21 Haziran 2010 Pazartesi

HZ ALİ HALİFELİK İÇİN MÜCADALE ETTİ Mİ? DİĞER SAHABE İLE İLİŞKİSİ

Hz. Ali’yi gerek kahramanlığı, gerek takvası, gerekse arkadaşlığı konusunu kelimelerle anlatmak kolay değil. O günkü gelişmeleri bilmek için o nu iyi tanımak gerekir. Hayatında hiç yalan söylemeyen, hakkı hukuku savunan, gerçekler karşısında susmayacak kadar şerefli, onurlu, yiğitler yiğidi, Allah resulünün iyi bir mümin için tarifi olan “dosdoğru olun” tabirinin numunesi olan bir zattır. Pısırıklık, yalancılık, takiyyecilik, hile, desise ve düzenbazlık onun hayatında hiç olmamıştır. Hz. Ali, rasulullah’dan sonra ashâbı kiramın içinde en âlimi ve fakihlerin başında olanlardan idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfan vücuda gelmiş, en büyük bir ictihad kudreti tecelli etmişti. Hz. Ebu Bekir, Hz Ömer gibi sahâbe-i Güzîn’in âzımı daima ilmî, fıkhî meselelerde kendisiyle müzâkere ve müşâverede bulunur, kendisinin ilminden, faydalanırlardı. Ömer nasuhi bilmen Hz.li gerek dinde ince anlayış ve derin kavrayış sahibi olma özelliği ile gerek kadılık görevinde gerekse, başta Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesut (r.a.) Olmak üzere birçok sahabeden bu yönde yapılan çok sayıda nakline bakıldığında Hz. Ali nin bu özelliklerinin şüphesiz var olduğunu gösterir. Birkaç cümle ile örneklendirmek gerekirse;


Hz Ömer (r.a.) “içimizde en doğru ve yetkin hüküm verenimiz Ali idi” derken Abdullah b. Mesut, kendisiyle birlikte genel olarak sahabenin kanaatinin de bu yönde olduğunu belirtmiştir saîd b. Müseyyeb’in nakline göre yine Hz .Ömer, sorunların çözümünde, yanında yardımcısı olarak ebu’l-hasen’i olmayan bir sorunla karşılaşmaktan Allah’a sığınmıştır. Diğer taraftan Hz âişe (r.a.), sünneti en iyi bilen kişi olarak Hz. Ali’yi gösterirken; ibn Abbas (r.a.), ilmin onda dokuzunun Ali’de olduğunu, geriye kalan onda birde de ayrıca hissesinin bulunduğunu ifade etmiştir. Hz Ali’ Sahabenin bütünü gözünde de çok değerli olduğu anlaşılmaktadır. Hz Ali nin şahsiyeti ve onu tanıyanlar tarafından çok sevilmesini istismar eden fitne mensupları konuyu çok farklı bir mecraya çekmişler kendi emellerine hizmet eder hale getirmiş ve birçok yalanlarını Hz. Ali ye mal etmişlerdir. Şöyle ki; Hz Ali hilafeti boyunca ırakta yaşadı. Oradaki insanlar Hz Ali yi yakından tanıdılar ve onu takdir ettiler. Bundan önceki süreçte Hz. Osman (R.A.) döneminde Mısır'da uygun ortamı bulup ortalığı bulandıran fitne hareketi daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklarında bulunan diğer şehir¬ler, sünnet ve Hadis'in beşiği olmaya devam ederken Irak farklı anlayışların karargâhı haline geldi. Bu bölgede sürdürülmeye başlayan fitne faaliyetleri sünnet ve hadis anlayışının gelişmesinin önüne Ali sevgisi ön plana çıkarttılar. HZ Peygamberimizden sonra Halifelik hakkının Hz. Ali de olduğunu iddia eden ve bunu dinin bir mecburiyeti sayan bu grup, fitneyi topluma yaymanın yöntemini Hz Ali yi kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Hz. Ali nin en ufak bir katsısı olmaksızın burada körü körüne ifrat derecesinde bir Ali taraftarlığı taban buldu. Bir daha bu topraklarda Ali sevgisinin yerini başka yönetimler dolduramadı. Çünkü diğer yönetimlerin gaspcı dini değiştiren olarak algılanması bu sevgi üzerinden topluma kazandırıldı.

Daha sonraki saltanat döneminde Irak'a vali olarak Ziyad b. Ebih'i gönderildi. Ziyad, hiçbir zaman Hz Ali nin yerini tutamadı. Saltanatın valisi olarak görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını sökemedi. Ziyad'dan sonra Yezid devrinde Irak'ın valiliğini Ziyad'ın oğlu yaptı. Bunun dö¬neminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu. Daha sonraki Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğulları¬na geçince Âbdülmelik vali olarak Irak'a meşhur Haccac'ı gönder¬di. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şiilik daha da güçlendi.

Bu meseleler eğer dini daha iyi anlamamızı sağlayacaksa, bugüne kadar öğrendiğimiz bize göre hakikatleri yani ezberlerimizi bir tarafa bırakıp, hakiki tarihi akıl mantık, ve adalet duygusuyla tarayarak bulmamız gerekecek. Acaba hakikatten birinci halifelik hakkı Hz Ali nin hakkı mıydı? Ali yi sevmek ve islam itikadını bu sevgi üzerine oturtmak ıslamın kendisimiydi bunu kademe kademe göreceğiz. Bu konuyu Hz Ali ye sorarak ondan aldığımız cevap çerçevesinde akıl yürütmek daha uygun olacaktır.

Hz. Osman r.a’in şehit edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde “el fitnet’ül Kübrâ” (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra’ya gitmiş olan Hz.Ali’ye Ibnu’l Kevva’ ve Kays b. Ibâd şöyle sordu;

-“Müslümanların karsı karsıya gelip birbirlerini öldürmelerini sağlayacak bu gelişinin sebebi Resûlullah (s.a.s.)’in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?”

— Hz. Ali r.a. su cevabi verdi:

“Bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahit yoktur. vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnat eden ben olmayacağım. Şayet bu konuda Resûlullah (s.a.s.)’in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resûlullah (s.a.s.)’in emri olduğu için. Fakat Resûlullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir’e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu.

Hanımlarından (Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Aişe) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, bu görevi Ebû Bekir’den almasını söyleyince kızdı ve “siz kadınlar Hz. Yusuf’un başını derde sokanlarsınız, Ebu Bekir’i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!” dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, isimize baktık ve Resûlullah (s.a.s.)’in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, İslâm’ın aslidir; o dinin emri, dinin direğidir.

Biz (bunun için) Ebu Bekir’e biat ettik ve o bu isin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebu Bekir’e hakkım eda ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebu Bekir’in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti.

Böylece Ömer’e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer’e hakkim edâ ettim ve Ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihat ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)’e olan akrabalığımı, İslâm’da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyakatimi düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım.

Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı.

Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım.

Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra, Osman b. Affan’ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktım. Ona itaatim ise, biatimden önce oldu. Böylece Osman’a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.

Vurulunca, kendi isime baktım. Resûlullah (s.a.s.)’in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn’deki (Mekke ve Medine’deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler.

Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resûlullah (s.a.s.)’e olan akrabalığı benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de İslâm’daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyla ben bu ise ondan (yâni Muaviye’den) daha lâyıktım!” demiştir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s.), hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali’nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi. Bununla birlikte Namaz Islımın aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir İslâm tasavvur edilemez. Hz. Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, , Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir.

Diğer bir haberde, Deve vakasından sonra, Abdullah bin Keva, Hazret-i Ali’ye gelip, Resulullah hilafet için, sana bir şey söylemedi mi? dediğinde: (Biz, önce dindeki vazifemize bakarız. Dinin direği ise namazdır. Allahü teâlânın ve Resulünün, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyalık olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebu Bekir’i halife yaptık) buyurdu.



Resulullah son günlerinde, hasta iken, namaz kıldırmak için, Ebu Bekri Sıddıkı kendi yerine imam yapmıştı. Bilal-i Habeşi her ezan okuduğunda, (Ebu Bekir’e söyleyin, nasa imam olsun!) buyururdu. Resulullah, kendinden sonra, Hazret-i Ebu Bekir’in halife olmaya, herkesten daha layık olduğunu gösteren ve Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’den her birinin de, kendi zamanlarındaki insanlardan, hilafete en layık olduklarını bildiren çok şeyler söylemiştir.) [Gunyet-üt-Talibin- Abdul Kadir Geylani]

Eğer sahabe bir birine düşman olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer’i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsümü verir miydi? Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’nin korkudan “takiyye” yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.(Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177–178) Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları.

HZ. Ali (r.a.) Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinden belli bir süre sonra, birçok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir'e biat etmiş halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiştir. Şayet halifelik Hz. Ebu Bekir'in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmezdi. Hz Ali (r.a.) de haklı olduğuna inandığı süre icinde Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi Hz.Ebu Bekirle de hiç korkmadan, yılmadan, takiyye yapmadan savaş durumuna girerdi. (Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi Hz. Ali'nin halife olması gerektiğine dair Kuran dan bir ayet veya Hz. Peygamber'den bir açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı ve Peygamberimizin sözünü sahabeye karşı delil olarak öne sürerdi. Muaviye ve Hariciler ile savaştığı gibi yanlışın üzerine gider onlarla savaşırdı. Şia düşüncesi Hz Ali yi korkak aciz, takiyyeci, hakkını savunamayan pısırık, şahsiyetsiz bir kişilik olarak göstermektedir ki, hâşâ Hz Ali yi bundan tenzih ederiz. Bu iddiaların içinde sadece Hz Ali ye hakaret yoktur. İslamın tüm değerlerine hakeret ve savaş vardır. Dikkat edilirse bu apaçık görünen bir gerçektir. Hem Hz. Peygamber'den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek; Allah Resûlünün arkadaşlarından onun yetiştirip fetih bölgelerine gönderdiği dostlarından, onun en yakın akrabalarından, bütün canı ve malı pahasına müşriklerin onca zulmüne katlanan can yoldaşlarından, nasıl böyle bir şey beklenebilir?. Bunlar madem bu kadar zayıf, iradesiz, en ufak bir zorluğa karşı boyun bükecek kadar aciz idi de, ne diye insanlık tarihindeki en büyük zulümle karşı en onurlu duruşu sergileyip islamın gelişme sürecinin içinde oldular. Hz Peygambere en ihtiyaç duyduğu zamanlar inanıp ona destek oldular. Bir gün sonra ihanet edip onca yaptıklarını boşa çıkarmak için mi onca zulme karşı dim dik durdular cile cektiler mal ve yakınlarını kaybettiler imanının gereğini yerine getirdiler. Sonra da bir günde hepsini unutup heva ve heveselerinin peşine düştüler! Bu ne bicim bir akıl yürütme ve mantıkdır bunun hiç izahı yoktur. Şia bu insanların bir gün sonra ebu cehillerin yanında olmalarını nasıl izah ediyor ki karalamayı bu kadar kolay yapabiliyor. Bunlar hata yapmaz değil çünkü bunların hiç birisi masum değildir. Haydi, bunların biri, ikisi, olmadı üçü, beşi şaşırdı yoldan cıktı diyelim. Olabilir mi? Olabilir. Ama yüz binin üzerinde Allah’ın gönderdiği tevhit dinine inanmış, hz Muhammedin ümmeti olma ile şereflenmiş onca insanını böyle bir yanlışlıkta birleşmesi, hiçbir aklın, hiç bir bilimin kabulleneceği bir şey değildir. Böyle bir şeye sonsuzda bir ihtimal dahi verilemez. Akıllı olan bir insan bir şeye inanabilir. Ama akla, vicdana, insanlığa, insan onuruna yakışır bir şeye inanır. İnanırken de inandığı şeyin öz değerine yani Hz Peygambere saygısını kaybetmez. Bu inancının içinde zerre kadar peygamber inancına ve saygıdan asla söz edilemez.



Bu hakikatleri bir şekilde karalayıp yeni anlayışlar üreten stratejistlere baktığınızda; Kuran’ın hz peygamberin ve hz Ali nin hakiki sözleri yok sayılıp, uydurdukları söylemleri onlara maal edip uydurulan görüş adına islamın en değerli kutsallarını konuşturulduğunu, seneryo üstüne senaryo üretildiğini görüyorsunuz. Bunun adını da “İslam” olduğuna şahit oluyorsunuz!. Kuran’da böyle bir şey yok deseniz, Kuranı ancak Ali anlar, bunları Ali söyledi diyor. Sizin eliniz kolunuz bağlı kalıyor. Haydi, hiç bir şeyden haberdar olmayan hatta şahit olduğu bu tür eylemlere karşı son derece acımasız davran Hz Ali ye bir şey söyleyin!

Tabii böyle bir anlayış olmaz. Bu hakikatleri bilmeyen insanlara yüz yıllarca bu seneryoları anlatmışlar, gayıptan imam gelecek hem bizi hemde islamı kurtaracak bekleyin, yatın diye yüz yıllarca uyutmuşlar. İşte bugün bu gerceği anlayan şii aydınları çıkmaya başladı. Nerde bu gayıp imam sorularını sormaya başladı. Öldürülme korkusuyla mağaraya girip oradan kayıp olan imamın öldürülme ihtimali kalmamasına rağmen neden hala cıkmıyor diyor şii âlimleri

Yine hakiki İslam tarihi kitaplarının sayfaları içine girdiğinizde Birinci halife

Ebu Bekir(r.a.), yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdığını ve Hz. Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırıp altını mühürlediğini, sonra da bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmelerini teklif ettirdiğini görüyorsunuz. İnsanların bu teklifi kabul ettiğini, sıra Hz. Ali'ye (r.a.) gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dediğine şahit oluyorsunuz. Bir başka kitapda hz Ali Basra da kendisine sorulan bir soruya karşı ilk üç halifeyi nasıl kabul edip tasdik ettiği mevzuunu anlatırken aynı sözleri söylediğini görüyorsunuz. Hangi tarihi hangi belgeyi yok saysak başka bir belge aynı hakikati bize apacık söylüyor. Bu konuyu aydınlatmaya yarayacak başka bir husus yine hz Ali den

Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Hz. Ömer’in kendisinin de İran seferine katılmak istemesine karşın, Hz. Ali’nin buna karşı çıkarak “Ya Ömer, sen gitme, eğer sen bu savaşta şehit olacak olursan Ümmetin başı ortadan kalkmış olur, bu da ümmete ağır bir darbe olur. Ama eğer bir kumandan şehit olacak olursa onun yerine başka bir kumandan getirilir” diyerek onu sefere çıkmaktan alıkoyduğunu gerceğini nereye koyacağız. Hz. Ali, Hz. Ömer’in halifelik döneminde uygulamalarına yer yer itirazlar getirmiş olduğuna bazı kaynaklarda rastlasak bile, onun hilafetinin İslam Ümmetinin esenliği ve salahı için korunması gerektiğini pratik tavrıyla ortaya koymuştur.



Hulasa Hz. Ömer'in halifeliği de sahabenin ittifakı ile sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (halife seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyla Hz. Ömer oğlu Abdullah'ı da bu komisyona dâhil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O'nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hz. Osman'ı seçerek ashabı huzurunda O'na biat eyledi. Sahabenin biati da O'nun biatini takib etti. Hz. Osman'ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O'nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada kalmıştı. İlk üç halife de oybirliği ile seçilmişti. Yani İslam’ın ileri gelenleri, kabile reisleri, büyük aile reisleri hep halife'ye biat etmişlerdi. Ama Hz. Ali’nin görevi üstlenmesinde şartlar böyle gelişmedi.

Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, Hz Osmanı şehit eden çapulcuların Hz Ali ye halife olması gerektiği konusundaki baskılar altında halka karsı irad ettiği bir hutbede söyle demiştir: “Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme isi sizin isinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, su anda dilerseniz bu isi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam .” Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156–157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna” sözü siiler'in asırlardır bu hususta uydurdukları yalanın boş bir iddia olduğunu da ortaya koyuyor. Bu iddialar “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.) Şiacılar ne Ali (ra) ne de onun nesli tarafından bu konularla ilgili dile getirdikleri hakikatleri hiç görmek istemezler. Onlar için söz konusu zatların kendi söylemleri değil, imamlar adına uydurulanlarını muteber sayarlar.

Son gelişmeler insanların kafalarını bulandırmış ümmetin geleceği konusunda ümitler canlılığını yitirmiş çok zor bir dönemde ve kötü şartlar altında Hz. Ali halife olmuştu. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik ruhu yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir. Hatta Talha' da zorla getirip Aliye (r.a.) bîat ettirilmesi sağlanmıştı Hz. Ali işe Hz. Osman'ın katillerini aramakla başladı. Fakat bu kişiler tam tespit edilemedi. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup öcünü alıncaya kadar biat etmeyeceklerini ilan etti. Bu süreçten sonra İslam coğrafyasında içtihat farklılıkları sonuçta da çeşitli karışıklıklar yaşandı. Farklı içtihatları şöyle sıralayabiliriz;

Bazıları Ali (r.a.) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerini birbirinden bağımsız olarak sürdürebileceklerine itiraz etmeyip razı oldular.

Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.

Bir başka gurup da mutlaka Hz. Ali’nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı.

Dördüncü bir gurup da Ali'nin (r.a.) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.

Beşinci bir gurup da şöyle diyor:

Halife Hz. Ali'dir. Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha hayırlıdır.” (Müslim Fiten: 3)

Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:

“Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (c.c.) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.” (Buhari, Sulh: 9, Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi, Menakıb: 30)

Bu hadis ile O'na “Islah yani Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sall u aleyhi ve sellem) Onu terk edeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:

“Allah (c.c.) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her saldırganla da değil. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.” (Hucurat 49/9)

Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (c.c.)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)

İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akıbetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.

Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:

Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:

“Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi.

İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sall u aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.



İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha birçok ileri gelen sahabi Ali (r.a.) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor.

İşte bu görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.

Hz. Ali ye halifelik sürecinde destek olup, onunla siyasi anlamda bir olanların bir kısmı, muavine ile yaptığı savaşta Hz Ali hakem olayını kabul etti, oysa Kuran’daki "Allah’tan başka hakem yoktur!" mealindeki ayete dayanarak Hz Ali yi terk etmişlerdir. Savaşan iki tarafı da kâfir ilan etmişlerdir. Hatta bunlar sonuçta Hz Ali nin şehit olmasını sağlamışlardır. Bu gruba başlangıçta Ali şiası dense de sonra ihanet ettikleri ve bu ayrılığı dinselleştirdiklerinden dolayı tarihte onlara harici denmiştir. Hz Ali halifeliği döneminde özellikle bunlarla uğraştı. Amcası Hz Abbası elci olarak gönderip onlara telkinde bulundu. Üzerlerine ordu gönderdi. Büyük kısmı esir edildi. Tövbe edenler affolundu. Kılıç artığı hariciler ise; hem hz. Ali'den, hem de muaviye'den kurtulmaya karar verdiler. Hakemlik yapan kurnaz amr'ı da öldüreceklerdi. Üç suikastçı hazırlandı. 661 yılında bir sabah namaz vakti ibni mülcem adındaki harici, Ali'yi zehirli bir hançer ile vurdu. Muaviye ise suikastı yaralı olarak atlattı. Aynı gün üçüncü kurban amr, camiye gitmediği için kurtuldu . Yani, ilahi takdir sanki sadece Ali'nin şahadet’ini onaylamıştı . Hikmet'inden sual olunmaz! Hz Ali nin samimi dostları, onu yukarda bahsedilen özelliklerinden dolayı sevenleri Hz Ali şehit olunca kimisi bir köşede ilim ve irfan dağıtmaya devam etmiş kimisi vefat etmiş, kimisi de yeni yönetimlerle beraber savaşlara katılmışlardır. Bu grup kendi görevlerini icra edip kendi alanlarına çekildi. Ali yi seven bu sahabeler diğer sahabelerle inanç birliği içindeydiler. Diğer sahabelerle tek farkları Hz. Ali yi çok sevmeleri siyaseten onunla beraber hareket etmeleridir. Mısır başlayıp ıraka taşınan ve içinde hiç sahabe olmayan fitne hareketi ile bunlar asla bir olmamışlar bu iki taraf birbiriyle karıştırmamalıdır. O dönemde taraftarlık olayı sadece Ali ra ait değildi. Diğer lider sahabelerin de taraftarları şiası mevcuttu. Hatta tarihte ilk şiası yani belirgin bir taraftarı olan zat Hz. Osman’dır. Ancak, hiç birisi Hz Ali gibi mazlum bir duruma düşmediği ve haksızlığa uğramadığı için taraftarları tarihte yer alacak şekilde belirgin olmamıştır. HZ. Ali de HZ. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’den farklı davranmadı ve hilafet'i kendi oğullarına vasiyet etmediği görülür. Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir. İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’in Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nin de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam” rivayeti bunlardan birisidir.

Öyle anlaşılıyor ki; Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim Eğer hilafet'i oğullarına vasiyet etseydi, hilafet hemen onun arkasından saltanat'a dönüşür, hanedanlık o zaman başlamış oluşurdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder