21 Haziran 2010 Pazartesi

İslam da vahdet isteyenlerin aradıkları fetva! (3)

“Sahabeye küfretmemizi neden engelliyorsunuz Halbu ki Ehli sünnet kaynakların da bile buna müsaade ediliyor. Bırakında canımız istediği kadar onlara küfredelim” Buna karşında sakın ha bir şey söylemeyin!

Evet çeşitli ortamlarda bunu söylüyorlar. Kendilerine göre fetvada bulmuşa da benziyorlar. Kafalarında soruları şöyle sıralıyorlar? Onların kafalarında ki cevaba uygun düşmese de sanırım bazı hakikatleri de dilsiz şeytan olmamak için söylemek gerek.

DİYORLAR Kİ;

Sadece bazı sahabeye dil uzattı diye Şii Müslümanları, küfür ile itham etmek nasıl mümkündür?

- Müslümanların derdi Şiilerin küfür içinde olup olmadığı değildir. Bu husus onlarla Allah arasında olan bir şeydir. İslam da vahdet isteyen bir düşünce tefrika ile uğraşmaz. Hem birine küfür etmek İslam da zaten haramdır.

DİYORLAR Kİ;

Halbuki sizin (ehli sünnetin) büyük ve değerli alimleriniz muteber kitaplarında, sizin görüşünüzün tam tersini iddia etmiş ve gerçeği söylemişlerdir. İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.”

Molla Sa’d Taftazani ise “Şerh-i Akaid-i Nesefi”de şöyle diyor: “Bazı taassup ehlinin sahabeye sövenleri küfür ile itham etmeleri, asla doğru değildir

— Günümüzde inananlar tefrika ve bölünme içinde olmaması gerek. Bunu sağlamak için bölünmeye katkı sağlamamak için bazı âlimler bu ortamda insanların bir birinden uzaklaşması yönünde değil yakınlaşması yönünde adımlar atmasını düşündüğünden daha yumuşak yaklaşımlarda bulunabilir. Bulanmaktalar da . Ancak nasıl oluyor da Şiilerin işine gelenler bizim büyük ve değerli, işinize gelmeyenler ise cahil, taassup esiri ve değersiz oluyor. Bırakında bizim âlimlerin değerlisini değersizini biz belirleyelim ne dersiniz? Ayrıca bak bizim büyük âlimlerimizde size fetva vermiş sahabeye küfür etmek onların küfür içinde olunduğunu söylemenin bir zararı yokmuş. Üzülmenize gerek kalmadı. Zaten inancınız buna açıkça cevaz veriyor artık rahatca istediğiniz kadan onlara küfür edebilirsiniz!

DİYORLAR Kİ;

“Cami’ul- Usul” kitabının sahibi İbn-i Esir-i Cezri de Şii Müslümanları İslâmi fırkalardan biri saymıştır. O halde siz nasıl onları küfür ile itham edersiniz?

- Pekiyi bu cevap doğru. Allahın karar vereceği bir konuda bizim kimseyi kafir sayma yetkimiz yok. Pekiyi aynı alim Sahabeye bazıları gibi küfür etmiyor tavsiye de etmiyor onun bu güzel yanını neden söylemiyorsunuz. Sahabeye küfredenlerin hali ne olur? Bunlara bu hakkı kim veriyor?

DİYORLAR Kİ;

İmam MUHAMMED Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.” Sahabe masum değildir.

— Ehlisünnet İnalcında sahabeye masumiyet itikadı zaten yoktur. Allah tarafından günahtan korunan bir imam diğer insanlara nasıl örnek olabilir?. Örnek olabilmesi için diğer insanlarla eşit şartlarda olması hissettiklerini aynen hissedebilmeli ve isteklerinin önüne kendi iradesiyle gem vurabilmelidir. İşte o zaman nefsini yenen insanın yüceliği ortaya çıkar. Diğer insanlar demezler mi ki, İMAM Allah tarafından masumlaştırıldıysa günah işlemesi mümkün değildir. Oysa biz korunma altında değiliz, günah işlemememize imkân yok. O halde bunda bizim günahımız ne? derlerse bunda haksız mı olurlar ?. Onun için kimsenin Allah adına birilerine masumluk verme yetkisi yoktur. Sahabe hata yapabilir. Günah işleyebilir. İşte salebinin durumu. Yüz bini aşkın bir insan topluluğunda birkaç kişinin hata yapması o toplum genelini ifade eder mi? Üstelik bu hata yapanlar kendilerinin cezalandırılması için ilk etapta Hz Peygambere müracaat etmişler günahlarının cezasının kendilerine verilmesini istemişlerdir. Onların yüceliği o dönemin şartlarını yaşamadan anlaşılacak bir şey değildir.

— Meselenin özünde tartışmak gerek sağa sola yalpa yamadan. Yukarda ki soruya binaen acaba ilk iki halifeye sövmek el kafi deki hadislerde de belirtildiği gibi onların kafir olduğunu kabul etmek küfre düşürmezse haşa, Hz Ali nin de içinde olduğu ilk dört halifeye de aynı şeyi söylemek acaba nasıldır? Buna ne cevap verebilirisiniz? Böyle bir soru nasıl duygu uyandırır insanda.

— Bu sorunun cevabı hiçbir ehli sünnet de iyi bir duygu uyandırmaz. Onların böyle bir inanç aklının ucundan geçmez.

DİYORLAR Kİ;

Ebu Bekir’in hilafeti zamanında adamın biri Ebu Bekir’in yanına vararak ona ağır sövgülerde bulundu. Orada olanlar bu duruma çok rahatsız oldu. Ebu Berze-i Eslemi; “İzin verin onu öldüreyim; zira o kafir oldu!” deyince, Ebu Bekir şöyle dedi: “Hayır, öyle değildir; Peygamber (s.a.a)’den başka hiç kimse böyle hüküm veremez.”



_ Dedikten sonra Hz Ebu Bekir’in yüzüne karşı küfürle itham eden birisine kendi ses çıkarmamış bizim onun aleyhine yaptığımız küfre siz neden ses çıkartıyorsunuz diyen düşünce sonuçtan neden şöyle bir sonuç çıkarmıyor ki ? Demek ki Hz Ebu Bekir kendisine hakaret eden birini dahi cezalandırmıyorsa bu onun zalim ve küfre layık olduğundan mı dır? Yoksa onun ne kadar yüce bir insan olduğunun delilimi?

DİYORLAR Kİ;

Eğer sahabeye, özellikle de reşit halifelere sövmek küfür ise siz beyler neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi küfür ile itham etmiyorsunuz? Zira o bütün alim ve tarihçilerinizin yazdığı gibi sürekli Osman’a sövüyor, onun için ağır laflar kullanıyordu. Osman için şöyle diyordu (yaşlı ahmak ve erkek sırtlan anlamına gelir)

—Bu söylem tarzı Hz Aişeye uygun bir tabir değil. Bu takiye yi din edinmiş yalanı sınır tanımadan kullanan yalan ile yeni bir akide meydana getiren bir düşünceni eseri olsa gerek. Diyeceksiniz ki bu ehlisünnet Tarih kitaplarında da bulunmaktadır. Bunu bilmiyorum velev ki Hz Aişe böyle bir tabir kullanmışsa bu Hz Osman kâfir demek anlamına gelmez. Bugünkü bilimsel sonuçlarda göstermektedir ki belli yaşın üstünde olan bazı insanlar yaşlılıktan dolayı zeka kaybı yaşamaktadır. Bu rahatsızlığa müptela olan insanlara da yakışıksız olsa da ahmak ya da bunak diyenler olmaktadır.

DİYORLAR Kİ;

İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” adlı kitabının c. 4, s. 80’e müracaat edin. Orada göreceksiniz ki, Ebu Bekir mescidde minbere çıkarak Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle demiştir: “Şüphesiz Ali, şahidi kuyruğu olan bir tilkidir. Ali maceracı ve fitnecidir; büyük fitneleri küçük göstererek halkı fitne ve fesada teşvik ediyor ve yakınlarıyla zina etmek isteyen Ümmü Tahhal (cahiliye döneminde yaşayan fahişe bir kadın, Fatıma annemize atıfta bulunarak söylediği açıktır) gibi zayıflardan ve kadınlardan yardım diliyor!!”

Hz. Ali’den iki yüz yıl sonra onun hutbelerinden, yalancı olduğu bilinen Rıza ve Murtaza adında koyu şii kardeşler tarafından ziyadeleştirerek derlenen bu kitap ta zikredilenlerin çoğu, Hz.Ali’ye atfen söylenen uydurma şeylerden ibarettir. Kitaptaki Hz.Ali’ye ait sözler var ise diğerlerinden ayırt edilmemiştir. Zehebi ve bir çok İslam alimi bu kitapla ilgili şöyle derler:İlim Ehli biliyor ki, bu kitapta geçen sözlerin çoğu, Hz. Ali’ye atfen uydurulmuş iftiralardan ibarettir. Zira bunların çoğu, eski kitaplarda olmadığı gibi, senetleri de bilinmemektedir. Bu Hz. Ali veya Hz. Abbas’ın soyundan olduğunu iddia edipte, soyundan böyle bir iddiada bulunan kimseyi bilmediğimizden, yalancı olduğu ortaya çıkan kimsenin iddiasına benzemektedir. Kaldı ki bu hutbelerde, Hz.Ali’den şüphe götürmez şekilde tam tersi sabit olan birçok husus bulunmaktadır. (…………el-Muntaka min minhaci’l-i’tida 449(ayrıca bkz. S 535); İçi yalan ve iftira dolu olan böyle bir kitabı muhatap alıp onun içinde yer alan yalanlara cevap vermeye gerek var mı?

Bu kitabı derleyenlerin yaptıkları ve onun yandaşlarının yaptıkları bunlarla sınırlı da değildir.

Hz Ali adına Hz Ali den uzak söylemleri bir araya getiren bu zatlar Ebulkasım El-Mûsevi (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436) lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn es-Sâir'in (359-406) kardesidir. Bu iki kardeş Et-Tûsî nin yollarını izledigi gibi. (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi (597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm baskenti Bagdadi istila ederken (655 H) giriştiği katliamın müsebbiplerindendir. Çünkü et-Tûsî, Hülâgû'yu bu ise tevsik etmişti. Daha önce adam daglık bölgede İsmail ilerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına “El-Ahlâkun-Nasîriyye” adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan bölgesinde yasıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b. Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi “EL-Mu'tasım” a yazdıgı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bagdad'ı yıkmak, İslâmi ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin “Ravdatül Cenne” adlı eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. Islama ve tâbilerine büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona ihtiyacı olmasaydı öldürecekti).

- Lût b. Yahya, sîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında:

“Sîîdir, sîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde:

“Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” der.

157de ölmüstür.)

(b - Hisam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı Ahmed söylemistir: “Neseb sahibi oldugu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” der.)

Yunus b. Abdil A'la, Esheb'in söyle dediğini rivayet ediyor :

Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları

konusturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.

Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Safiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),

DİYORLAR Kİ;

Bütün ilim ehli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in her hangi bir şahıstan ortaya çıkan iyi ve güzel amellere teveccüh etmiş olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) herkesin iyi amellerini övüyordu. Nitekim Nuşirevan’ın adaletini ve Hatem-i Tai’nin (qayrı müslim idiler) de cömertliğini övmüştür.

Şu da bilinmektedir ki, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferdi veya cemaati övmüşse, bu onlardan ortaya çıkan o iyi ameller sebebiyleydi. Şüphesiz, bir şahıs veya cemaati, onlardan hilaf bir amel görülmeksizin özel bir amelden dolayı övmek, onların hüsn-ü akıbet ve selametliklerine delalet etmez. Hilaf yapacakları kesin bile olsa, bir günah ortaya çıkmadıkça onları cezalandırmak câiz değildir.

Nitekim Hz. Ali (a.s), kendisini öldüreceğini bildiği ve bunu da defalarca dile getirdiği İbn-i Mülcem hakkında bir yerde açıkça şöyle buyurmuştur:

Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi.

Bu dost kılıklı hilekar, Murad kabilesindendir. [Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik” kitabının 9. babının sonunda, s. 72’de bunu rivayet etmiştir.]

Buna rağmen Hz. Ali (a.s) onu cezalandırmaya kalkmadı. O halde özel bir fiili öven rivayetler, tüm fiilleri ve umumiyeti ifade etmez.

Üçüncü olarak; sahabenin Rıdvan ağacı altında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e biat etmiş olduğu için övülmeye layık olduğunu, mezkur ayet gereğince kınanamayacağını söylediniz. Araştırmacı âlimler bu konuda bir takım cevaplar zikretmişlerdir; ki söz konusu ayet, sadece o özel biat olayı ile ilgilidir; ömürlerinin sonuna kadar söz konusu olan bir ebedi rızayet değildir.

Zira bildiğiniz gibi Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.

Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?

O halde anlaşıldığı üzere ALLAH-u Teala’nın rızayeti sadece o biatle ilgili değildir; halis iman ve salih amelle bağlantılıdır. Yani tevhide ve nübüvvete kalben inanarak biat edenler, ALLAH-u Teala’nın rızayetine nail olmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.

Ama bilindiği gibi imanları yokken biat edenler veya imanları olup da biat etmeyenler, ALLAH-u Teala’nın gazabına uğrayıp cehennemi hak etmişlerdir.

O halde bu biat tek başına ALLAH-u Teala’nın rızayeti için yeterli değildir. Cehenneme vaad edilenlerin o günde iman sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır. Hiçbir Müslümanın inkar edemeyeceği bir gerçek de şu ki, sahabenin yaptığı güzel ameller övgüye layıktır. Nitekim iyi amel kimden baş gösterirse övgüye layıktır; elbette bu övgü, ondan kötü bir amel görülmediği sürecedir. Ama mü’min, hatta sahabe bile olsa, kötü amel işlediği takdirde eleştiri ve kınanmaya tabi tutulur.

Şiiler sahabenin iyi amellerini sürekli rivayet etmekte ve övmekteler. Onlardan eleştiri yapanlar bile, sahabenin iyi amellerini de kabul etmekteler. Örneğin: Onların Rıdvan biati, Resulullah (s.a.a)’le hicret, O Hazrete kucak açmak, (fetihlerin Hz. Ali vasıtasıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen) savaşlara katılmak vb. birçok güzel amellerini övmeklerinin yanı sıra, onların çirkin ve kötü amellerini de dile getirerek eleştirmişlerdir.



-Sahabe dönemine dikkatli bakıldığında sahabe içinde önceleri, münafıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân suresinin yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, Tayyibleri habîslerden ayırt eyledi. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki cürûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i İmrân suresinin yüz onuncu ayetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?

Bu zihniyete sahip kişiler Sahabeyi lekelemek için münafıklar için gelmiş olan ayeti kerimeleri bile her ne hikmetse sahabeyi kötülemek onlara düşmanlık yapmak için kullanırlar. Misal Tevbe suresinin elli dokuzuncu ayetinin (Havâric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirlerde yazılması ve bu hakikat herkezce bilinmesine rağmen bundan haberi olmayan insanları aldatmak için bunu kullanırlar. Buhârî de, “EbûSa’îd-i Hudrî“ radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül- Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân- ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Hâlbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki, rengi siyahtır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. EbûSâ’id- i Hudrî diyor ki, hazret-i Alî“ radıyallahü anhümâ” halîfe iken, hâricîlerle muhârebe etdi. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Buâyet- i kerîmenin inmesine sebeb, münafıklardan Ebülhavât adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sâhibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsûs olan eşyâyı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.

Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, yahûdîler ve münafıklar için inmiştir. Çünki bunlar, mü’minlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işâretleri ile, Eshâb- ı kirâmı aldatmağa çalışırlardı. Mü’minler, bunların başlarına ağır bir felâket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm“ aleyhimürrıdvân”, kötü niyyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize şikâyet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emir buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, ihanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmektir.

Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde meâlen, (Sana selâm verdikleri zemân, Allahü teâlânın, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) buyruldu. Bu âyet-i kerîmede yehûdîler azarlanmakladır. Yehûdîler, Resûlullahın yanına geldikleri zaman, (Size selâm olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selâm yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr- i kâinâtı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyruldu. (Buhârî) kitabında diyor ki, Yahudiler, Peygamberimiz“ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzuruna geldikleri zemân, kötü âdetlerine göre, şüpheli, bozuk selâmlarını söylerlerdi. Âişe “radıyallahü anhâ” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duasının kabul buyrulduğunu söyledi.

Münâfıkûn suresinin birinci ayetinde, (Münafıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlarını göstermekledir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir alâkası yokdur.

Muhammed suresinin onaltıncı ayetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıkdıkları zemân...) buyuruldu. Bu âyet- i kerîme de, münafıklar için gelmişdir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmâm-ı Mukâtil [Belhlidir. 150 de Basrada vefât etdi.] tefsîrinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasîhat verirken, onlar anlamamazlıktan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbas “radıyallahü anhümâ” ba’zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’minleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu ayet-i kerîmede meâlen,( Onların kalblerini Allahü teâlâ mühürledi...) buyuruldu. Eshâb- ı kiramı da, bundan sonraki ayet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Sa’îd bin Cübeyr“ radıyallahü anh” diyor ki, Muhammed suresinin yirminci ayetinin,( Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermekledir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, mü’minin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsî ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci ayetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azâbdadır. Biri, kurtulucudur. Mü’minin kalbi selîmdir. Allahü teâlâ,kalb- i selîmi medh ve senâ buyuruyor. Şü’arâ suresinin seksensekizinci ayetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fâide vermez. Yalnız, kalb- i selîm ile gelen fâidelenir) buyuruldu.

Yine Benî Anber kabîlesi kâfirdi. Bunlarıda, Eshâb- ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, son derece saçmadır.

Bedr gazasına gelince, bütün kitaplarda açıkça bildirildiği üzere, Enfâl suresinin birinci ayetinde bildirildiği gibidir.

Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harb oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, âzâd edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin yirmi yedinci ayetinin, (Sonra, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) meâl- i şerîfi ile bildirilmekdedir. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbirşey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şî’î fırkasının âlimlerinden Ebülkâsım şî’înin (Kitâbüşşerâyı’) risâlesinde (Ölüm ve helâk tehlükesi olduğu zemân muhârebeden kaçmak câizdir) denildiğine göre, Huneyn gazâsında çekilen Eshâba“ radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmak hiç adalet mi?

Uhud gazasındaki firâr ise, yasak edilmeden önce idi. Allaha teâlânın bunları afv buyurduğu, Âl-i İmrân suresinin yüz elli beşinci ayetinde bildirilmektedir.

Âl- i İmrân suresinin yüz elli üçüncü âyet- i kerimesinden önceki( Allahü teâlâ, sizi afv etti) meâlindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsîr bildirmektedir.

Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayetinde mealen,( Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyruldu. Bu meâl, Eshâb- ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmekdedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” ayırd edileceği bildirilmemiştir.”

Sahabe hayatı incelendiğinde ashabın büyük bir çoğunluğu fitnelerden uzak kaldığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :

“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:

“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.” Dediği görülmektedir. . Abdurrahman b. Ebi Leyla:

“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:

“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:

Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.

Bu konu ile alakalı son söz şu söylenebilir sahabenin yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Bunun başka bir şey ile izahı yoktur. Pis bir yerden uçup gelme ihtimali olan bir sineği bile Hz Peygamberi kirletir düşüncesi ile üstüne kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ, Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları mı muhatap kıldı? Ya da ona kâfirleri mi seçti dost akaraba olarak.? Böyle düşünen kardeşlerim lütfen kendini bir sorgulasın.

Sözün kısası Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdim izde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitab ve sünneti iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek) sözünün muhatabı olacak kadar olayı radikalleştirmenin bir anlamı olmasa gerek.



Safevi devleti şahlarından Nâdir şâh 1148 de Sünni ve şii alimelerini bir araya getirerek tartışılıp inançlardaki yanlışların temizlenmesini istemesidir. Bu davetin neticesinde, Şiî Mollalardan davete icabet eden Yetmiş kişi ile Osmanlı âlimlerinden Süveydî ile Efgan müftisi ve altı Buharalı Sünnî âlim Necef’e bir araya geldiler. Nâdir Şâh, Süveydî’yi vekil tâyin edip, hak yolun tartışılıp bulunması ve iki tarafça da tasdikini istemiştir. Şiî Mollalar kendi tezlerini ileri sürdüler bununla ilgili karşı tezleri dinlediler uzun tartışmalar sonunda Süveydî tarafından sıra ile dört halîfenin üstünlükleri, Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet edilmesi lâzım olduğu, gayr-i meşrû yaşama tarzı olan müt’a nikâhının İslâmiyette yasak edildiği ve İran’daki bu çirkin işleri Şâh İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocuklarının çıkardığı ispatlandı. Sünnî âlimlerin, mollaların ve Nâdir Şahın tasdîkinden geçen antlaşma imzâlanıp, Ferman-ı Şâhî îlân edildi. Bu husus Hucceci Katiye adlı bir kitapta uzun uzun anlatılmaktadır. Bazı şii senaristler tarihteki bu hakikati silmek buradaki yenilgiyi, belgeleri karartmak için Peşaver geceleri diye bir tiyatro düzenlemişlerdir. Karşılarına oldukça zayıf Şii Sünni arasındaki ihtilaflardan haberi olmayan birkaç kişiyi çıkardıklarını ve onlara üstünlük sağlanmak için elden gelen yalan ve dolanın kullanıldığını görüyoruz. Bu düzme oyunda geçen “Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve ALLAH-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.

Acaba ALLAH Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?” sözleri, düşüncesi, mantığı tamamen orda konuşulan hususlardır. Hiçbir ilmi hakikat payı yoktur. Yani körler sağırlar bir birini ağırlar tabirinden de anlaşılacağı üzere bu sözlerin en küçük hakikat adına bir değeri yoktur.



İslam alimler Tevrat ve İncil de Hz Peygamberden bahsedildiğini söylerler. Tarafsız bir gözlemci ya da söz konusu kitaplara inanan insanlar günümüz Tevrat ve İnciline baktığında orada Hz Peygamberi görmezler. Haklı olarak sorarlar. Hani kardeşim burada Hz Muhammet nerede diye?

Buna nasıl cevap veririz. Bu gerçekleri Hz Kuran bize söylüyor biz ona kayıtsız şartsız inanıyoruz. Kuran yalan söyleyecek değil ya? İkincisi Bugünkü İncil ya da Tevrat zaten orijinal metin değil Hz Muhammed’e inanmayan zihniyet onu kendi kitaplarında durduracak değillerdi ya.

Bir Hıristiyan yada Yahudi Kuranı inçlerken orada hakikat adına ne var onu görme gözü ile bakmayıp acaba hangi çelişkileri bulurumda islamı yok ederim mantığı ile baktıklarından hidayet de bulamazlar.

Sahabe düşmanlarındaki mantık ta aynen böyle işlemektedir. Şöyle ki; Kuran’ın orijinal metni üzerinde çeşitli spikilasyon yapan Abdullah İbni sebe ve yandaşları O’nu her ne kadar değiştirmeye güçleri yetmedi ise de, anlam ve mana yönünden istedikleri cevabı Kurandan almaya çalıştıklarını onların Kuran anlayışlarında görüyoruz. Bu çabayı aynen Sahabeyi yok ederek gerçek hadisleri kirletmek amacıyla yerine yalan hadis uydurma stratejilerindeki çabalarını hep gördük. Onlardaki Sahabe düşmanlığı öyle güçlüdür ki, onları ne Kuran’da görmek isterler ne de hadislerde!

Böyle olunca sahabe küfretmek için Sünni kaynaklardan fetva aramaya yoluna bile giderler. Madem Sünni kaynakların delillerine inanıyorsun da neden sahabe küfretmenin de küfür olduğunu görmüyorsun!

Denmiştir ya, köre ne, göre ne!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder