21 Haziran 2010 Pazartesi

İslamda İlk Fitnenin Arka Planında Kim Ya Da Kimler Vardı

İslamın gelisi ve gelişimi sürecinde yahudi cemaati ve kanaat önderleri Peygamberimiz dönemi ve ilk iki halife dönemindeki faaliyetlerinden istedikleri sonucu alamamışlardır. Ancak, büyümenin hızlanması ve ilim sahibi insanların yavaş yavaş Allahın rahmetine kavuşuyor olmasıyla yeni yeni stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. İslamın lehine gibi görünen niteliksel büyümenin islamın aleyhine nasıl çevrileceğinin planını yapıp uygulama konusunda görüş birliğine vardılar. Bu çerçevede yapmak istedikleri şey, ümmet arasına fitne sokarak ikilik çıkarmak, dini gelecek nesillere taşıyacak olan cemaati karalamak gözden düşürmek sonrasında ise bu cemaatin söylemlerini boşa çıkartarak islamı ortadan kaldırmak şeklinde dizayn edilmiştir. Bu hainlerin bütüm yaklaşımlarında bu gözlemlenebilir. Yani hakikatin tersine çevrilmesi. Bunları kısa kısa özet halinde incelersek daha net ortaya çıkacaktır. Bu stratejinin uyguluma safhasında öncelik olarak İslam inancında ne önemli sayıldıysa onun karşısına mutlaka bir şey çıkartılarak birinin diğerini yıkmasının sağlanması, mümkün olanların yok edilmesi, mümkün olmayanların gücünün zayıflatılması ve güven duygusunun sarsılmasına dayandırılıyordu.
Geliştirilen bu planı yürütecek kişiler, uygulama yer ve zamanı, uygulama süreci, stratejilerin hangi merhalede uygulamaya konulacağının çok iyi belirlenmesi gerekiyordu. Şimdi bu planın kurgusu ve başarısında kimlerin etkin olduğu, kimlerin kullanıldığı, hangi şartlardan faydalanıldığını tarihin aydınlık sayfalarından ışık alarak karanlıklarda saklanılmaya çalışılan safhalarını görmeye çalışalım.
İnananların Allah’ın varlığı konusunda şüpheye düşürülemeyeceği bilindiğinden birilerinin bu güce ortak edilerek inanca şirk bulaştırılması, Kuranla ilgili şüphelerin oluşturulması, Kabe’nin karşısına en az onun kadar hatta ondan daha kutsal Kabecikler oluşturulması, peygamber inancını doğrudan kaldıramasa da yerine, onlardan daha güçlü, daha fazla yetkilerle donatılan geçmiş ve geleceği bilen, kendi ölecekleri vakti bile tayin eden, evrendeki bütün olayları iradesi ile yönlendiren, yöneten masum yapılanmanın getirilmesi, Peygamberin en yakınları, hanımları yakın akrabaları, arkadaşları yani peygamberi inancı gelecek nesillere taşımayı üstlenenlerin bir şekilde insanların gözünden düşürülüp bunların peygambere ihanet ettiği fikrinin oluşturulması, hainlikle suçladıkları insanların Peygamber sözlerini doğru aktaramayacağı inancının yerleştirilmesi,(sahabe sözlerine güvensizliği telkin) hac anlayışının değiştirilmesi, yerleşik inanç beş vakit namazı daha az vakte indirilmesi, bu süreci yürütenlerin ellerinin güçlü kılınması için zekatın doğrudan ihtiyaç sahiplerine değil de bu görevi yürütecek kişilerin yetkisine bırakılması, halktan toplanacak verginin belirli miktarının yine aynı güçlere verilmesi, cahiliye dönem adetlerinin yeniden canlandırılması, yeni Müslüman olmuş bölgelerdeki geleneksel inançların hortlatılması, kutsal sayılan değerlerin bir şekilde bozularak yerine yeni kutsaliyetlerin getirilmesi esasından oluşmaktadır.

Bu planın uygulama ortamı yavaş yavaş hazır hale gelmekteydi. Çünkü sorunlar eskisi kadar kolay çözüme ulaşamıyordu. Bölgelere gönderilen valiler eskisi kadar duyarlı değillerdi. Merkezdeki disiplin taşrada ayniyle yürütülemiyordu. Şöyle ki;
Yeni İslamlaşan bölgelere gönderilen Sahabeler, yeni sorunların çözümü konusunun merkezi idiler. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir bir çözüme ulaşmaya çalıştılar. Her ne kadar Sahabenin hadis ve sünnete karşı yaklaşımları da birbirinden ufak tefek farklılık arz etse de, Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadı yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah şekilci yaklaşması Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli daha çok öne çıkarması merkezde ilk zamanlar fazla bir sorun üretmese de bu daha ileriki zamanlarda farklılıklar büyütülmeye ve istismar edilerek farklı alanlarda kullanılmaya başlandı. Yeni kazanılan topraklardaki nüfus yoğunluğuna yetecek sayıda eleman bulunamıyor bu sebeple islam öğretisi, ve uygulaması yeterli etkinlikte sürdürülemiyordu. Okuma yazma yetersiz, iletişim haberleşme yok denecek kadar azdı. Bu şartlarda merkezdeki birikimi değiştirilmeden yeni coğrafyalara taşınmasının ne kadar gerçekçi olabileceği ortadır. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, ulaştırmak, yapıları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a yoğun katılmalar oluyordu. Bu durum, Müslümanları sevindirse de manevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, Müslümanlar istenilen kıvamda yetişemiyordu. Bunları bir anda İslami konularda eğitecek, aydınlatacak imkânı bulmak oldukça zordu. O günkü şartlarda yeni kazanılan bölgelere nasıl ulaşılıyordu denilirse? Bilindiği gibi öncelikle bir vali atanıyordu. Arkasından o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı. Hatta Hz. Ömer halifeliği döneminde bu görevi sürdürenlerin içinde Hz. Ali de vardı. Merkezden taşraya giden vali ve eğiticilerin gittikleri günden itibaren İslami yeni gelişmelerden yeterince haberdar olamayabiliyordu. O günün haberleşmesi buna izin vermiyordu. Merkezin gönderdiği insanların bile merkezdeki yeni gelişmelerden aynı anda aynı yeterlilikte haber alamadığı bir zaman dilimi!. Gerçi haç mevsiminde bütün valilerin merkeze gelerek merkezle istişare yapma sistemi oluşturulmuştu ama bu fetih hareketlerindeki sürate karşı yetersiz kalıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı, olgunlaşma gelişme dönemlerinde islamın merkezinden uzak kalan toplumların dini anlayışlarında; hayat tarzlarında islam gerçeği ile örtüşmeyen bazı hususların olduğu, bazı geleneklerin din gibi algılandığı ve alışkanlıkların yıkılamadığı bilinmektedir. Bu da şartların getirdiği bir vakıadır. Burada şunu da söylemeden geçmek sanırım doğru olmayacak Mısır’ın ve İran’ın fetih hareketinde yaşanan sorunlar yüzünden mısır ve İran yeterince İslamlaşamamıştır. Söz konusu fethedilen yerlerde islamın mısırlılaştığını, yine islamın İranlılaştığını görüyoruz. Oradaki gelenekçi yapı ve özden kopamama daha sonraki süreçte islamın başına çeşitli sorunlar yaşattığı görülecektir. Yani buralar çıbanbaşı olmaya namzet iki ayrı coğrafya olacaktır.
Hz Peygamber döneminde İslam toprakları dışına sürülen fitne ekibi ilk iki halife dönemlerinde de planlarını uygulama imkânı bulamamış, sürüldükleri yerin Hz Osman döneminde İslam topraklarına katılımı ile İslam coğrafyası içinde kalmışlar ve diğer ihanet çeteleri ile bu planı konjonktürden de faydalanarak uygulama safhasına geçmişlerdir. Bu konjonktürün neler olduğuna ve bu saflardan nasıl faydalanıldığına gelince;
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadelerin bulunmaması
Kuran’da İslami yönetimin şekli konusunda net ifadeler bul¬mamaktadır, bunun yerine, adeta içtimai bir mukavele şeklinde ortaya çıka¬cak yönetimin özellikleri, vazifeleri ve uy¬ması gereken kurallar söz konusu edildiği söylenebilir. Buna, bu konuda rasulüllah'ın da (s.a) Kesinlik ifade eden bir hadisinin bulunmaması eklenince, rasulüllah'tan sonra islâm devleti'nin başına kimin geçe¬ceği sorunu bir bakıma ümmet'in istişaresi¬ne, tercih ve tasvibine ve zamanın şartlarına ve uygulamalarına kalmış gibidir. Eğer bu konuda Allah’ın bir emri olsaydı bunu diğer emir ve nehiyleri açıkça belirttiği gibi kuran’ı kerimde belirtirdi. Namaz, oruç, haç, zekât gibi kuranda net ifadelerle belirtilen hususlara inananlardan kimse yorum getirmediği gibi bu konuya da yorum getiremezdi. Pekiyi Kuran’a göre Hz. Peygamber'in herhangi bir kimseyi, yerine, halife olarak tayin etme yetkisi var mıdır? Hz. Peygamber’in sağlığında, Müslümanları ilgilendiren konularda, yakınlarına ayrıcalık tanımış mıdır? Ya da siyasi ve idari konularda hangi ilkeleri gözetmiştir. Buna göre Nisa 58 ayet ile işlerin ehline verilmesini, şura,38 ve Ali İmran 159 da da vahiyle belirlenmemiş konuların müşavere ile sonuçlandırılmasını emretmektedir. Kur'an, insanı ilgilendiren siyasi sorumluluğu, temel ilkeleri vererek insana bırakmıştır. Kur'an'da açıkça Hz. Ali'nin halife ya da imam olacağı ile ilgili hiç bir ayet yoktur. Zaten konuya Kur' an' ın bütünlüğü içinde yaklaşıldığı zaman, birtakım ayetleri Ali 'nin imameti için delil olarak göstermenin bir zorlama yorumun ötesinde bir şey olmadığı görülür. Kur'an, bir kimseyi peygamber olarak seçme yetkisinin sadece Yüce Allah' a ait olduğunu bildirmekte (Hacc, 75; Al-i İmran, 179 ), sırf peygamberlik için yaratılmış bir kavim veya sülaleden bahsetmemektedir. "Hz. İbrahim'i ve aynı soydan Hz. İshak'ı peygamber kılan Cenab-ı Hak, bunların peşinden gelenlerin içinde, iyilerin de, zalimlerin de' bulunduğunu bildirmektedir. Hz.Nuh'un ve İbrahim'in zürriyetlerinde peygamberlik ve kitap verilenler bulunduğu ifade edildikten sonra, aynı zürriyetin ekseriyetini fasıkların teşkil ettiği de beyan edilmektedir.

"Hz. İbrahim'e Cenab-ı Hak: 'Seni insanlara İmam (başkan) yapacağım' buyurduğu zaman, bu Peygamber: 'benim zürriyetimden de' diyerek, kendi sülalesinden de imamlar gelmesi niyazında bulunmuş, (Bakara,124.)fakat şu cevabı almıştır:

'Benim ahdim (vazife teklifım) zalimlere yetişmez”

"Bu Kur'ânî delillerden anlıyoruz ki, peygamberlik makamı bir sülale imtiyazı değildir. Bu vazife o sülale mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz. Peygamber çıkarmış bir kavim, sırf bu vâkıa dolayısıyla, öteki kavimler üzerinde hiç bir üstünlük iddiasına girişemez"

Kur'ân'ın bu tavrı ortada dururken, sırf Hz. Peygamber içlerinden çıktı diye Kureyş kabilesine herhangi bir üstünlük atfetmek mümkün olmadığı gibi, Haşimoğullarına, ya da Ali b.Ebî Talib'in Fatıma'dan olan soyuna diğer insanlardan farklı özel bir konum belirlemek de mümkün değildir. "Hz. Peygamber'in mü'minler arasındaki mevkiine işaret eden bir ayette, ailesini teşkil eden kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hususî hükme yer verilmemektedir. Peygamber mü'minlere, kendilerinden daha yakındır, zevceleri de -başkalarına nikâhları haram olan(Ahzâb,53) anneleridir'(Ahzâb,6 ) Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret olan aile halkına Kur'ân-ı Kerîm Ehlu'l-Beyt demekte (Ahzâb,33). ve bu tabir içine başka alınmasına da imkân bulunmamaktadır"

"Allah katında en üstün olanınız en müttakinizdir"( Hucurât 13;krş.Enfâl 34. ) âyeti, Kur'ân'ın bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman, başta soy-sop olmak üzere, fakirlik-zenginlik, güzellik- çirkinlik gibi yapay değer ölçülerinin genel-geçer fonksiyonelliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu çerçevede, "Eğer mü'minseniz, en üstün olanlar sizlersiniz"(Al-i Imrân,139]) ayeti, Şiî anlayışın tipik özelliklerinden olan karizmatik "Ehl-i Beyt" kavramının vahyi temellerden yoksun olduğunu gözler önüne sermektedir. Hucurât suresinin 11.ayetinde yapay üstünlük ölçülerine dayalı tavırlar kınanmaktadır: "Ey İman edenler, bir kavim diğer bir kavmi istihzaya kalkmasın, mümkündür ki berikiler ötekilerden daha hayırlıdır.".

Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in özellikle Medine döneminde eğitim, farlı dilleri öğrenme, siyasî ve idarî alanlarda görev verdiği kişilere bakıldığında, onun insanları görevlendirirken ön planda tuttuğu en önemli vasfın ehliyet, liyakat olduğunu görülmektedir. Hz. Peygamber, insanlara görevlendirirken, ne onların Kureyşli olmalarına, ne de Haşimoğullarından olmalarına dikkat etmiştir. Önemli olan bir işi başarabilecek kabiliyete sahip bir Müslüman olmasıdır.
Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini elbette düşünmüştür. Belki! insan olarak kendi yakını ve damadı olan Hz Ali nin bu görevi yürütmesini de arzulamış olabilir. Ama Allah ın böyle bir iradesi karşında hz peygamberimiz ne diyebilirdi ki. Eğer bu ayetlerin anlamı bugünkü şii anlayışını destekler nitelikte olsaydı onu da apaçık herkesin duyabileceği, itirazsız kabulleneceği şekilde izah eder hatta işi sürüncemede herhangi bir karmaşıklığa bırakmamak için sağlığında herkesin biatini alırdı. O’na kimsede muhalefet edemezdi . Allahın emrinin olduğu bir konu da Hz Peygambere itiraz etmek kimin haddine? Allah ın iradesinin önünde kim durabilir.

O ki Allah Resulü Allah ın iradesi ile toplumun en bozuk, cağın en karanlık döneminde tek başına islamın dünyaya yayılmasını sağladı da, Hz Ali nin halifeliğinin gerçekleşmesine gücünün yetmeyeceğini düşünmek ona yapılan en büyük iftiradır, hakarettir. Yaşadığı döneme baktığınızda Ona itiraz edenlerin zaten iman etmediğini görürsünüz. Ümmet O’nun söylediği her şeyi kabul edip öpüp başına koydu. Sahabe ile ilişkileri incelediğinde O’nun her sözünü iyice dinlendiği ne demek istediğinin anlaşılması için en derinlemesine sorgulanıp açıklığa kavuşturulduğu ve uygulanması konusunda her hangi bir tereddüdün yaşanmadığı görülmektedir.

Günümüzde Hz Peygamberimizle ilgili İslam düşmanları çeşitli yalanlar, iftiralar ve karikatürler üretmektedirler. Bundan üç beş asır sonra bu karikatürleri ve yalanları okuyan bir Müslüman, bunlara tarihi bir belge diye hemen inanmalı mı? Yoksa, Hz Peygamberimize atılan iftira ve yakışmayan yanlışlara karşı O böyle şeyler yapmaz inancı içinde mi olmalı? İşte bugün yaşadığımız inanç dünyamızdaki sorunların cevabı da bu sorunun ve buna verilecek cevabın içindedir. Yani Her Müslüman Hz Peygamberi iyi tanımalıdır. Allah Hz Peygamberine daha risaleti vermeden hata işlemesine izin vermemiş onu korumuştur. Böyle bir koruma zırhının altında olan bir peygamberin, Allah’ına güveni de tabii ki sonsuzdur. Pekiyi böylesi bir Allah peygamber ilişkisi ortada iken Hz peygamberin gelecekle ilgili herhangi bir korkuya endişeye tereddüde düşmesi mümkün mü? Sonsuz kere mümkün değildir. Bu düşünülemez bile. Zaman zaman insani endişelerini de Cenabı Allah anında giderdiği gerçeğini islamı bilen herkes bilir. Allah’ı ve Onun Resulüm dediği şahıs arasındaki bağı çok iyi tahayyül etmek gerekir. Eğer bu anlaşılmazsa ortada “Allahın dini” yerine hiç şüphesiz birilerinin dinine Allahın dini diye inanılmaya başlanılır. Biz günahkâr insanlar bile dostluk ve arkadaşlık yapacağımız, evleneceğimiz kişileri iyice araştırıyoruz da Hz Peygamber nasıl oluyor da bunlara hiç dikkat etmiyor. Bu durum ona yakışan bir durumu dur? Allah O nu böyle bir tehlike ile yüz yüze mi bıraktı? Şüphesiz ki hayır. Buna karşın bununla bir benzerliği olmayan Hz Nuhun oğlu Hz Lut un hanımını örnek vermek akla gelebilir. Bu örnek de aklın arkasındaki inancı desteklediği için hiç düşünmeden ikna kabiline alınabilir. Ama bu o kadar basit değil. O peygamberlerin hanımı ve çocuğu baştan beri peygamberlerine inanmıyorlardı. Öyle zora karşı da inandıkları peygamberlerinin ardında duran dostlardan da değillerdi. Oysa Hz Peygamberin arkadaşları, hanımları ona en zor en çetin günlerinde inanıp iman etmişler bu iman uğruna en değerli şeylerinden vaz geçmiş zümredirler. Bunları çok iyi düşünüp bidat kültürünün ardına saklanmadan aklın ortaya konması ertelememelidir. Meseleye bu kabilden bakılarak

Hz Allah ümmete duyurmak üzere peygamberine bir şey söyleyecek O peygamber ise haşa arkadaşlarından çekindiği için Allahın emrini yerine getirmeyecek, sonrada Allah O peygamberi uyaracak. Uyarı neticesinde bu emri alan o topluluk önce bu emri kabullenmiş görünecek daha sonra hiç söylenmemiş gibi davranarak emrin dışında hareket edecekler. Tarihi safsataları bırakın Allah aşkına da bunu doğru bir mantık ile izah edin. Yeter bunca üretilen felsefi demagojiler. Bu senaryo ne Allah’a, ne O’nun sevgili resulüne, ne de O resulün yakın dost ve akrabalarına yakışan bir durumdur. Böyle bir senaryo, insan iradesini Allahın iradesinin önüne geçirmek gibi kör bir düşünceyi çağrıştırır ki Bu Allah için nasıl düşünülebilir? Hiçbir akıl sahibi mümin bunu kabullenemez. Çünkü bu senaryoya oyuncu yapılmak istenen şahsiyetler bu kirli oyuna muhatap olamazlar.

Geçmiş dönemde Yahudiler Hz is anın peygamberliğine itiraz ettiler. Neden.? Peygamberlik kendi nesillerinden gelmedi diye!. Onlar Hz İsa ya iman etmediler. Ancak Peygamber dostları Allah ve resulünden gelen hiçbir emre itiraz etmemişlerdir. Sorulu cevaplı uygulamalı olarak belirli bir sürecde islamın mantığını öğrenene kadar ufak tefek hatalar yaşadılarsa da sonra ilişkilerini o mantık üzerinden sürdürdüler. Yani onlarda herhangi bir şeyi bahane edip itiraz edelim duygusu ağır bassaydı zaten imana itiraz ederlerdi.

Hakikat bu noktada iken Hz Allahın ve onun sevgili resulünün söylemediği bir hususu tevil ederek bir takım çarpıtma ile zorla onlara söyletmeye çalışmak İslami bir davranış değildir. Kuran’da ve Hadiste böyle bir hakikatin olmadığını fark eden İslam düşmanları istismar edeceği bir noktayı tespit etmiş Hz Ali nin birinci halife olması ve halifeliğin aynı soydan devam etmesi teorisini ortaya atıp onlara bir takım yetkiler ve gizemlilikler yükleyerek işlerine başlamıştır. Zaman içinde konuyla ilgili Kuran’dan ve hadisten delil bulmaya çalışılmış tevil ve yorumlarla hadis ve ayetleri saptırarak bir sonuca gidilmek istenmiştir. Bu sebepten dolayı da bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de Şiiliktir.

Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü¬rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir. Önceleri şia yani Hz. Ali taraftarlığı gayet mutedil ve normal idi. Nitekim sahabe arasında bile halifelik noktasında Hz. Ali'yi Hz. Osman'a takdim eden, ona öncelik verenler bulunuyordu. Fakat bu Kimseler, yine de Hz. Ali'den önceki halifelere herhangi bir saldırıda bulunmuyor ve dil uzatmıyorlardı.

İbn Teymiye bu noktada şöyle diyor: Ali (r.a.)'dan tevatürle gelen haberde "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra bu ümmetin en hayırlısı Hz. Ebü Bekir ile Hz. Ömer'diyor.

Nitekim işin bu yönü tüm eski Şiîler arasında ittifakla kabul edilmektedir. Önceki Şiîler'in tümü Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i üstün kabul ediyorlardı. Tartışma sadece Hz. Ali ile Hz. Osman'ın halifeliği noktasında meydana gelmiştir. Buda her ikisinin farklı farklı taraftarları olması yüzünden doğmuştur. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'e gelince, her ikisinin de Hz. Osman ile Hz. Ali anlamında bir taraftarları olmamıştır. Aksine ümmetin tümü hatta Haricîler bile, her ikisinin halifeliğinde ittifak halindedirler.

Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi ciddi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele¬r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Daha sonraki gelişmelerde bu sahabeler Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Ancak, asla diğerlerine düşmanlık etmemişlerdir. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el ensari gibi). Bunlar Şii inancının temelini oluşturan; imamet vasfından, imamın masumluğundan ve bu özelliklerin sahibinin Hz Ali olduğundan her ne hikmetse haberdar değillerdi. O günlerde henüz bugünkü şekliyle bir Şiilik yoktu. Çünkü şia yukarda da bahsedildiği üzere taraftar demektir. Hz peygamber hayatta iken onun dışında başka birine dini liderlik anlayışında taraftar olmak kimin haddine dir. O dönemde insanlar sadece Kuran’a, Hz. Peygambere ve İslam’ın getirdiği hükümlere taraf idi. Arkadaşlık yakınlık tarafı bununla hiç karşılaştırılmamalıdır. Herkesin aynı şeye inandığı bir atmosferde İnsanların karakter olarak kendine yakın hissettikleri kimseler olabilir bu yakınlık dini bir algılama ile nasıl izah edilebilir.

Hz Osman dönemindeki gelişmeler

İslamın gelişi ve gelişmesi sürecindeki ilk fitne hareketlerinin boyut ve şekil değiştirmeye başladığı dönem Hz Osman dönemidir. Bu dönem; Yahudi ve putperest düşünürlerin strateji değiştirerek islami inkar veya reddetme yöntemi dışına çıkarak islamı esas mecrasından uzaklaştırma faaliyetlerine yöneldiğini ondan sonrada bir daha hiç durmadığını görüyoruz.

Bu gelişmeleri kısaca vurgulayacak olursak,

Hazreti Osman, medineye geldikten sonra sahabenin en sıkıntılı döneminde, susuzluğun en büyük sorun olduğu bir anda Efendimizin işaretiyle Rume kuyusunu Müslümanlar için satın alarak Müslümanların hizmetine sunmuştur. Tebük seferi hazırlığında ‘ceyşü’l-usre’ denen İslam ordusunun hazırlanmasında büyük gayret sarf etmiş, ticaret için hazırladığı üç yüz kadar deveyi yüküyle birlikte sadaka olarak vermişti. Buna mukabil Efendimiz de “Bundan sonra Osman’a yaptıkları zarar vermez.” Buyurmuştur. 12 yıllık Hilafeti sırasında da islam toplumuna pek çok iyi olay yaşatmıştır. Ordu ve donanmayı güçlendirmiş, Kıbrıs ve Rodos alınmıştır . Müslümanlar onun zamanında bütün Kuzey Afrika'yı aşarak İspanya'ya geçmişlerdir. Tarık Bin Ziyad'ın İspanya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması meşhurdur . Böylece koca yarımada kısa zamanda İSLAM egemenliği altına girmişti . Asya'da Horasan ve Taberistan bu dönemde fethedilmiştir. İslam toprakları yüz kat artmış buna mukabil genişleyen coğrafyada aynı oranda nitelik olarak islamı öğretim sağlanamamıştır. Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr naklettigine göre; “Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Bu dönemde Müslümanlar en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.” Denmektedir.

Bu ortamdan faydalanan bazıları dışa iyice açılıp zenginliğini çok ileriye götürürken, yakın akrabalardan olan valilerden bazıları da idarî ve mâlî konulardaki aksaklıkları görmezden gelip halkın dert ve sıkıntıları ile ilgilenmediği çeşitli kesimlerce ifade edilir olmuştu. Zaten “yönetimde Haşimîlik-Emevîlik rekabeti görünmeye başlamıştı. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı. Bütün bu şartları yakından takip eden

İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti.

Bu konu ile alakalı Şii tarihçisi Ravdatil safa da: “Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldi. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. Orada ilim ve takvalıymış gibi göründü ve böylece insanları kendine güvendirdi İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)'ya karşı harekete hazır hale getirdi.

Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."

Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.

Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi.” (Mehmet Kırkıncı'nın Alevilik Nedir adlı kitabından faydalanılmıştır.)

Bir tarafta ümmet içindeki zenginliğin etkisi ile Allah (c.c.)'a ve halifeye karşı azalan korku, diğer tarafta kargaşa, tahrik istismar bu sürecin neticesi Hz Osmana saygısızlığı getirdi. Bütün bu olumsuzlukların ardından da ayaklanmaların önüne geçilemedi. Etkisiz hale getirilemeyen bu zaaf İslam düşmanlarının istismarına kapı açmış bu kapı bir daha hiç kapanmamıştır. İlk alev mısırda tutuşturulmuştur.

Fitne hareketinin lideri “ Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar.” (Ravdatil safa, s. 292 cilt 2, Farsça İran baskısı)

İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu .Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.

İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasp etmişlerdi..."

İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Aliyi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.

İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..."

Sonuçta islam düşmanları bu konudaki stratejilerini uygulamış, mısırlıları kullandıkları isyan hareketiyle Hz Osman’ın şehit edilmesini sağlamıştır.

Henüz fitne ortada iken Ali (r.a.) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Ali (r.a.) ın Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı olmadığı bir hakikat iken, birçoklarının kalpleri Ali ye karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir.

Hz. Hüseyin’in, Hz. Osman’ın hilafeti sırasında, 30 /651 yılında, Said b. el.As'ın Kilfe'den Horasan'a yaptığı sefere, kardeşi Hz. Hasan'la birlikte katıldığı(Taberi, 1 {2836.); daha sonra da Hz. Osman'ın evini muhasara eden isyancılara karışı Halife'yi korumak üzre babası Hz. Ali tarafından, yine kardeşi Hz. Hasan'la birlikte memur edildiği en güvenilir kaynaklarda mevcuttur.(Belazuri, Ensilbu'/.Eşrtif (Sülcymımiye Kütüphanesi, Heisülkütlfıb nı. Xo: 597-598), 483 o: Taberi. 1 {3020.

Bu dönemde çıkan olaylar bir yandan kökleri İslam Öncesi dönemi uzanan tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinin su yüzüne çıkartmış; diğer yandan da daha sonra ortaya çıkacak olan Hariciliğe zemin hazırlamıştır. Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, siyasi açıdan üç gruba ayrılmışlardır:

Bunlardan birincisi Hz. Ali'nin Hz: Osman'dan sonra meşru halife olduğuna inanıp ona biat edenler,

İkincisi Ali'nin 'hilafetine karşı çıkanlar ki, bunlar da cemel vakıasında Ali’nin taraftarları ile karşı karşıya gelen Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’gurubu yine aynı tarafta olan şam valisi Muaviye gurubu, birde üçünçü bir grup olarak nitelendirilmesi gereken tarafsızlar bulunmaktaydı. Bu ayrışmaya sebep olan en önemli etken kabilecilik ve siyasi faktörlerdir. Bu gruplar arasında inanç noktasında birbirinden farklı her hangi bir ayrıcalık bulunmamaktaydı.

Şahadetin ardından huzuru bozulan toplumun bir daha huzuru hiç eskisi gibi olmadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder