olarak gelişemeyen topluluklarda ehlibeyt taraftarlığını öne çıkmaya başladı. Ve gittikce de kemikleşti.
Bu toplumun içinde, yaklaşımları çok farklı, fakat sonuç itibariyle bir arada olan gruplar mevcuttur. Bunların özelliklerine gelince; Bunlardan bir kısmı ehlibeytin ilminden feyzinden faydalanmak üzere ehlibeyt mensuplarından hiç ayrılmayan sapık ve sapkınlığın içinde olmayanlar ki; bunlar şu an onların içinde değildir. Bir diğeri ehlibeyti önce destekleyip sonra ona ihanet eden grubun sonuçta yine kendini ehlibeyt taraftarlarını destekleme zorunluluğunu vicdan bir mesele haline dönüştüren duygusal yaklaşımların ağır bastığı ilimsiz cahil zümre, Bu grubun sempatizanlığı Hz Ali nin ırakta bulunması dönemiyle başlamıştır. Bir başkası İran’ın fethinden sonra bu bölgenin İslamlaştırılmasındaki yetersizlik ve bu bölgenin yapısından kaynaklanan gelenekçi yapının değişmemesi bu yapıyla Abdullah ibni sebe’nin fikirlerinin örtüşmesi ile oluşan görüş ki; bugünkü şia felsefesinin ana ilkelerini oluşturan büyük grup bunlardan oluşmuştur. Bu görüşe, farklı kültürlerdeki kitapların islama kazandırılması adına yapılan tercüme hareketleriyle yöresel inançların İslam kültürüne taşınması olayı büyük katkı sağlayan faktörlerden biri olmuştur. İlk dönemlerinde bu sürecin merkezinde olan ehlibeyt mensupları, gördükleri aşırı davranışlar ve sapkınlıklar yüzünden bunlardan ayrılmış, imamı Cafer “Ben olardan beriyim” demek zorunda kalmış yine aynı dönemde bu grup Hz. Zeyd’ de ihanet etmiş, onu yalnız bırakmışlardır. Sonuçta bunlara ehlibeyt mensuplarından tamamen ayrıldıklarından dolayı “Rafizi” adı verilmiştir. Sözün özü bu gruplar bu güne kadar ehlibeytsiz ehlibeytçilik yapmışlardır. Görüşleri birbirinden farklı onlarca gruplara bölünmüş her biri diğerini tarih boyunca tekfir etmişlerdir.
Abdullah İbni Sebe, sebailer, Rafıziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in bunlardan bazıları dır. Bu inanç sahiplerini yöneten ve yönlendirenlerin çoğu menfaatçilerden oluşmaktadır. Bunlar çıkarlarını sürdürmek adına bu inancı kurumsallaştırma gereğini duymuşlar Şiiliğin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için evvelinin olmasını sağlamak içinde bunu hadislerle teyit etme zorunluluğunu hissetmişlerdir. Ayetlerin geliş yeri ve nüzul sebebine bakılmasızın kendi görüşlerinin ispatını sağlamak için, ayetleri yanlış tevil ederek yorumlanması görüşlerinin ve yorumlardaki boşlukların bazı tarihi olaylarla doldurularak inandırıcılığın sağlanması yoluna gidilmiştir. Bununla birlikte görüşlerinin karşısında olabilecek görüşlerin veya kişililerin de bir şekilde ekarte edilmesi gerektiği düşüncesi ile sahabeye ve söylemlerine karşı kulaklarını kapamışlar, onların aleyhine propaganda ve faaliyetlerini bütün süreçte sürdürmüşlerdir. Özellikle İmamı Caferin ölümünden sonra onun adını kullanılarak binlerce hadis uydurarak uzun bir süre sonra ancak bu projenin altı doldurmuşlardır. Bu sürecde Bazı mefhumların anlamları değiştirilmiş. Bu mefhumlara islamda olmayan manalar yüklenmiş, ehlibeyt imamlarının hiç söylemediği sözler onlara söyletilmiş, Hz Ali nin kürsülerde ettiği vaazlar değiştirilerek kitap haline dönüştürülmüş, sevilecek şeylerin bazılarına nefret esası getirilirken bazılarında ifrat derecede sevgiler yüklenmiştir. Düşünce yapılarında konjektürel olarak değişiklikler yaşanmış önceleri hoş görülen esaslar, kabul edilen ilkeler, çok ters olmayan tarihi şahsiyetlerin daha sonraları tamamen gözden düşürülerek yok edildiği, sürecin bütününe bakıldığında görülmektedir.

Tarihde bu anlayışa katkı sağlayan bazı olaylar ve kişiler bu sürecin bazen nedeni bazen kendisi, bazen destekleyicisi, bazen de farklı şekilde tezahür ettiğini görmek mümkündür. Şöyle ki;
Halifelik konusundaki Sürtüşmeler ve mücadele, Haşim oğulları ile onların amcaoğulları olan emeviler arasında geçme süresinde, Önce beni ümeyyenin daha sonra beni Abbas’ın elde ettikleri saltanatlarına zarar gelecek endişesi ile ehli beyt soyuna karşı yapılan düşmanlık ve haksızlığın istenilen amaca hizmet etmekten ziyade karşı grupların olmasını sağlamış bunların kemikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin içinde yaşayıp etkili olan kişilerden bazıları saf değiştirebiliyor ilginç karelerde yer alabiliyor. Sonuca baktığınızda ise, kişilerin ne zaman nerede olacağını dini anlayış değil, başka şeylerin belirlediğini görüyorsunuz. Mesela cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan sad bin ebi vakkas'ın oğlu amr, rey valiliği uğruna peygamber torununun üzerine yürüyebiliyor. Öte yandan bir zamanlar Ali'ye karşı çıkmış olan Zübeyir’in oğlu Abdullah, Hz. Hüseyin’in yanında yer alıyor. Keza kurnaz hakem amr'ın oğlu Abdullah da yezit’e biat etmeyip Hüseyin ile birlikte hareket ediyor!.. Hüseyin'i önce kerbelâ'da susuz bırakan hurr sonra onun yanına geçip uğruna şehit düşüyor! Ne oluyor da bunlar çok kısa bir süre içinde bu değişikliklere uğruyor acaba! Gönüllerini dini bir ilhammı basıyor yoksa nerede olmaları gerektiğini olayların gelişimine göre belirliyorlar. Bunlar kaderin bir cilvesi olamaz mı? Burada din farklılığını aramak niye. Böyle bir farklılık yok ama kabilecilik ve yönetme arzusu ön planda. Hz peygamberimiz ile Ebu sufyanın büyük dedeleri yıllar önce araları açılmış iki kardeştir. Ebu süfyanın dedesi şama peygamberimizin dedesi de medineye yerleşmiştir. Ancak, daha sonraki nesilleri tekrar Mekkeye dönmüş ama eski de olsa aralarında bir husumet mevcuttur. Ayrıca, Hz Hamza Ebu süfya nın karısı hind’in babasını Bedir savaşında öldürmüştür. O da onun intikamı Uhut savaşında alarak Hz Hamza nın şehit olmasını sağlamıştır. Yani yezidin söylemlerinin arka planında saltanat aşkının yanında geçmişteki hadiselerden dolayı ceddinin intikam alma duygularının önecıktığı birebir görülmese de de hissedilir. Buna karşın Hz. Hüseyin ve yakınlarına ihanet edenler, yaptıklarının suçluluğu ile Kerbelâ faciasına ağıtlar yakmışlar karşıdakilere duydukları nefretle çeşit çeşit rivayetler ortaya koyarak destanlaştırmışlardır. Hissi ve duygusal yaklaşımların çok ileri derecede kullanılarak oluşturulan bu destanlar incelendiğinde; uydurma rivayetleri acılı tarihi olayın duygusallığı içine çok ustaca kamufle edildiği olayın dinselleştirildiği emeviler ile ehlibeyt arasındaki kavganın siyasi bir olay değil de dini bir kavga olduğunu imajı ile bir tarafın Müslüman karşı tarafın kâfirler cürufundan meydana geldiği algılaması yorumsuz anlaşılacaktır. Bu destanlar okurlarını farkında olmadan aynı duygu yelkenine bindirebilecek bir yapıdadırlar. Bu duygu ile yüklenen okuyucu ekmek yapmaya hazır hale gelmiş hamur gibi, artık din adına ne söylerseniz kabul etmeye hazır hale geldiğini görürsünüz. Çünkü şiacılar tarih boyunca kendi inanışlarını hep bu olayı kullanarak ajite ederek vermişlerdir. Tarihi gerçekleri ve sapkın amaçlarını bu acı olayı kullanarak camiden uzak kalmış ya da uzaklaştırılmış bilinçsiz halka ve taraftarlarına yutturmuşlardır. Yukardan beri bahsedilen sebeplerin oluşturduğu Şiilik anlayışını, Kerbela hadisesi ile iyiden iyiye tetiklenmiş, apayrı bir inançlar manzumesine dönmüştür.
Tarihin içinde ki bu gerçekleri görürken aklı kullanmak isteyen ve aklın karartılmasına taraf olmayanlara bu düşünce sahiplerinin ilk söyleyeceği şey; yine malum hadisenin duygusallığını kullanarak yezidin kurtarılmaya çalışıldığını, ona sahip çıkıldığı olacaktır. Onların nezdinde bu algılama biçiminin yezitle eşitlediğini görürsünüz. Yezitle bir olmak istemeyenler ise, kerbela olayı içine ustaca yerleştirilen şia felsefesi içinde buluverir kendini. Yani onlara göre yezide karşı olmanın şianın içinde olmaktan başka bir alternatifi olmadığı gibi şiaya karşı olmanın da yezidin yanında olmaktan başka bir alternatifi yoktur. Şiacılar size bu iki alternatifin dışında başka bir düşünceyi sunmazlar. Kendi bozuk inançlarının içine ehlibeytin istismarını taşıyarak size alternatifsiz bırakırlar. Gerçek Ehlibeyt Hz. Zeyt imam ı Cafer ve İmam Rıza şiacılık yapanlara karşı “Ben onlardan beriyim”. Demiştir demesine de istediği kadar biz bu hareketin içinde değiliz desinler. Şiacılar için bunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Burada önemli olan toplumun algılamasının istenilen yönde kullanılmasıdır. Oysa duyguları bir tarafa bırakıp aklı devreye soktuğunuzda şu gerçek hemen gözünüzün önüne gelecektir. Bu gelişmelerin en büyük müsebbibi ve tarafı yezit; bunu dini amaçlı yapsaydı, onların dediği gibi ehlibeyti ortadan kaldırmakla islamı yok etmeyi aynı görseydi, etrafındaki şakşakçıların ona verdiği gazı ile esir olarak yanına getirilen diğer ehlibeytin hepsini öldürtebilir, ondan sonraki saltanat hayatını daha korkusuz endişesiz sürdürebilirdi? Bu konuya at gözlüğü ile bakmanın meseleyi çözme yönünde asla bir cıkış olmayacaktır. O ortamdaki olaylara, söylenenlere tarihi vesikalara bakıyorsunuz gerçek hiç gösterildiği ya da gösterilmeye calışıldığı gibi olmadığını görürsünüz. Mesal; İbnu Zübeyr'in davetçisi Abdullah b. Muti gelip Yezid'in şarap içtigini, namazı terk ettigini ve kitaba, sünnete aykırı davrandıgını iddia ettiginde Hz.Ali nin oğlu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid lehine sahadet etimiş, Abdullah b. Muti'ye "Zikrettiginiz seyleri ben onda görmedim. Yanında bulundum ve onunla bir arada ikamet ettim. Namaza devam ettigini, hayrı arastırdıgını, fıkhî hükümler sordugunu ve sünnete baglı oldugunu gördüm" diye cevap verdi, İbnu Muti ve beraberindekiler ona: Sana tasannu için öyle yapmıstır dediklerinde "Söylediginiz içki içme hadisesini size gösterdi mi? Eger sizin yanınızda içti ise sizler onun ortagı sayılırsınız Yok sizin yanınızda içmediyse bilmediginiz, görmediginiz seye sahitlik yapmanız size helal degildir." demiştir. Onlarda; Görmedi isek de bu bizce malumdur dediklerinde de "Allahu Teala şahitlere bunu yasaklamıs ve buyurmustur ki "Bildikleri halde (bilerek) sahitlik yapanlar hariç, sizin bu isinizden herhangi bir sey (biliyor) degilim."
Hz. Ali'nin oglu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid için böyle sahadet ettiğini de görmekteyiz. Amac burada yezidi kurtarmak değil onu zaten biz kurtaramayız kurtarmayız da. Ancak alt niyetli görüşler olayı sürekli dinselleştirdiğinden bazı gerçekleri duygumuza hoş gelmese de söylememiz gerekmektedir.
Bu sürecin neresinden bakarsanız bakın bu mesele bir din savaşı değildir. Ancak, mevcut muteber kaynakların ifadelerinden cıkan sonucta Yezidin amacı dinin muzafferiyetinden ziyade, kendi geleceğidir. Olayın birden çok görülecek yanı farklı cepheleri vardır. Eğer buradaki nüanslara doğru bakılmazsa gerçek hiçbir zaman doğru görülmeyecektir.

Bütün bu olup biteni anlamak için her türlü peşin hüküm'den sıyrılmak ve tek yönlü bakış acısını değiştirmek şarttır. Tabiî ki duygusallığı sevgiyi unutmayacağız ama akıl'dan da yararlanacağız. Elbette Allah isteseydi, Hüseyin’in başını şemir'in eline bırakmazdı. Ama ne ibni mülcem'i, ne câde'yi, ne de onu durdurmuştur... Bunda elbette Allah tarafından bilinen bizce bilinmeyen anlayamadığımız hikmetler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki.Hz. Hüseyin kendisine düşenleri yapmış mertebelerin en yücesine ulaşarak hak'ka kavuşmuştur. Şehit olmasa da yatağında ölseydi bugün çoktan unutulmuş olurdu. Emevi hanedanları onların varlığını mücadeleeci azmini hep ensesinde hissetmişler bu hissedişin sonuçları şüphesiz İslam için hayırlı olmuştur.

Huzursuzluğun hâkim olduğu o dönemdeki toplum yapısına bakıldığında, İslam coğrafyasındaki algılamalar ve faaliyetleri şöyle sıralanabilir.
Olayın devlet cephesi olan emevi hanedanları ki; Halifeliğin yapısına saltanatı bulaştırmışlar, karşılarında muhalefet olabilecek güç ve yapıda kimse görmek istememekte, Bu hırsın kamu düzenini sağlayan kesime yansımasıyla valiler, halkın sıkıntılarına çözüm üretmek yerine onları daha sıkmaya patlatmaya yönelik eylemler içine girmelerini sağlamıştır. Yönetimin şerrinden korkan devlet erkânı yönetime yaranmak için yalakalık ve yanlışlık adına bir eylemde bulunmayı geleceğin garantisi görmektedir. İşte bu ortamda yukarda da kısaca bahsedildiği üzere Hz. Hüseyin’in şehit olmuş Allah ın rahmetine kavuşmuştur. Devleti yönetenler, devlet gelirini artırmak, kendi hükümranlıklarını iyice oturtmak için dışarıda fetih hareketlerini sürdürürken, içerde konumlarının kalıcılığını sağlamak adın o derece ileri gidilmişlerdir ki camileri bile siyasetde kullanmışlardır. Halkın tek güvendiği huzura erdiği bu müesseselerde kendi geçmiş ve gelecek nesillerine methiyeler düzülmesini sağlarken, bazı cami ve mescitlerde saraya yalakalık yapan din adamları kullanılarak ehlibeyte hakarete varan sözler sarf edilmesini sağlanmıştır. Söz konusu imamların bir kısmı aldıkları emirle, bir kısmı yağcılık olsun diye bile bile vaaz kürsülerinde ehlibeyti halkın gözünden düşürmek için yalan yanlış sözler sarfetmekten geri kalmamışlardır. Camiye gelip cuma namazını kıldıktan sonra hutbede bu tür hakaretleri dinlemek istemeyen insanların dinlemesini sağlamak için, Cuma namazının sonunda yer alan cuma hutbesini Cuma farzının önüne almışlardır. Emevi hanedanlarına yapılan övgüler ve ehlibeyte yapılan hakaret vari sözler boşa gitmesin dinlesin diye böyle bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Siyasetdeki hırsın bu kadar nefreti doğurması İslami alt yapıdan yoksun fakat camilere bir şey öğrenmek için namaz kılmak için gelen halkın, Ehlibeyt sempatizanlarının, Aliyi sevenlerin ve Alevilerin camilerden uzaklaşmasını sağlamış, bu olumsuz manzaradan uzak kalmak isteyenler camiyi terk etmişlerdir. Bu yanlışlar yüzünden camilerden uzaklaştırılanlar, İslami öğrenmekten yoksun bırakılmış, bu mazlum insanların başkalarının ellerine geçmesine sebep olunmuş, hırsları yüzünden müsebbipleri büyük bir gafletin, ihanetin, hesabı verilmeyecek sorumlulukların altına girmişlerdir. Ehlibeyt aşkıyla yanmaya başlayan iman ateşinin alevlenmesine ramak kalan grupların, İslamlaşamaması, ıslama fitne sokmak için fırsat bekleyen grupların ellerine itilmesi ne acı bir tarihi gerçektir. Bu gruplar camilerde gördükleri manzara karşısında kendilerini mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlamışlar, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu­tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik­lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ve bu tip kişi ve kişilerin anlayışları ile inançlarını sahip ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Hz. Ali'ye ve ehl-i beyt mensublarına, özellikle velayet ve ilmin yanı sıra, rasulül-lah'ın soyu olmaktan kaynaklanan şahsiyet­leri sebebiyle doğan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlardır. Bazı din adamlarının vaaz kürsülerindeki saltanat sahiplerini övmelerini hazmedemeyen ehlibeyt sevdalıları bunlar yezit ve bunun gibi zalimleri överek sevap umuyorlarsa biz neden ehlibeyti öven ve onu yücelere taşıyan övgüler methiyeler yapmayalım düşüncesi ile başladıkları faaliyetlerinin sonunda ehlibeyt adına uydurdukları hadisler karşılığında sevap alacaklarına bile inanmaya başlamışlardır.
Hatta bu konuda yarışa girişilmiş ehlibeytle ilgili 70 tane hadis uydurdum bunun sevabı bana yeter deyip yaptığı ile cenneti umanlar olmuştur. (konu ile ilgili geniş bilgi Şianın Hadis Anlayışı bahsinde yer almaktadır)
Burada küçük bir ayrıntının belirtilmesinde fayda var. Yezid, kendi döneminde asla ilmin merkezi konumunda olan Mekkeye hükmedememiştir. Mekke'ye de İbnü’z Zübeyr hükmetmiş, Yezid'e biat etmemiş ve Yezid ölünceye kadar da kendisine biat edilmesi için çağrıda bulunmamıştır. Mekkedeki camilerde yezide methiyeler düzülen hutbeler okunmamıştır. Ayrıca beni ümeyye ve beni abbasi dönemlerinin bazı idarecileride buna izin vermemişlerdir. Özellikle yezit ve zalim haccac dönemlerinde camilerde siyaset adına linç kampanyası sürdürmeyi saltanatın devamının garantisi görmüşlerdir. Bu sürecte emeviler'den halife 2. Muaviye ve halife ömer'i aynı kefeye koymamak hayırla yadetmek gerekir... Çünkü bu muhterem zatlar camide ehl-i beyt'e sövme âdetine büyük tepki göstermiş bu yanlış hareketi kendi dönemlerinde kaldırmışlardır. Şu önemli noktanında altını cizersek, Emeviler'den de, Abbasiler'den de hilafete Emeviler döneminde bulaştırılan saltanat yönünü kaldırmak için gayret gösterenler olmuştur. Bilhassa Abbasi halifesi Memun, kendisinden sonra İmam Cafer-üs Sadık'ı halife olarak göstermiş, ancak bir sonuç alamadan halifelik'ten düşürülmüş, yerine oğlu getirilmiş, böylece saltanat zinciri devam edilmiştir. Ancak halifelere, Hz Hüseyin ve Zeyd’ den başka başkaldıran ehlibeyt imamı hiç olmamıştır. Özellikle imam cafer'den sonra halifeler ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verildiği görülmektedir.


Buna karşın sapkın hareketlerin propagandası ile yeni bir anlayışın etkisinde kalanlar ki, bunları da birkaç bölümde sıralayabiliriz.
Hz Hüseyin’i davet edip, ona sahip çıkama kararlılığını sürdüremeyen ve yanında olamama neticesinde onun, hunharca ve gaddarca şehit edilmesine sebep olma ezikliğinin etkisinden kurtulamamış, ancak, sağlığında sahip çıkamadıkları bu zatın ve çocuklarının sevgisini özünde yaşamayı ve yaşatmayı vicdani bir görev sayan ve dini konuda son derece yetersiz olan bu gruplar, dini öğrenmek için gittiği camilerde ehlibeyti halkın gözünden düşürmeye yönelik olmadık iftiralar atılmasını içlerine sindirememişlerdir. Kendilerini, mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlayarak, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Camilerde anlatılan dini konularla övgü ve kınamaları bir algılamış, Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu­tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik­lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ile inançlarını ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Bunlar Hz Ali ve ehl-i beyt mensuplarına verilen ilmin, velayet ve Rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlar bunu bir görev bilmişlerdir.
Yine bu zümreden olup eski kültürlerinden vazgeçemeyip islamla birleştirmek isteyenler, tercüme hareketlerinin başladığı dönemlerde kendi kültürlerini İslam kaynaklarına sokarak bu gruba büyük destek sağlamışlardır.
İslami hizmetlerin ulaşamadığı halk kitleleri.
Bu grupta yer alanlar kitleler halinde Müslüman olmuş ancak yeterli bilgiye ulaşamayan bu insanların mevcut hallerinden istifade edilerek, hanedanlarının yaptıkları zulüm ve haksızlıklar istismar edilerek, gerçek islamla emevi yaşam biçimini bire bir aynı göstererek hak yolun emevi uydurması olduğu propagandası ile insanların gerçeklere karşı kulağını kapamasını sağlamışlardır. Boşlukta kalan bu insanlara, Sapkın fikir ve anlayışların İslam adı altında verilmesi, peygamber yerine alternatif peygamber inancı yerleştirmek için peygambere inanan ama esas icracı olan masum imamların etkin olduğu bir anlayışın benimsetilerek, masum imamlar adına söylenilen sözlerin gerçek din gibi algılanması sağlanmıştır.

Bir başka grup, zulmün ve istismarın yaptığı tahribatı yeterince engelleyemediği için İslam ümmetinin geldiği son durum karşısında üzgün ve rahatsız olanlar ki bunlar da kendi inanç dünyasını sahabeden ve tabiinden öğrendiklerini yaşamaya çalışan geniş halk kitleleri.

Dördüncü bir cephe ki doğru islamın bugünlere taşınmasını sağlayan ve Hz Peygamberimizin size iki emanet bırakıyorum birisi Hz Kuran diğeri ehlibeytim diyerek işaret ettiği, islamı gelecek nesillere taşıma gayreti ile ıssızlarda, mağaralarda, talebe yetiştiren ilim ve irfanın fetih ülkelerine yayılmasını sağlayan vizyon sahibi ekip ve onların medrese faaliyetleri.
İslam coğrafyasındaki genel görünüm çok net olmasa da aşağı yukarı birbirinden farklı amaç ve bilinçte dört ana grup olarak sıralayabiliriz.
Pekiyi şiilik bu sürecin neresinde başladı sorusunun cevabına cok somut belli bir nokta ve zaman diliminde denmesi mümkün değildir. Bu husus uzun soluklu bir süreçle bazı Müslümanların yanlışlarından, meydana gelmiştir. Şöyle ki: yukardan beri sayılan hususların her birisinin belirli katkıları olmuş ama özellikle Hz Hüseyin in şehit edilmesinden sonra ehlibeyt sevgisi ile yanıp tutuşan insanların camilerden uzaklaştırılması neticesinde boş durmayan islam düşmanlarının bu insanları istismar etmeleriyle bu mazlum insanlara din diye verilen bir takım saplantıların kemikleşmeye başladığını Şiiligin Şiacılığa dönüştünü söyleyebiliriz.

Ehli beyt imamları ise; ne emevi hanedanlarının yanında nede karşışındaki ehlibeyt taraftarı görünen grubun içinde yer almayıp, islam kaybolmasın diye bütün enerjilerini dine hizmete çevirip boş durmadan talebeler yetiştirmişlerdir. Bu hizmetlerini de o günkü şartlardan dolayı gizli sürdürmek zorunda kaldılar. Yetiştirdikleri öğrencilerini ilmi ve irfanla yoğurarak islam âleminin her tarafına yaydılar. Bu talebeler gittikleri beldede islamı anlatıp yayma faaliyetine devam ettiler. İşte bu zamanda ilhamını yine ehli beyt imamlarından alan bu talebeler islamı yaymaya gayretinden geri durmadılar. Bunların samimi gayretlerinin sonucu mezhepler olarak tezahür etti. Üstelik bu imamları sahipleri hiç bir zaman ehli beyte ihanet etmediler. İmamı azam beni ümeyyeye karşı kıyam eden hazreti zeyd’in yanında oldu. Yönetimin yanında olmamak için hapishanelerde yıllarını geçirdi hatta orada öldü. İmam Şafii hazretleri sultanlara karşı " Rafızilik ehli beyti sevmek ise ben nafiziyim" dedi. Ehlibeyt anlayışı ile kendi anlayışları arasında bir fark olmadığını herkese ilan etti. İmam Ahmet bin Hanbel ehli beyt sevgisinden dolayı zindana atıldı. Yani velhasıl ehlisünnet gerçek anlamda ehli beytin talebelerinden başkası değildir. Ehlisünnet ile ehlibeyt arasında temel konuların hiç birinde ayrılık bulunmamaktadır. Bunlar göz ardı edilmeyecek ve aslla kaybolmayacak tarihi gerçeklerdir.
Bütün bu sorunlara rağmen, Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir. Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi boşuna söylenmiş bir söz değildir.
Bu sürecle ilgili El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Burada esas dikkati çeken işin acı yönü şia karşıtı islam alimleri toplum önderleri ve imamları şak şakşakçıların yanlarında, çevrelerinde olmamalarına ve onlara karşı olmalarına rağmen, o günkü zulmün tarafıymış gibi gösterilmeye çalışılmasıdır. Oysa bunlar; ehlibeyt imamlarının yetiştirdiği, ya da hocaları ehlibeyt imamı olan âlimlerin yetiştirdiği, mezhep imamlarıdır. Bunlar; beni ümeyye zulmüne sonuna kadar karşı durmuşlar, çalışma azmi keskin zekası ve vefası sayesinde ıslamın orijinalinin bozulmadan, temel felsefesi değişikliğe uğramadan, gelecek nesillere taşıyan güzide insanlar olmuşlardır.

Abbasilerin devlet yönetimini ele gecirmesi ile de umut edilen gelişmeler olmamış benzer olaylar devam etmiştir. Şöyle ki;
Eba Müslim’in desteği ile halife olan ebül Abbas, "nerede bir emevi varsa, kılıçtan geçirilmesini" emretti!. Bu düşmanlık sonucu Haşimiler Emevilerin topluca öldürülmesini sağlayarak olayı korkunç bir katliama dönüştürdü.
Tarihe baktığınızda siyasetin çok acımasız, figuranların kimi nerede ne zaman desteklediği konusundaki değişkenliğin ne kadar hızlı olduğunu bununla birlikte bu değişkenliklerde esas sebep cıkar olmasına rağmen bunun saklanıp bu uğurda inancların istismar edildiğini görüyorsunuz. İşte esas amacı ehlibeyte yardımcı olmak onları korumak amacıyla ortaya cıkan Ebül Abbas, halife olduktan hemen sonra Şam’da 90 kadar emevilerin ileri gelenini yemeğe çağırdı. Onları sopa ile döve döve öldürttü. Sonra da cesetlerinin üzerine sofra kurdurtup keyifle yemeğini yedi. Sofranın altındakilerden bazıları hâlâ ölmemiş, can çekişiyordu. Basra’da Abbasi komutan Abdullah sokaklarda emevi avlayarak birer birer öldürttü, cesetlerini yerlerde sürükledi, köpeklere yedirtti. zulüm bir taraftan kapanırken bir başka isim le yeniden hortlamıştı. Bu süreçte eba müslim-i horasani de intikam amacıyla çok emevi öldürdüğünü görmekteyiz. Bu sülaleden bir tek kılıc artığı emevinin gizlice endülüse kactığını orda büyük hizmetlere vesile olduğunu görüyoruz. Bu süreclerde İyilik ve kötülüğün sülale, soy, sop la alakalı olmadığını tamamen kişilerin kendisiyle ilgili olduğuna çok defa şahit oluyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılması acısından bazı tarihi gerçeklerinde ifadesinde fayda var;
Mesela bazı yaklaşımlarda her halife'ye baş kaldıranı şia, her halife'den yana olanı "yezid" sayma gibi bazı saplantı görünmektedir ki bu hiç doğru değildir. Bunun en bariz örneğini eba Müslim ve ebu Hanife’yi görmek lazım. Halifeliğin Abbasilerin eline gecmesini sağlayan Eba Müslim’i, bizzat imam Cafer şia saymamıştır. Oysa Ebu Hanife’yi i kendi meclisine katılmasından dolayı şia saymıştır. Bazı imamlar kendileri dışında gelişen şiacılık yapan gruplara karşı olmuş hatta onların yanında değil halifenin yanında yer almışlardır. Bunun en büyük örneği İmam rıza'nın halife me'mun'a gelip şiiler'e ve Muhammed mehdi oğlu İbrahim’e karşı uyarmıştır. Kendilerine şia adı veren ve bu grupları sürekli yöneten ve yönlendiren bazı menfaat ve fitne amaçlı kişiler, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi ehlibeyt mensuplarını öldürmekten bile çekinmemişlerdir!yine büyüt fitneci, meymun İsmail’in imam'lığını savunma, imamlık postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadeleesine girerek Şiilik'ten büyük kazançlar elde etmiş, Şiilik inancını önce ifrata götürüp sonra da inkâra yönelmiştir.
Görüleceği gibi o dönemlerde kendini şia diye adlandıranlar homejen bir yapıda değildi. Ehlibeyt önderleri etrafında olan şia olduğu gibi ehlibeytin dışında gelişen islam ilmiyle örtüşmeyen bilgilere haiz aşırı radikal grupların da kendilerini şia diye adlandırdıklarını görmekteyiz. Büyük imam, İmamı Cafer kendini şia diye tanımlayan Ebu'l Carud, Ahmed b.Keyyal' yanında uzaklaştırmış onların inanclarıya örtüşmediğini ortaya koymuş bunun dışında sık sık Şiacılardan rahatsız olduklarını dile getirmiş kendi adının kullanılmasından son derece rahatsız olduğunu söylemiştir. Bunun dışında İmam Rıza, ve İmam Zeyt bunları dışlamış onlardan uzak durmuş ve kendilerini onlardan beri görmüşlerdir. Ne yazık ki, Ehlibeytin dışında gelişen şia grupları bugünkü şia temel felsefesinin kurucuları olmuştur. Ama bunlar yine imamları kullanmaktan geri kalmamışlardır. Bugün adı gecen ehlibeyte imamlarına hem Sünniler hemde Şiiler sahip cıkmaktadır.
Şehristani, bir çok sapık Şii fırkalarını saydıktan sonra, Caf'er b. M. es-Sadık'ın bütün bunları kovduğunu, lanetlediğini belirtmekte, aslında bu gurupların tamamen sapık ve imamlarından habersiz olduklarını kaydetmektedir. (Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1,155)
Sürecin tarihi gelişiminde, kavmiyetciliğin siyasal, ekonomik cıkarlarla desteklenerek hâkimiyetini sağlamak adına bütün dini değerlerin nasıl kullanılıp amacından saptırıldığını bu değerlerin nasıl eğilip büküldüğünü, bunun topluma nasıl yansıtıldığın acıyla görüyor bütün bu gerçekleri haykırmak istiyorsunuz ama en yakınınızdaki beyni yıkanmış ezberlettikleri birkaç hissiyatın dibine gömülmüş zavallılara bile bir şey izah edemiyorsunuz. Bu inanan insanlar için çok elem verici bir durumdur.
Sonuç olarak;
İşte bu sonderece karışık ve karmaşık bir sürecte oluşan ve oluşturulan bu inancın lideri olarak gösterilmek istenilen ehlibeyt imamlarının hayatları çok yakından ve derinlemesine araştırıldığında yaşadıkları dönemlerde kendilerine sempati duyan ancak inanç yönünden aşırı buldukları bu grupların ne yanında ne de önünde olmadıklarını görüyoruz. Çünkü bu imamlar Hz Hüseyin ve Hz Zeyn örneğini yaşamış ve yakından bilmektedirler. İmamlar bu grupların yaptıkları bütün faaliyetler ve şianın geliştirilmesi yönündeki tüm sapık söylemlerinden beri olduklarını sık sık söymek zorunda kalmışlardır.
Bu konu ile ilgili Yapılan bir araştırma da;
“ (203–260/819–874) yıllarını göz önüne alındığında imamların herhangi bir siyasî oluşumun içinde yer almadıkları gibi kimseyi de siyasî bir ayaklanmaya teşvik etmedikleri görülebilir. Ayrıca İsnâ Aşeriyye İmamların hayatları boyunca idaresinde bulundukları siyasal yönetime karşı pasif bir siyaset takip ettikleri, İmâmiyyenin iddia ettiği imam olduğu öne sürülen şahısların o camianın tümü tarafından kabul edilmediği ve tanınmadığı da söylenebilir. Zaten Ehli Beyt adına Yürütülen hareketlerin neseben belli bir silsileye (İmâmiyye imamları silsilesine) hasr edilmeyip yöresel olarak öne çıkan Ehli Beyt mensupları adın gerçekleştirildiği görülür. Ele aldığımız son dönemde gerçekleştirilen isyan hareketleri genel olarak değerlendirilecek olursa Abbâsî yönetimine her halife atanmasında

Ehli Beyt’ten birileri çıkarak insanları bîata davet etmiş, küçük veya büyük çapta isyan çıkarmışlardır. Son dört imam döneminde gerçekleştirilen isyan hareketleri genel olarak küçük çaplı olup Abbâsî devletini sarsacak nitelikte olmamıştır. Ehli Beyt menşeli olduğu
kabul edilebilecek isyan hareketleri genel olarak halk tarafından benimsenmediği gibi halka da mal olmamıştır. Birkaç idealist denebilecek önderlerin rehberliğinde gerçekleştirilen hareketler liderin öldürülmesi, hapsedilmesi ya da kaçması ile genelde son bulmuştur. Aslında bu hareketlerin başlangıç noktası Ehli Beyt’i hak ettiği konuma getirme çabası gibi görünse de organize bir güç olmadıklarından ve taraftarlarının çoğu tecrübesiz olduklarından Abbâsî yönetiminin donanımlı orduları karşısında varlık gösterememişlerdir. Abbâsîler her defasında bu isyanları şiddetle bastırmış isyanın elebaşlarını hapsetmiş ya da öldürmüştür.
Ehli Beyt adına gerçekleştirilen isyanların genel karakteri, Özellikle ele aldığımız son dönemde gerçekleştirilen isyan hareketleri ile İmâmiyye imamlarının her hangi bir bağlantıların olduğu tespit edilememiştir. Özellikle yönetim tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilen imamlar kendi adlarına da herhangi bir isyan hareketine girişmemişlerdir. Abbâsîler döneminde ekonomik, siyasî, dini ve toplumsal nedenlerle ayaklanmak isteyen bazı kesimler, isyanlarının temelinde farklı nedenler olsa da Ehli Beyt karizmasını kullanmışlar, istismar etmişlerdir. İsyanlarının haklı gerekçesi olarak Ehli Beyt’e yapılan baskı ve zulmü sunmuşlardır. Ehli Beyt’in nazara verilerek gerçekleştirildiği isyan hareketleri Âli Muhammed’den razı olunan birisine diye takdim edilmiştir. Daha çok isyan hareketinin önderleri Ehli Beyt neslinden olduklarından isyanlarına hem haklı bir gerekçe bulmuş hem de taraftarlarını arttırma imkânı bulabilmişlerdir. Bu duruma Mu’tasım döneminde Horasan civarında gerçekleşen Muhammed b. Kasım isyanı gösterilebilir. Yine bu süreç içerisinde Ehli Beyt kaynaklı isyan hareketlerinin bazısı intikam alma duygusu gerçekleştirilmiştir. Örnek olarak Musta’in Billâh devrinde patlak veren Yahya b. Ömer isyanında gerekçe olarak kendine yapılan baskı, zulüm neticesinde intikam almak için girişilen bir hareket olduğu görülür. Bazı isyanlar halkın Abbasî yönetimin bazı uygulamalarından rahatsız olduklarından dolayı gerçekleştirilmiştir. Örnek olarak Musta’in Billâh devrinde meydana gelen Hasan b. Zeyd isyanıdır. Deylem mıntıkasında halkın mera olarak kullandığı sınırın Abbasî komutanlarından İbn Tâhir’e verilmesine halk tepki göstermiş, Ehli Beyt neslinden Hasan b. Zeyd’e biat ederek isyan etmişlerdir. Abbâsî halifesi Me’mun’un kendisinden sonra Ali erRızâ’yı halife olarak belirleyip damat edinmesi, kızını Muhammed elCevâd’a vermesinde ince bir siyaset vardır. Belki de Abbasî Devleti devam ettikçe bu tür mücadeleelerin devam edeciğini bu yüzden AliFâtıma evladından birinin halife olması ile Ehli Beyt’in karizmatik şahsiyetinin halk üzerindeki daha tesirli olacağını düşünmüş olmalıdır. Me’mun ve Mutasım bazı Şiî söylemleri desteklemiş ve Ehli Beyt’e değer vermiştir. Me’mun’un Ehli Beyt’e olan sıcak tavrından dolayı kimileri ona karşı çıkmışsa da Me’mun’un bu konudaki gayreti göz ardı edilmemelidir. Ali b. Muhammed elHâdî, hayatının çoğunu Samarra’da gözaltında geçirmiştir. Bu dönem Şiîlere baskının arttığı dönemdir. Yine bu dönemde Şiîlerce kutsal sayılan mekânlar Mütevekkil tarafından tahrif edilerek ziyareti yasaklanmıştır. Bu uygulamalar büyük ölçüde imamla taraftarlarının irtibatını güçleştirmiştir. Abbasî halifelerinden Mu’tezz devri, Şiîler’e baskının arttığı ayrı bir dönemdir. Hayatının büyük bir kısmını Samarra’da göz hapsinde geçiren Hasan elAskerî’nin kapısının Şiîlere bile kapalı olduğu söylenebilir”.( Ehl-İ Beyt Adına Yürütülen Siyasî Hareketlerin Genel Karakteristiği Bağlamında Abbâsî Yönetiminde İmamların Varlık Mücadeleleri
Yakup Keskin*Sayfa 26-27)