ia’nın Takiyye (Yalan) Anlayışı
İslamın ilk yıllarında özellikle hz peygamberimiz
döneminde her hangi bir şey adına bölünmüşlük bulunmuyordu. Sadece münafıklar
Müslümanların gıyabında toplantı yapıyor islama karşı neler yapmaları gerektiği
hususunda strateji belirliyorlardı. Bu süreç Hz Osman dönemine kadar böyle
devam etti. Hz Osman ın şehadetinden sonra bir takım siyasi ve kavmiyetci
bölünmüşlük boy göstermeye başladı. Ançak yine dini anlamda herhangi bir
ayrışma görülmedi. Hz Ali döneminde hariciler kuran ı farklı yorumlayarak bir
ayrışma gösterdi ise de Bu anlayış fazla sürmedi. Bundan başka Abdullah ibni
sebe hareketi farklı yerlerde küçük gruplar halinde farklı anlayışlar
geliştirmeye başladı. Bu dönemde atılan ayrışma tohumu Hz Hüseyin in şehadetine
kadar gizli gizli yayılma gösterdi. İslam cematinin fikirleriyle ters düşen
Hizipcilik ya da mezhepçilik gibi faaliyetlerini gizli yapmak durumunda kalan
bu cıkarcı önderler, hâkim güce veya islami ekseriyete karşı açıkça söylemekten
cekindikleri ayrıcılığı gizlemişler bunun meşruiyetini sağlamak içinde bu
gizliliği takıyyeye bağlayarak cıkış yolu bulmuşlardır. (takiyye kendisinin
veya bir başkasının malı ve canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı
olarak farklı görünme) Şii mezhep liderlerinin desteklenmesinde takıyyenin
büyük rolü olmuştur. Bu önderler faaliyetlerini sürdürdürken takiyye sayesinde
korunmuş yönetim tarafından kendilerine bir zarar gelmesinin önüne bu yöntemle
geçmişlerdir. Takıyye maskesi altında gereken paralar temin etmişler. Söz
konusu şii mimarları ortaya koydukları felsefenin ve söylemlerinin kalıcı ve
inandırıcı olmasını sağlamak için, sürecin içinde kutsal kişiliklerin müdahil
edilmesi, bu kişiliklerin son derece güçlü, masum, her şeyi bilen, yaşadıkları
sürece vahiy alan kainata hükmedecek kadar yetkilerle donatılması gerektiğinin
bilincindeydiler. Bunlar söylemlerini kutsal kimselere söylettirmeleri
gerektiğini bilen, hile ve desise uzmanlarıydı. Bu kutsal ve güçlü kişilikler
tabi ki mazlum duruma düşmüş Ali ve oğullarından başkası olmazdı. Ortaya
koydukları akideleri ile portresini cizdikleri liderin bir birine uyumu
gerekiyordu. Bu da ancak takiyye ile sağlanabilirdi. Yoksa proje amacına ulaşmayacaktı.
Bu amacın hedefine ulaşması için en gerekli olan dini esas Takiyye idi. Çünkü
bu terime bütün aşamalarda ihtiyac duyulacaktı. Ayrıca Kendi kötü ve alt
niyetlerini saklamanın başka cıkış yolu da yoktu. İşte bu amaclarla yalan’a
takdis ve tazim süsü verilerek ve ona kendi isminden başka bir isim takarak
“takiyye” adını verip dinin bir esası haline getirdiler. Din adına söylenilecek
şeyler toplumun inançlarıyla ters düştüğünde zor durumda kalacaklardı. Bunu
şimdilik takiyye ile saklıyacaklardı. Ancak, kendi gruplarındaki insanlar
öğrendikleri şeylerin kuran ve sünnetle tezat olduğunu anladıkları zaman
foyaları ortaya cıkacaktı ki, Bunun yolunu da söz konusu imamlara masumluk
sıfatı giydirerek aşmasını bildiler. Çünkü öncelikli stratejileri tezlerini
kendi gruplarına kabul ettirmek daha sonra dışarıya acılmaktı. Bunu neyle
yapacaklardı konuşan kuran Ali ile. Diğer hadisler zaten Hz peygambere ihanet
eden sahabelerce uydurulmuştu! Kuranı ve hadisi Ali ve oğullarından daha iyi
bilen kim olabilirdi ki? Şiiler dinin bir esası temeli ve aslı olarak
değerlendirdikleri Takıyyeye bağlılıkta son derece ileri giderler; bu inancı da
masum kabul ettikleri imamlarından birine nispet ederler. Yalanla eş anlamlı
gibi kullanılan Takiyye kelimesi geçtiği her yerde Şiiliği hatırlatır olmuştur.
Onlar takıyye ile sakladıklarının tersini, gizlediklerinin zıddını acığa
vururlar.
Takiyyenin dinin bir esası olarak ortaya koyduğu iddia
edilen Ehlibeyt imamlarının hiç birisi takiyyeyi kendi hayatlarında asla
uygulamamaışlardır. Ne Ali ne diğerleri. Mesela Hz. Hasan, takıyye’den ve
insanları aldatmaya çalışmaktan en uzak bir kimseydi. Muaviye ile sulh yapması
buna delildir. İmam Hasan, babasının taraftarı olup sulhü istemiyen birçok
kimsenin açık muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Hatta Ali’nin en büyük
taraftarlarından bilinen Süleyman Bin Surd, İmam Hasan’a:
“ - Selamun Eleykum ey müminleri zelil eden!...” diye
hitap etmiştir.
Sulh’a karşı olanlar, aynı zamanda kuvvetli ve
güçlüydüler. Bu sebeple İmam Hasan onların çıkardıkları birçok zorluklara göğüs
germiş, görüşünü kahramanca müdafaa etmiştir. Takiyye fikrine hiç
kapılmamıştır.
Sonra Yezid Bin Muaviye’ye karşı ayaklanan İmam Hüseyin,
Irak’a gitmesine mani olmaya çalışanların sözünü dinlememiştir. İmam Hüseyin,
bu savaşta kendisi, çocukları ve taraftarlarının şehid olabileceğini, ev
halkının da esir düşeceğini göz önüne almıştı ve böyle olacağını yakiynen
biliyordu. Hüseyin Muharrem’in onunda taraftarlarını toplamış ve yarın savaş
olacağını ve muhakkak katledileceğini, taraftarlarının kendisine olan
bi’atlerini çözebileceklerini, isteyenin savaş meydanını terk edebileceğini
söylemiş ve:
“ - Gece vakti, deveye binin, istediğiniz yere gidin!..”
demişti.
Giden gitmiş ve kalan da Hüseyin’le birlikte şehid
olarak ebediler defterine kaydolmuştur.
Bu sürecin içinde takıyyeden veya takıyye ile alakası
olan birşeyden eser bulmak mümkün mü?
Çok secde eden olarak bilinen İmam Ali Bin Hüseyin
Kerbela da esir düşmüş, ayakları zincire vurulmuş ve Kerbela’dan Şam’a kadar
çıplak deve üzerinde götürülmüştür. Hayatı boyunca bu acıları unutmamış
iktidara karşı en ağır tenkitleri yapmış ölümüyle birlikte insanlığa 54 dua
bırakmıştır.. Bu duaların toplandığı kitaba “Seccadiye Sahifesi” adı verildi.
Bu dualarda Emevi Hilafeti’ne beddualar mevcuttur. Bu
yönetime karşı hayatında hiç takiyye yapmamıştır.
İmam Bakır ve büyük alim oğlu İmam Sadık Medine’de
resulullah’ın mescidinde yıllarca ders verirken, hiç kimseden korkup
çekinmeksizin, fıkhi görüşlerini söylerlerdi. Bakır, Emevi Hilafetin devrinde
Sadık ile, Emevi Hilafeti’nin sonunda ve Abbasi Hilafetinin başında yaşadı. Her
iki hilafet. de, bu imamlara karşıydılar. Bunlar korkmadan yılmadan binlerce
talebe yetiştirdi. İktidarlara karşı hiç takiyye yapmadı. İmam Musa Bin Cafer
de Abbasi Halifesi Harunü’r Reşid’e muhalifti. Bağdad’da Halife tarafından
birkaç yıl hapse atıldı. Musa Bin Cafer takıyye yolunu tutup amcası oğlu olan
ve aralarında bir sürü yakınlık bağları bulunan Halifeye takiyye yapsaydı onu
aldatsaydı kurtulurdu. Yapmadı.
Hilafet Abbasilerden Me’mun’a geçince, Rıza adıyla
tanınan sekizinci İmam Ali Bin Musa’yı veliahd tayin etti. Ancak İmam, Me’mun
zamanında vefat edince, Hilafet Abbasiler’de devam etti. İmam Rıza vefat
ettikten sonra, Abbasi Halife Me’mun Ümmülfazl’dan olan kızını Rıza’nın oğlu
Muhammed El-Cevad’la evlendirdi ve böylece Abbasi Halife ile Ehlibeyt
arasındaki dostluğa devamlılık sağladı. Birisi Veliahd, diğeri Halife’nin
damadı olan bu iki imam da takıyye ile amel etmeye ihtiyaçları olmadığı gibi,
hedeflerine ermek için Şia’nın takıyyeye tevessül etmeleri talebinde de
bulunmamıştır.
İmam Cevad’dan sonra onuncu ve onbirinci imamlardan olan
Ali ve oğlu Hasan Askeri Abbasi Hilafeti’nin başşehrinde yaşarlardı. Bu iki
İmamın evi, ziyaretçilerle dolup taşardı. Bunlar, Müslümanlar’ın dini
ihtiyaçlarını karşılar ve Ehlibeyt fıkhını yaymaya çalışırlardı. Bu iki imam’ın
hayatını inceleyenler, takıyyeden en uzak insanlar olduklarını anlayacaklardır.
Halifeler’in hiçbir zaman gözlerinden kaçmayan bu faaliyetlerin ve Ehlibeyt
görüşlerini yaymaya çalışmaları aslında Abbasi Hilafet’ine muhalefet
mahiyetindeydi. Ancak her iki İmam da hiç aldırış etmeyerek kendi vazifelerini
yapmaya ve hakkı söylemeye devam etmişler asla yalana müracaat etmemişlerdir.
Hal böyle iken kendi amaclarına ulaşmayı hedefleyen Şiilerin takiyye anlayışı
sadece kendisinin veya bir başkasının canı konusunda duyduğu endişe veya
korkuya bağlı değildir. İnançlarında, sır tutmak güven içinde bulunup can
korkusu taşımasa bile takiyye yapmanın vacipliğini savunmaktadırlar.! er-resail
adlı kitabında (2/201 kum-iran baskısı h.1385): Takıyye Sîanın yanında zorlanma
esnasında malı ve canı korumak için başvurulacak bir sey değil, devamlı olarak
kendisiyle amel edilecek faziletli bir ameldir. Onlar takıyye adı altında
haramların en büyüklerinden biri olan yalanı mübahlastırmıs, daha da ileri
giderek yalan söylemeyi günlük vacipler arasına koymuslardır. Siîlerde takiyye
(yalana), dinin verdiği önemin göstergesi; Ali b. Ebî Talib aleyhisselam
buyurdu ki: “Takıyye müminin en faziletli amellerindendir.” (Tefsîru’l- Hasen
Askerî 162) Ebû Abdillah aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye yapmayanın imanı
yoktur.” (Usûlu’l-Kâfî 2/219) Şiilerin muteber kitapları olan Muhammed b. Yakub
el-Kuleyni, bu hususla ilgili şunu rivayet eder: “Dinin onda dokuzu takıyyedir;
takıyyesi olmayanın dini de yoktur”, Takıyye, benim ve ecdadımın dinidir;
Kuleyni, Ebu Basirden de şu rivayeti nakleder: “Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın
dinindendir, dedi. Ona, gerçekten Allah’ın dininden midir diye sorduğum da,
evet Allah’ yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi” yine bir başka
hadislerinde Ey Süleyman b. Halid, Ebu Abdillah’ın “Ey Süleyman sizin dininiz
öyle bir dinidir ki, Allah onu gizleyeni aziz, açığa vuranı da zelil eder” Kafi
c:2 s. 217–219–222. Bunları imam Ebu Cafer’ e söylettirmişlerdir. Şiiler bu din
ve akideye inanmaktadırlar.
Muhaddislerinin üstadı el-Kummi, meshur risalesi
“el-itikadat” söyle der: “Takıyye vaciptir; onu terk eden namazını terk eden
gibidir”, “Takıyye vaciptir; el-Kaim ortaya çıkıncaya kadar onu terk etmek Caiz
değildir. Onun hurucundan önce takıyyeyi terk eden kişi, Allah’ın dininden,
imam iyenin inancından çıkmış, Allah’a ve imamlara muhalefet etmiş olur. Cafer
es-Sadık’ as. “Allah katında en degerliniz, O’na karsı gelmekten en çok sakınanınızdır”
(Hucurat: 9/13) ayetinin manası sorulduğunda “Takıyye ile amel edeniniz, en
muttaki olanınızdır” demiştir”.(kummi el-itikat). “Takıyyesi olmayan bir mümin,
bası olmayan ceset gibidir”, (Tefsirü Askeri s.162) yalanını Resulullaha’a,
isnat eden bir topluluk için takıyyeyi niçin inançlarının esaslarından
saymasın!
Bazı Siiler takıyyeden maksadın yalan söylemek degil,
nefsin korunması ve serden kurtulmak için gerçeğin gizlenmesi olduğunu
söylediler. Gerçek böyle değildir; zira onlar takıyye ile yalan ve aldatmayı
kastederler ve inandıklarının tersini söylerler. Bunun böyle olduğuna şunlar
delil teşkil etmektedir:
Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, el-Kafi de sunu rivayet
eder:
“Münafıklardan bir kimse ölmüştü. Hüseyin b. Ali dışarı
çıkıp onun cenazesi ile birlikte yürümeye başladı. O sırada dostlarından
biriyle karsılaştı. Ona nereye gidiyorsun diye sorduğunda, namazını kılmamak
için bu münafığın cenazesinden kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine Hüseyin sağımda
durmaya bak, benden ne duyarsan aynısını söyle, dedi. Münafığın velisi (imam)
tekbir alınca Hüseyin de tekbir alarak söyle dua etti: Ey Allah’ım falan kuluna
tam bin defa lanet et. Ey Allahım bu kulunu insanların ve beldelerin içinden
geçir, cehennemine ulaştır ve ona en şiddetli azabını tattır, çünkü o,
düşmanlarını dost edinmiş, dostlarına düşman olmuştu. Nebi’nin Ehli Beytine
bugzederdi”(Kuleyni, el-kafi,c.3,s.189)
Gerçekten Siiler, ister canı korumak, isterse başka bir
sey için oldun, bütün meselelerde takıyyeyi vacip sayarlar.. Siiler,
imamlarından gelen farklı kaviller, çelişkili görüşlerle karsılaştıklarında
gene takıyyeye ihtiyaç duymuşlar, ona sığınmışlardır. Kendilerine hata ve
unutmadan masum olan imamlarının tek bir sey hakkında nasıl olup da ihtilafa
düştükleri, bir seferde cevaz verdikleri birşeyi bir başka zaman nasıl haram
kıldıkları; aynı şey hakkında bir vakitte başka, diğer bir vakitte başka şeyler
söyledikleri seklinde bir itirazda bulunduğu zaman ise, onların yani
imamlarının, her iki durumda da, bunları takıyye icabı yaptıklarını söylemekten
başka verilecek bir cevap bulamamışlardır. Üçüncü asrın tanınmıs Sii
âlimlerinden Ebu Muhammed el-Hasan en- Nevbahti, Ömer b. Rebah’tan su rivayeti
nakleder: “Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi. Sonra bir başka sene
yine aynı meseleyi sordum; birinciden farklı bir cevap verdi. Ebu Cafer’e
cevabın bu mesele hakkında bir önceki sene vermiş olduğun cevaba uymuyor,
dediğimde, Ebu Cafer: Olabilir, cevabımız takıyye icabı verilmiştir, dedi. Bu
cevap, benim, Ebu Cafer ve imameti hakkında şüphelenmeme sebep oldu. Daha
sonra, Ebu Cafer’in taraftarlarından olan Muhammed b. Kays isimli bir kimseye
rastladım. Ona, Ebu Cafer’le aramızda geçenleri söyle anlattım: Ebu Cafer’e bir
mesele sordum, bana cevap verdi. Bir başka sene aynı şeyi sorduğumda, daha
önceki cevabının tersini söyledi. Ona, niçin böyle farklı cevap verdiğini
sorduğumda, takıyye icabı öyle yaptığını söyledi. Allah biliyor ki, ben o
meseleyi, ona vereceği fetvaya uymak ve onunla amel etmek için samimiyetle
sormuştum, başka bir amacı yoktu. Üstelik ben bu haldeyken takıyye yapmasına
bir sebep de yoktu. Bunun üzerine Muhammed b. Kays, belki yanında takıyye
yapması gereken bir kimse vardı, dediğinde, hayır onun yanında sorusu olan,
benden başka hiç kimse yoktu; fakat o, her iki cevabı da rast gele vermiştir.
Geçen sene verdiği cevabı hatırlayamadığı için aynı cevabı veremedi dedim. Bu
konuşmalardan sonra Ömer b Rebah: Ne şekilde ve hangi sebeple olursa olsun,
batıl fetva veren ve Allah’ın vacip kılmadığı bir yerde takıyye yaparak huzur
içinde kapısını kapatan bir kimse, imam olamaz, deyip, onun imametini reddeder.
Aynı şekilde, imamın sadece emrul bil maruf ve nehyu anil münker yapması
gerektiğini de belirtir”( Nevbahti, Fıraku’s Sia s80-82 ) Kuleyni’nin bir
ayetle ilgili olarak Kafi’de rivayet ettigi su haberdir: “Musa b Useym söyle
der: Ebu Abdullah’ın yanında idim, Bir kimse, ona, Allah’ın Kitabından bir
ayetle ilgili bir soru sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı
ayet hakkında sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet
hakkında sordu, ona birinciye verdiği cevabın tam tersini söyledi. Bu bana öyle
dokundu ki, kalbimin adeta bıçaklarla doğrandığını hissetim. Kendi kendime, bir
vav harfinde bile hata yapmayan Ebu Katade’yi Sam’da bıraktım da, böyle büyük
hatalar yapan bir kimsenin yanına geldim, dedim. Beni böyle düşünürken bir
başkası daha geldi ve ona yine aynı ayeti sordu. Bu sefer her iki cevaptan
farklı bir cevap verdi, o zaman kalbim rahatladı ve bunun takıyye olduğunu
anladım” kafi l.cilt s.163
Yine şia inancında imamları takıyye sebebiyle haramı
helal, helâlı haram saydıklarını kendi kaynaklarında geçmektedir. Mesela
Kafi’de Eban b. Tagleb’ten şu rivayet edilir: “Ebu Abdullah’ın söyle dediğini
işittim: Babam zamanında, takıyye gereğince doğan ve atmacanın öldürülmesinin
helal olduğuna dair fetva verirdi. Ben ise, onlar için takıyyeyi gerekli
bulmuyorum; onlar haramdır” (Kafi 3.cilt 208.sy) Buna benzer bir başka husus,
Siilerin dokuzuncu imamları Muhammed b. Ali b. Musa, kendisine Sia’nın İhtilafı
hakkında bir soru sorulduğunda su cevabı vermiştir: “İmamlar, İstediklerini
helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir”. Böyle bir inancı olan kimsenin
diğer meselelerde yalan söylemiyecegi nasıl inanılabilir? Helal-Haram
konularında kendisine güvenilmeyen bir kimseye, mubahlar konusunda nasıl güven
duyulabilir?
Avamdan birinin bile haram olarak kabul ettiği bir şeyin
helal olduğuna dair fetva vermesi caiz midir? Onların iddia ettikleri imamet ve
ismet nerededir?
Sonra el-Bakır’ı, fetvayı vermeye zorlayan kimdir?
Cafer’in sözünden anlaşılan, babasının fetvasının Emevi sultanlarını hoşnut
etmek için verilmiş olacağı hususudur. Zira o, “(Babam) Emeviler devrinde fetva
veriyordu” diyor. Bunu böyle kabul etsek bile, acaba Siiler dogru olduğuna
inandıkları su rivayete ne diyeceklerdir: “Cabir’in, bizzat el- Bakır’dan
naklettiği bu rivayete göre Resulullah söyle demiştir: Kim zalim bir sultanı,
Allah’ı gazaba getirerek hoşnut ederse, Allah’ın dininden çıkar”.(kafi.3.clt
737sy) Şiiler, haram’ı helal kılmayı Allah’ı gazaplandırmak saymıyorlar mı? Ali
b. Ebi Talib, iddialarına göre, bir hutbesinde söyle demiştir:” iman, sana
zararı dokunacak bir yerde dogrulugu, fayda temin edecek olana yalana tercih etmendir”.(Nechul
Belaga)
Bütün bunlardan sonra takıyyenin sırf yalanı masum
göstermeye calışan bir anlayış olduğundan şüphe edebilir mi? şiilerin muteber
saydıkları hadis kitaplarında bunlara benzer yüzlercesi mevcuttur.
Mirasın taksimi konusu, içtihat edilecek bir konu
değildir.
Çünkü nasslarla sabittir. Nassları bile değiştiren
birisine hic itimat edilirmi? Yine Kuleyni’nin Kâfisinde naklettiği, bu
rivayete çok benzeyen bir rivayet daha vardır. Buna göre Abdullah b. Muhriz
söyle der: “Ebu Abdillah’a, bana vasiyette bulunan bir kimsenin öldüğünü ve
geriye kızının kaldığını, bu adamın mirası hakkında ne diyeceğini sordum. Bana,
mirasının yarısını kıza, yarısında Mevlalara ver dedi. Bu meseleyi dostlarımıza
danıştığımda onlar, hayır, Allah’a yemin olsun ki, Mevlalara Verilecek bir sey
yoktur dediler. Bunun üzerine Ebu Abdillah’ın yanına tekrar gidip, dostlarımız
Mevlalara verilecek bir şey yoktur, o sana karsı
takıyye yapmıştır diyorlar dedim. Ebu abdilah, hayır,
Allah’a yemin olsun ki, sana karsı takıyye yapmadım; fakat terekenin yarısından
almandan Korktum; eger korkmuyorsan diger yarısını da kıza bırak, Allah sana
kefil olacaktır, dedi”(Kafi.7.clt.737.sy)
Bu iki rivayetten anlaşılıyor ki, Siiler yalana, sadece
nefsi korumak, zatı, muhafaza etmek için cevaz vermekle kalmamışlar, hiçbir
sebep olmaksızın yalan söylemislerdir. Soru soran Abdullah b. Muhriz ve Seleme
ne emevilerden, ne de Abbasilerdendir; her ikisi de hakiki Sii olup “masum
imam’ın taraftarındandır. Aynı şekilde, Cafer verdiği batıl fetvayı icabı
değil, Maslahat icabı yalan yere verdiğini de belirtmiştir. Sii imamlar,
takıyyenin sadece yalandan ibaret olduğunu da açıklamışlardır.
Şiiler sadece yalan söylemekle kalmazlar yalanı da
teşvik ederler. Bundan da sevap alacaklarını umarlar. “Bizim davetimizi kabul
edeceğine inandığın kimseyi, Rabbinin yoluna çagır. Biz hapiste olduğumuz için
üzülme. Bizden mervi veya bize nispet edilen bir haber sana ulaştığında, yanlış
olduğunu bilsen bile, sakın bu batıldır deme; zira sen onu niçin söylediğimizi
nasıl vasıflandırdığımızı bilemezsin” (el keşi rical 368 s.)
Takıyyenin sebeplerinden bir diğeri de, Sii taraftarına
teseyyu üzere olduklarını yalan vaatlerle ispat etmeye çalısmıs olmalarıdır.
Kuleyni, Ali b. Yaktin’den su rivayeti naklerde: “Ali b. Yakin oğluna söyle
demiştir: Ebul Hasan, Sia’nın yüz senedir emellerle büyüdüğünü söylemiştir;
böyle söylemesine rağmen söylendiği gibi olmamıştır. Ali de söyle demiştir:
Size söylenen, yalnız bir kaynaktan gelmektedir; fakat Cafer’le ilgili olan
mesele bahsedildiği gibi olmustur. Bizim işimiz ise, henüz gerçekleşmedi;
emellerle uyarlandık durduk. Eğer bize, bu iş iki ya da üç yüzyıldan aşağı
olmaz denseydi, kalpler katılaşır, insanların hepsi 1slam’dan dönerdi; fakat
onlar, insanların kalplerini ısındıracak, rahatlamalarını sağlayacak şeyler
söylediler”( Kuleyni, Kafi s.223)
Yine şia akidesenin tezatlarını göstermesi acısından
Nevbahti’nin kitabında bahsedilen bir husu; Süleyman b. Cerrir’den naklettiği
bir rivayet te“O taraftarlarına söyle demiştir: Rafizilerin imamları,
taraftarlarına iki kelime beyan ederler. Onlar bu iki kelime sayesinde,
imamlarında hiç birinin asla yalan söylemediğine inanırlar. Bunlar “beda” ve
“takıyye” dir. Sii imamlar, olmuş ve olacağa ait haberler ve yarın ne
olacağının bilinmesi hususunda, taraftarlarına, kendilerini, peygamberlerin
makamında gösterirler. Taraftarlarına, yarın ve ileride gelecek günlerde söyle
söyle olacaktır dediler. Söyledikleri gerçekleştiği zaman, biz size, bunun
böyle olacağını daha önce söylemedik mi? Allah’ın nebilerine bildirdiklerini
biz de biliriz; Allah’tan ilim, alırız, dediler. Eğer olacağını söyledikleri
şey tahakkuk etmezse, taraftarlarına, Allah’ın bu hususta beda yaptığını
söylediler. Takıyyeye gelince, helal, haram ve din ile ilgili diğer konulardaki
meseleler çoğalınca, imamlar gelen sorulara cevap verdiler. Soru soran
taraftarları, aldıkları cevabı ezberlediler ve daha sonra yazıp tedvin ettiler.
İmamlar ise, vermiş oldukları cevapları hıfz etmediklerinden, bir süre sonra
unuttular; çünkü meseleler, ne bir günde, ne bir ayda, daha doğrusu farklı
senelerde, farklı zamanlarda ve aylarda rivayet olundu. Böylece bir mesele
hakkında muhtelif ve birbirine zıt cevaplar, farklı meselelerde de birbirinin
aynı olan cevaplar ortaya çıktı.. Taraftarları bu durumu anlayınca,
cevaplardaki karışıklığı ve farklılığı imamlara yüklediler; sebebini sordular
ve öğrendiklerinde de onları ayıpladırlar. Bu nasıl caiz olabilir? Zira
imamları kendilerine, “biz bu cevabı takıyye icabı verdik, nasıl istersek öyle
cevap veririz; çünkü bu bize kalmış bir istir. Biz, size faydalı olan şeyi,
bekanızın nerede olduğunu, düşmanımızı savuşturmayı sizden daha iyi biliriz”,
demekteydiler. imamların yalan söyledikleri ne zaman ortaya çıktı ve onların
hak veya batıl üzere oldukları ne zaman bilindi de, Ebu Cafer’in
taraftarlarından bir grup bu iddiada bulundu ve Ebu Cafer’in imametini kabul
etmediler” ( Nevbahti, Fırakus Sia s. 85-87)
Şianın yalancıları
Kaynaklar incelendiğinde görülmektedir ki Şiacıların
inanc dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu
da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî ve oğlu
gibileri bunları meşhurlarındandır. El-Kelbî, sahabe hakkındaki eksikliklerle
ilgili rivayetlerin de sahibidir. Sahabe kusurları ile alakalı yazdığı kitap,
şianın sahabe hakkındaki ana kaynağıdır ki, bunun büyük bir çoğunluğu
yalanlarda doludur. Diğer kısımları ise tahrif edilmiştir. Şiilerin sahabe ile
ilgili inanclarını oluşturan yalan ve tahriflerden oluşan bu görüşlerin
sahipleri, Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî
gibilerdir. Şiiler görüşlerine delil olarak Hişam el-Kelbî'nin eserlerini
gösterirler. Hâlbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından
ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır.
İbn-i Hibban, Tebuzeki, Hemam: El-Kelbî,’nin sebe olduğunu ve kendisinin “Ben
Sebeîyim” dediğini işittiklerini söylüyor. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O
dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır.
İbn-i Hibban, Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan
yalancılığı meydandadır demektedir.
Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin
tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım.
Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor:
Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn
şöyle diyor:
Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:
Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle
dediğini işittim:
Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu.
Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen
unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey
nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim.
Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında ,
“İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis
naklettiğini zannetmiyorum.”
Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.
İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın
güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.
El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:
“Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr
şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor:
“Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer
vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.”
İkincisi:
Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil rivayetlerde ashabın
noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için kusur
olmaktan çıkarlar
Şiacılar Kelbî'yi ehlisünnet aleyhinde hüccet (!) olarak
saymakta ve eserlerini delil göstermektedirler.
Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde,
rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları alenen
görünmektedir. Çünkü şianın temel inancından birisi zaten takiyyedir. Konuya
bütünden bakıldığı zaman görülmektedir ki şia takiyyeyi uydurdukları
inanclarına kılıf bulmak için yalanı kamufle amcıyla kullanmaktadır. Bunun
adını da takiyye koyuyorlar. Mübalağa sanatıda bir sanat olmaktan cıkmış
hakikat gibi algılanmak şeklini almıştır. Yalan, hile ve ikiyüzlülüğün bütün
üsluplarını mubah saymaktadırlar Şiayı bütün itikadi boyutuyla inceleyen hiçbir
kimse, takıyyenin sırf yalan amaclı kullanıldığından şüphe etmezler. Önemli
olan bu incelemenin bir savunma refleksi içinde yapılmamasıdır.
Şia takiyenin uygulama konusunda da kendi aralarında bir
birlik sağlayamamışlar Takiyye farklı zamanlarda farklı önderler tarafından
farklı farklı yorumlanmıştır Tabi ki bu hakkın gizlenmesi ve batılın izharından
başka bir şey değildir. Bu inanç sistemi yalan üzerine kurulmuş yalan ile
yürümekte olan bir yapıdır. İslam dini insanlığa dosdoğru olun derken Hz
Peygamberimiz yine doğruluğu son veda haccında vurgulayıp binlerce insanı şahit
tutmuşken, Resulullah sav. Nitekim Buhari ve Müslim şu hadisi rivayet ederler:
“ Doğruluktan ayrılmayın; zira doğruluk, iyiliğe, iyilik ise cennete götürür.
İnsan doğrulukta ve doğruyu aramakta sebat ederse, Allah indinde sıddik olarak
yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür.
İnsan, yalan söylemekte, yalancılıkta ısrar eder, yalanı aramakta diretirse,
Allah indinde yalancı olarak yazılır” demişken yalancılığı dinin akidesi haline
getir ve bunu dinin gereği sayarsan tabi ki buna İslam denmez. Şiiliğin yapısı
incelendiğinde buna ihtiyacının çok fazla olduğu bununla tutunabileceği
görülmektedir. İyi de dini ve dünyevi meselelerde, böyle bir itikada sahip olan
bir kimseye güvenilebilinirmi? Böyle bir insan, Kitaba ve Sünnetle ilgili ne zaman
doğruları söyleyeceği bilinebilir mi? Bu tip âlimlere inanılır mı? Onların, ne
zaman takıyye ile amel edip, ne zaman etmediklerini kim bilebilir? Bu dini
bozmak, islam’ın temelini yıkmak, Allah’ın Kitabı’nın ayetleri ile oynamak
değil midir!?
Eğer islamın onuru Şii’ler için önemli sayılıyorsa ki
bundan şüphe edilmez. takıyye meselesinde, akidesine ve şahsına saygılı şerefli
insanlar gibi davranmalı ve güzel ahlaktan olan şeref ve haysiyetini muhafaza
etmelidirler!.. Kişilikdeki ikiliğin, doğrulukla bağdaşmadığını, bunun samimi
bir Müslüman da bulunan vasıflara ters düştüğünü söz ile davranışı arasında ki
dengesizliğin meydana getirdiği psikolojik tesirleri dikkate
almalıdırlar.Gerçek bir Müslüman İslam camiasının doğru görmediği gizli ve açık
her söz ve davranıştan vazgeçmeli, mürai ve aldatan insan halinde görünmekten
sakınmalıdır!.. Şii kitlelerin, hassaten kültürlülerin şahsi gayelerle
kendilerini bu girdaplı yollara sevkeden mezhep liderlerini gerçek anlamda
sorgulamalıdırlar. Şu unutmamalıdırlar ki; İslam, Müslümanlar’ın uymak zorunda
oldukları bir ahlak temeli getirmiştir. Bu temel, Müslüman’ın aldatıcı, riyakar
olmamasını aleyhinde de olsa davranışının doğru, sözünün doğru ve dürüst
olmasını emrediyor. Bu temele göre, iyi her yerde iyi, köktü de her yerde
kötüdür!..
İmam Sadık’a nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın
dinidir!..” sözü büyük bir imama karşı iftiradan ve yalandan başka bir şey
değildir!..Bu söz ona karşı son derece saygısızlığın ifadesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder