Şii felsefesi incelendiğinde İslam âleminin top yekûn Şiileştirilmesi Şiiler üzerinde farz bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Bu farz görevi yerine getirmede de en büyük engel bir buçuk milyar İslam alemi vardır.
Hedeflerine ulaşmada bu engelin bir şekilde kaldırılması ya da zayıflatılması gerekir. Kendileri kaldıramıyorlarsa kaldıranlara yardım etmekte bir zarar yok. Bunun için başka kâfirler desteklene bilir. İşte yukardaki hulagü örneği bunun canlı örneğidir.
İlmi konularda izah edemedikleri noktalarda tarihi referans gösterirler. Bunu saldırı amacıyla da yaparlar. Ancak yahudi dönmeleri ve yalancılığı ile tanınan şii tarihcilerinin, aynı konuda yazdıkları metinlerinde bir birini tutmadığı görülmektedir. Bu sebeple kendi aralarında da ayrışmalar olmaktadır.
Bunlar imamet, velayet, takiyye, muta, gibi Kuranda imani kavramlar arasında hiç yer almayan kavramaları iman sınırları içinde taşırlar ve bunları kabul etmeyenleri hiç çekinmeden tekfir ederler. Kuran ayetlerinin nerdeyse üçte ikisini imamet mevzu ve ehlibeyt ile acıklamaya çalışırlar. Yani Kuranda nerdeyse peygamber yoktur. Kuran Hz Ali ve onların anladığı sınırdaki ehlibeyte gelmiştir.! Her inanclarına Kurandan delil getirirler. Oysa kuran ayetlerin anlamına nuzül sebeplerine baktığınızda iddia ettikleri hususla ilgili hiçbir bağ bulamazsınız. Ama onlar kendi taraftarına bunu inandırırlar inanmayanlarada şaşarlar. Kısmetsiz olarak görürler!. Sizi iman dairesine çekmeye çalışırlar!. İnandıkları şeyin delilini tevil ile de olsa Kurandan getiremezlerse, o konu ile alakalı Kuranda bir sorun olduğunu kendi içlerine dönerek bir birleriyle paylaşabilirler. Tartışmayı ilgili konudaki ayetin Kurandan çıkartılmış olabileceğini varsayımına kadar götürebilirler!. Ama bunu dışa hiç yansıtmazken şunu akletmek istemezler “ bizim bunca iddialarımız inanclarımızın delili kuranda ve sahih hadisde yok. Bu konuda sahabeden, kurandan, hadisten şüphe edeceğimize bu inanclarımızdan şüphe duysak olmaz mı?” Bu arıza bizden kaynaklanıyor olmasını hiç düşünmezler düşünmezler!. Niye çünkü o inançlarının arkasında aşitasyonla dolu Tarih vardır! Ağıt vardır. Toplumda yaşanması geleneksel hale getirilmiş bazı ritüeller vardır. Bundan vazgeçmeye kalkmada mahalle baskısına muhatap olmak vardır, etraftan küfürle itham edilme vardır. Toplumdan dışlanma vardır. Daha kimbilir neler vardır!.
Bu yapıdak esas olan sorun; sonradan kutsallaştırılmış kutsallığı itikadın içine sokmak için ayetleri saptırarak çeşitli tevillerin, yorumların getirilmesi. Bununla da çözülmeyen sorunlara İçinde binlerce uydurma hadis olduğu taraflarca bilinen kitaplarda geçen yorumlarla durumun kurtarılmaya çalışılmasıdır. Meselenin iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekirse, Şiilerin çoğunluğu elimizdeki Kuran’ın değişmediğine inanırlar. Ancak, en güvenilir hadis kitaplarında bu anlayışın tam tersine onlarca hadis mevcuttur. Bunu ilim noktasında araştırma yapmayan Şiiler bilmez ve hemen savunmaya geçerler. İtikat noktasında da, mevcut hadis kitaplarında islamla tezada düşen yine yüzlerce hadis uydurulmuş. Bugünkü aydın şii âlimlerinin çoğu, bunun ayıklanması gerektiğine inanıp farklı kanallardan ifade ediyorlar. Bu hadislerin her birisi imamlara söylettirilmiş. Burada, neden şu düşünülmez? Ayrıştırmayı oluşturan ve İtikadı bir mevzuu haline getirilmiş unsurların da aynı imamlara söylettirilmiş bir yalan olduğu, neden dikkati çekmez de hala ayrıştırmayı sürdürmek adına kullanılır!
Bütün bu sürecin tahlilinde şu da görülmektedir ki;
Siyasi bir sempatinin etkisiyle bilmediği bir karanlığın içine düşen öğreneyim derken anlamadığının esiri olan, hissiyatın galebesiyle aklın körleştirildiğin farkında olmayan kişilerin sayısı hiçte küçümsenecek gibi değil.
Alt kültür düzeyindeki bazı insanlar, bir inancın etkileşim sürecine girdiği dönemlerinde kendi öğretilerinin üzerinde başka bir şey görememekte öğrendikleri kendi doğrularının en radikal savunucu, bu düşünce tarzının dışında olan her şeyi reddetme temayülü ise onların zırhı haline dönüşmektedir. Kendi kendilerini bir aslan görür iken, karşı taraftaki görünümlerinin, öğrenmeye çalışan fakat öğrenemeyen bir cahil, bunların farkında olamayan bir zavallı Profülü çizdiklerinin farkında bile olamıyorlar.
Bu gözlemlerin ışığında önce humeyniye siyasi bir sempati ile yaklaşan sonradan Şiileşen çok yakın tanıdığım bir arkadaşım bir sohbet esnasında, M. Asım Köksal ın İslam Tarihi kitabını okuduğunu, “Ebu Bekir ve Ömer hayatlarında bir tane kâfir öldürmemişler bütün savaşlardan kaçmışlar” ifadesiyle iki cümle hiç anlayamadığı kitabı özetleyiverdi. Herkesin takdirini kazanmış, her bir bilgiyi onlarca delile dayandıran tamamen belgesel niteliği olan ciltler dolusu kitaptan anladığı ve çıkardığı sonuç buydu. Kendini okuyan birisi olarak lanseden bu kişinin ifadesi meseleye bu tür inançların etkisinden kalmış kişilerin konulara bakış acısını ortaya koymaktadır. Her hafta sonu kendilerine mahsus Ankara İzmir Caddesinde bulanan vakıflarında dinlediklerini bizimle paylaşan bu arkadaşın söyledikleri insan beyninde infial yaratacak şeyler. Kendi aralarında konuştukları birçok şeyin kaynaklarında olmadıklarını, gelişmelere göre uydurdukları ve ellerine iki üç sayfadan oluşturulan notlarla beyin yıkadıklarını bu tür yakın dostluklar neticesinde anlamak mümkün oluyor. Her hafta bir sahabe ile ilgili son derece çirkin bir iddia, bunlar neler mi dersiniz? Kuranı Kerimin kıyamete kadar Allahın vaadi ile değil de Hz Ali sayesinde hükmünü kaybetmeyeceği, Hz Ebu Bekir Peygamberimizin mağara arkadaşı olmasından ziyade, peygamberimizin hicretini putperestlere ispiyonlamasından endişe ettiği için yanına aldığı korkak birisi, ayrıca öyle zengin birisi de değil. Hz Ömer’in oğlan hastalığına müptelalığı, korkaklığı, adaletli olmadığı, Hz Fatımayı öldürdüğü, hadislerin yazımına engel olduğu, Hz Ayşe nin Hz peygamberimizin hanımı olmasının ötesinde hiçbir değerinin olmadığı, yine onunla ilgili hiçbir müminin diline alıp konuşamayacağı yalan ve iftiraları, bunların yanında Hz Talha nın bir sürü yanlışları ve zekâtını doğru dürüst vermemesi, Peygamberimizin vefatından sonra da Hz Ayşe ile evlenmek istemesi, “ O bizim hanımlarımızla evlenmek isterken iyi idi de, biz de onun hanımı ile neden evlenmeyelim “ dediği yalanı, Hz Osman vs özellikle cennetle müjdelenenler, siyaseten Hz Ali ile ortak hareket etmeyenler ve ileri gelen bütün sahabelerin aleyhine akla hayale gelmeyecek şekilde uydurulan yalan iftira ve aşağılayıcı söylemlerini bire bir sohbetlerinde anlatarak katılımcıların sahabeden uzaklaşmasını sağlamaktadırlar. Dolayısıyla da bu güzel insanlar tarafından rivayet edilen bütün islamı gerçeklerin üzerini bu yöntemle kapadıklarını, en azından kapamak için ellerinden gelen bütün hünerlerini gösterdiklerini görmek mümkündür. Bu yaklaşımları ile tertemiz inanç sahiplerini ne hale getirdiklerini görüp de Allah ıslah etsin demekten başka söylenecek bir söz var mı? Bilemiyorum!. Bugün Hz Ali hayata dönse de, geçmişte söylediklerini bunların yüzüne tekrar etse, “ ben ve evlatlarım şii düşüncesinden beridir” dese Hz Ali yi bile çok rahat küfürle itham edecek radikallik ve sapkınlık içine girmiş bir hayli inanç sahiplerini görmek mümkün. Çünkü onlar için gerçek, Hz Ali nin kendisi değil, şii felsefesinin içinde konuşlandırılan Ali ve cocukları önemli. Sözün kısası bu tip radikalliğe saplananlar sünnete bağlı islam kaynaklarını bir şey öğrenmek adına değil, acaba nerde bir tereddüt bulurumda istismar eder onu kullanırım, elimde delil olur mantığı ve yaklaşımıyla meseleye bakıyorlar. Bu tip yaklaşımlarda bilmediğini öğrenme, aklı kullanma, mantığa uygunluk arama gibi nezih bir davranış bulunabilir mi? Bunlar mollalara kiraya verdikleri beyinlerinin bir merkezden dolumunu sağladıktan sonra, basit bir mekanizma ile acılan radyonun konuşması gibi aldıklarını anlayabildiklerini molla gerçeğini yayın ederler, o kadar. Bunun dışında en ufak bir yorumlama araştırma düşüncesi, muhakeme, mukayese her hangi bir vizyon görmeye kalkışmak hayali olur.
İlk bakışta bu sözler tamamen gercek dışı görülebilir. Olur, mu böyle bir şey denebilir. Bu konu ile ilgili söylediklerimin çoğu sadece araştırmadan kaynaklanan bilgiler değildir. Etrafında onlarca canlı örenkeleri var. Onlarla ahbaplığımız var. Onlarla uzun senelerden beri bu konuları tartışmaktayız.. Bunlar bire birçok yüksek sesle tartıştığmız hususlardır. Bunlar her cumaertesi Ankara da Irak Şiileriyle bağlantılı bir vakfa gidiyorlar. Şiiliğin inanç akidelerini ilk defa onlara ben anlattığım zaman böyle bir inanç olurmu? Bunlar tamamen iftira ya da sen anlamamışsındır. diye bana itiraz ediyorlardı. Bir hafta, on beş gün sonra aynı konuyu daha ileri safhada oradan dinledikleri zaman benim daha önce söylediğim şeylerin ötesinde duydukları şeyi kayıtsız şartsız kabul edip onun bir numaralı savunucu oluyorlar. Kendi seciciliğini, aklını, muhakemesini hiç kullanmayan eğitimli bir insanın nasıl böyle olabileceği şaşkınlığını yaşatan canlı örnekler çok yakınımda. “Bizim gittiğimiz yer ehlibeyt mektebi, orada yanlış bilgi olmaz, gelen bilgi yemeye hazır süzülmüş bal gibidir. Orada zararlı bir şey olmaz” sözleriyle oraya kayıtsız şartsız biat ettiklerini ifade etmekte hiçbir beis görmemekteler.
Tamamen meshebi inanca teslim olmuşlar. Allaha teslim olmayı mollalara teslim olarak algılamakta kiraya verilmiş beyinleriyle diğer Müslümanların kafalarını bulandırmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bunlardan alınacak yâda bunlarla sağlıklı bir ortamda tartışılacak bir şey bulmak ne derece mümkün! Takiyyenin süslenerek yalana dönüştürüldüğü bundan sevap umulduğu, her an bir doğruya bir yalanın giydirildiği o kadar olağan olmuş ki!
Onlar ki kendi özgür iradesiyle her hamgi bir kitabı bile alıp okuyamazlar. Onlara kaynak ve yayın evi ismi verilerek onları zihnen zinde tutmaya çalışırlar. Taki öğrendiklerinin militanı olsun. Başkalarını zehirlemeye hazır hale gelsinler!
Blokta; Müslüman, şii-sünni-şiacılar-sünniciler kavramlarında yer alan düşünce yapıları incelenmeye çalışılmıştır.
2 Eylül 2010 Perşembe
ŞİİLERCE YOK EDİLMEYE CALIŞILAN SANIK YAZI 4
Şiileri bu kadar radikal yapan inanç sisteminin özellikleri nelerdir?
Bunun adını en başta koymak gerekir ki; Ehlibeyt sevgisi. Başlangıçta masum ve güzel bir sempati ile başlayıp sonraları altı farklı anlamlarla doldurulan bu sevgi Şiacıların en büyük sermayesi olmuştur. İkinci sermayesi ise; sonradan icat ettikleri takiyye inancı. Eğer takiyye inancı olmasaydı Şiacıların ne sabit bir mezhepleri, ne devam eden bir dinleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu. Bu başlangıcın arka yüzü yüzyıllardan beri doldurulduğundan her gün şii inancının içine yeni bir şey girdiğini görebilirsiniz. Tıpkı Şah İsmail dönemine kadar ilk üç halifeye küfür edilmez iken, ondan sonra bahsi gecen yüce insanlara hakaretin en kötüsünün yapıldığı gibi.
Masum bir ehli beyt sevgisini, mazlumiyeti, haksızlığa başkaldırıyı Şiacılar öylesine işlemişler ki, ulaşabildikleri toplumlara bu onurlu duruş kullanarak uydurdukları inançlar etrafında kenetlemenin yol ve yöntemini bulmuşlardır. Eğer bu sevgiyi tabulaştırmamış olsalardı en takdir edilecekleri yönleri budur denilebilirdi. Ancak, bu sevgi onlarda ifrat derecesine cıkmış bir bidat haline dönüşmüştür. Zaten onlar şii ideolojisini ehlibeyt sevgisi ve Hz Hüseyin in şahadetini kullanarak nesilden nesile taşımışlardır. Yoksa burada tarihin, acının dışında inanç adına taşıyacak herhangi bir şey bulmak mümkün değildir. Her hakikatin yozlaştırıldığını amacından saptırıldığını gibi bununda mecrasından çıkartıldığı apaçık ortadadır.
Hz. Ali’yi makul bir yaklaşımla methedenlerin Şiilikle suclandığı pek görülmez. Ancak onun icraatlarıyla ilgili tenkidî mahiyette fikir beyan edenler ise hemen Ehl-i Beyt düşmanı veya Emevîci olmakla suçlanmaktadır. Hele Hz Ali ile ilgisi olmayan ancak ona mal edilen yalanlara karşı cıktınızsa vay halinize. Ne müslümanlığnız kalır, ne yezitliğiniz ne de vehabiliğiniz. Bu tarihte de günümüzde de böyledir. Bazen de bu konularla ilgili görüş beyan edenlerin ashâba saygısızlık ettiği şeklinde yorumlandığı sık sık görülmektedir.
Haricilik dışındaki görüşlerin hiç birinde ehlibeyt düşmanlığı yapılmamaktadır. Harici geleneğini fiili olarak sürdürenler olsa da inanç noktasında onlarında nesli tükenmiştir. Buğün Şiilerin kendileri dışında gördükleri inanc sahiplerinin tefsir kaynaklarına indiğiniz zaman birçok Şii düşünceyle çok farklı olmayan yorumları bulmamız mümkündür. Ehl-i Beyt meselesinde de Şia’nın anladığı tarzda da Ehl-i Beyt meselesini anlayan müfessirler olduğu gibi, farklı anlayanlar da var. Bu tarihi bir konudur. Böyle olması da gayet doğaldır. Bunu ayrılık meselesi olarak görmek ne kadar yanlıştır. Nitekim Ehl-i Beyti ifade eden Hz. Peygamber’in ailesinin tamamı bugün Allah ın rahmetindedirler. Ehlibeyt anlayışını İster Şia’nın dediği gibi Ali’nin Fatıma’nın soyundan gelenlere tahsis edilsin, ister Hz. Peygamber’in o zamanki eşleri ve ailelerinin hepsi katılsa bugün ne fark eder? Yani onların tamamının temiz kılınmak istenmesi bizim sermayemize zarar mı getirir? Esas olan İslam’a kimin hizmet ettiği değil midir?
Ehlibeytin temizlenmek istemesi onların hiç hata yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Zaten ehlibeyt sahabedendir. Ayrıca ehlibeyt olma özellikleri de vardır. Ancak, sahabe ve ehlibeyt hata yapabilirler. İslam inancında küfür ve düşmanlık etmemek şartı ile onlara eleştirilemez gibi kutsaliyet tanınmamıştır. Farklı anlayışlardaki sorumluluk herkesin kendini bağlar. Ancak eleştiri noktası hassasiyetleri yok edecek derecede olmamalıdır. Mesela hariciler Hz Ali yi tekfir ettiler diye ehlisünnet doğru söylüyorsunuz diye onların peşinden mi koştu? Hayır. Nedeni onlar cahil ve şekilciydi. İlk üç halifenin icraatlarından bazılarını beğenmeyebilir sonuçlarına bakarak eleştirebilirsiniz. Farklı yapsaydı daha iyi sonuç alabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak Hz Osman için, bütün akrabalarını vali yaptı. Devlete değil etrafına çıkar sağladı. Calıp cırptı diye ele avuca sığmaz iftiralarla Hz Peygamberin iki defa damadı olmuş bir zata, eleştiri dozunu bitirip çok ağır ithamlarla saldırıya geçerseniz, elbette o mazlumun hakkını savunacak birileri çıkacaktır. Buna karşın hakkında itham olmayan fakat konuşulmasın da hiçbir fayda görülmeyen başka eleştirileri gündeme taşıyacaktır. Hakiki tarihe bakılarak Hz Ali ile Hz Osman mukayese edilecektir. Kim daha çok akrabalarını vali yaptı. Öldükten sonra kim daha çok geriye miras ve köle bıraktı! Kaç tane evlilik yaptı gibi hususların karşılaştırılması birilerini ister istemez üzecektir. Çünkü bazı anlayışların masum sıfatı yakıştırdıkları İslam büyüklerinin farklı yönlerini öğrenme lüksü yoktur. Ama ehlisünnetin böyle bir kompleksi yok. Nedeni hep mütedeyyin davranmış orta yolu tercih etmiş ifrat ve tefritten bu tür şeyler yüzünden kaçınmış, geçmişi hayırla yad etmişlerdir. Yine Muaviye’nin İslam’da şura prensibini göz ardı edip halifeliği saltanata çevirmesini de görmezden gelmeyip eleştirmişler, bu süreçdeki yanlışları kamufle etmemiş veya bir hikmet vardır mantığı ile bir değer izafe etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım yerine haklı eleştiriyi tarihten ders almak adına yapmak dururken, ona kâfir demek İslam ahlakına ne derece uygundur. Biz onun Allah’ı inkâr ettiğini gördük mü? Hayır. Bunu konuşmamızın bize bir faydası, konuşmazsak bir zararı var mı? Hayır. Pekiyi bunu konuşmak iyi bir şeyimi- kötü bir şey midir? İyi olması muhtemel bile değil. Onu bunu şirk ile itham ederken kendimizi kimin yerine koyduğunumuza bakıyormuyuz!? Hayır. O halde bunu sakız gibi çiğnemenin ne faydası var? Koskoca bir hiç….
Sürecin böyle gelişmesini sağlayan meselenin bir başka boyutunda yer alan ümmetin çoğunluğu temsil eden bir İslam dünyası var önümüzde. Sütten çıkmış ak kaşık diyemeyeceğimiz bu cenahda elbette hatalar var ki bu bölünme oldu. Konuyla ilgili araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Yani ümmet olarak hiç kimse masum değil. Kiminin inanç noktasında saplantıları var kiminin uygulama noktasında.
Sünnet ehlinin yani ehlisünnetin, ehli ehlibeyt sevgisi ve bundan daha önemlisi olan Allah ın “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım “dediği Resûlallahı sevme ve sevdirme adına ürettiği eser ya da toplumdaki etkileşimin etkisinin ne olduğu konusunda eldeki verilere bakıldığında; Şiilerin ürettikleri destanlara, taraftarlarını etkileme gücüne, diğer İslami kesimlerden insanların sempatizanlığını kazanma faaliyetlerinin yanında İnsanın utanası geliyor. Bu anlamda inancalarına güvenip yatanlar acısından ortada büyük bir boşluk olduğunu görmek mümkündür. Tabi ki bu boşluk bıraktırılırsa birileri gelir yanlışlarla doldurmaya kalkar. Bir de itikadım inancım sağlam düşüncesinden yola çıkarak, inancı ile yaşamı arasına mesafe koyanları, inandığı gibi yaşamayı unutarak, yavaş yavaş yaşadığı gibi inanmaya ve gittikçe zillete doğru yol almaya başlayan bir dünyayı görmezden gelebilirliyiz. Bizler bu felsefenin neresindeyiz?. Eğer inancın için bir şey yapmazsan inanç senin için asla bir şey yapmaz. Sen onu terk edersen, o da seni terk eder kendini yaşatacak daha ehil eller bulur. Şia bunca eleştiri alan itikadına rağmen bugün kendini inandığı islamı temsil etmeye adamış görünüyor. İnancı sapkın ve sapık da olsa sonuçta bu inanç sınırlarını kendileri çizmediler. Bugünkülerin yaptıkları kendilerine bırakılan emanetleri hissiyatlı bir şekilde yaşarken geçmişte bırakılan boşlukların doldurulması. Keşke bu boşlukları doldururken meshebi inançlarını pekiştirme adına değil de bazı şia âlimlerinin yapmaya çalıştıkları ancak tabulaşmış fikirlere dokundukları için büyük dirençle karşılaşan Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah, Ali Şeraiti, Seyyid Murtaza Askeri, Ahmed el- Kâtip adlı kişiler gibi tevhit inancında hakikate ulaşma ve birleştirme adına yapsalardı.
Bölünmüşlüğü meydana getiren o dönem hadiselerinin ve hadiselere doğrudan veya dolaylı müdahil olan şahısların rollerinin hissî bakış açısı yerine aklî plânda ortaya konulup değerlendirilmesi gerekmektedir.. Ayrıcalığın sebeplerinden sayılan ve zalimce şehit edilen Hz. Hüseyin’e ağlamak, ya da Yezid’i/Ubeydullah b. Ziyad’i tekfir etmek şeklindeki ifrat ve tefritten kurtarmak, olayları olduğu gibi anlamaya çalışmak, nihayetinde daha soğukkanlı yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Zira tarih ağlamak veya tahkir/tekfir etmek, teselli bulmak veya psikolojik tatmin sağlamak amacıyla okunmaz, okunmamalıdır; tarih ancak anlamak için okunursa o zaman yol gösterici olur.
Şu hakkı da teslim etmek gerek. Ehlisünnetin sahabeleri koruma altına almış olması aslında çok doğru bir yaklaşımdır. Eğer öyle olmasaydı yani sahabeyi eleştiri kapısı çok açık tutulsaydı bu eleştiri normal bir dozda kalmayıp bugün her cenahtan islama büyük hizmetleri dokunmuş kimseler; bazı kesimlerce yapıldığı gibi ağız dolusu haksız haraketlere maruz kalacaklardı. Bu insanlara düşmanlık etmenin hangi inanca hizmeti olabilir ki..?. Bu bölünmüşlüğü derinleştirmeden ziyade neye yarar. Kaldı ki, İslam dünyası şu an ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda ortak paydaları ön plana çıkarmak, ihtilafları daha ötelere itelemek veya gündemin merkezinden uzaklaştırmak gerekmez mi?. İslâm’ın yeryüzündeki hedefi; Seyyid Kutup’un Fizilal’de, “insanlık, üzerine şahit olmak, insanlığa her şeyin doğrusunu yaymak ve yeryüzünde adaletin egemen olmasını, insanların yeryüzünde insan gibi hayat sürmelerini sağlamaktır” dediği gibi… Bizler bu amacı gerçekleştirmesi gereken bir ümmet iken birbirimize düşmenin ya da Sünnileri Şiileştirmeye çalışarak tefrikayı körüklemenin islamı yücelere taşımış insanlara iftira atarak hassasiyeti olan insanları vahdetten uzaklaştırmanın kime ne faydasının ya da zararının olduğu düşünülmez mi? Tarihin fulu sayfalarında yer alan doğru bildiğimiz yanlışlar ile yanlış bildiğimiz doğruları buğün değiştirme imkanı bulabilir miyiz? Yüzdelik oran olarak ne kadarının doğru olduğundan emin olmadığımızı tarihi mevzuları, tefrikayı artırmak adına olmasa bile sürekli gündeme taşımak birilerinin bunun yanında başka birilerini de bunun karşısında varsayarak tahrik unsuru olarak kullanmak kimin ekmeğine yağ sürmek olur? Hem bu kadar net olmayan bir destana inanç iman emanet edilebilir mi? Yani yalanın iftiraın yön verdiği bir oluşum imana nasıl cığır acar!? Birilerine emanet edilmeyen akıl elbette bunu kavrar. Ancak birilerine tepe tepe kullan diye emanet edilen akıllar ne diyeceksin!?
Şii itikadını oluşturan hususlar ile bu itikadı oluşturdukları bilgi kirliliğinden oluşan tarihi hikâyelerin hangi yalancılardan geldiğini, bunlardan sağlanan çıkarların ne olduğunu, itikatlarına delil oluşturdukları ayetlerin hakiki anlamlarını, uydurulan hadislerini kısaca islamın reddettiği hususları elimden geldiğince her iki tarafın kaynaklarından toparlamaya çalıştım.. Bunların iceriğini merak edenler bu çalışmayı bir bütün halinde okumalıdırlar. Şiiliğin oluşumunu sağlayana tarihi süreç bu sürecte, sonradan oluşturulan itikat ve bu itikadin ayaklarının yere basması için uydurulan hadisler ve daha neler… neler!...? Tabii ki bu çalışma bu kadarla da bitmedi. Bu çalışmaya devam edeceğim.
Son yıllarda yapılan bir araştırmada göstermektedir ki, İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarında ilmi bir yanı olmayan güncel olaylardan meydana gelmekte. Oysa İran klasiklerinden tutun da kitapevlerine düşen hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmektedir. Türkiye deki bilim adamları din adına yaptıkları çalışmalarında bağnazlığa düşmeden bunlardan faydalanıp kaynaklarını göstermekteler. Yani bizim toplumumuz yavaş yavaş meseleye daha bir farklı yaklaşımla Müslümanları kendi kişiliklerinden ayırmadan birleştirme çabası içindeler. Bu benim gerçeğim.
Sonuçta bugün şia toplumu da hem devlet olarak hem de toplum olarak onurluca inançlarının arkasındalar. İslam âleminin gerçeği de bu! Pekiyi bu inanç dünyasına sadece eleştirel gözle bakanların hali ne?!.
Bunun adını en başta koymak gerekir ki; Ehlibeyt sevgisi. Başlangıçta masum ve güzel bir sempati ile başlayıp sonraları altı farklı anlamlarla doldurulan bu sevgi Şiacıların en büyük sermayesi olmuştur. İkinci sermayesi ise; sonradan icat ettikleri takiyye inancı. Eğer takiyye inancı olmasaydı Şiacıların ne sabit bir mezhepleri, ne devam eden bir dinleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu. Bu başlangıcın arka yüzü yüzyıllardan beri doldurulduğundan her gün şii inancının içine yeni bir şey girdiğini görebilirsiniz. Tıpkı Şah İsmail dönemine kadar ilk üç halifeye küfür edilmez iken, ondan sonra bahsi gecen yüce insanlara hakaretin en kötüsünün yapıldığı gibi.
Masum bir ehli beyt sevgisini, mazlumiyeti, haksızlığa başkaldırıyı Şiacılar öylesine işlemişler ki, ulaşabildikleri toplumlara bu onurlu duruş kullanarak uydurdukları inançlar etrafında kenetlemenin yol ve yöntemini bulmuşlardır. Eğer bu sevgiyi tabulaştırmamış olsalardı en takdir edilecekleri yönleri budur denilebilirdi. Ancak, bu sevgi onlarda ifrat derecesine cıkmış bir bidat haline dönüşmüştür. Zaten onlar şii ideolojisini ehlibeyt sevgisi ve Hz Hüseyin in şahadetini kullanarak nesilden nesile taşımışlardır. Yoksa burada tarihin, acının dışında inanç adına taşıyacak herhangi bir şey bulmak mümkün değildir. Her hakikatin yozlaştırıldığını amacından saptırıldığını gibi bununda mecrasından çıkartıldığı apaçık ortadadır.
Hz. Ali’yi makul bir yaklaşımla methedenlerin Şiilikle suclandığı pek görülmez. Ancak onun icraatlarıyla ilgili tenkidî mahiyette fikir beyan edenler ise hemen Ehl-i Beyt düşmanı veya Emevîci olmakla suçlanmaktadır. Hele Hz Ali ile ilgisi olmayan ancak ona mal edilen yalanlara karşı cıktınızsa vay halinize. Ne müslümanlığnız kalır, ne yezitliğiniz ne de vehabiliğiniz. Bu tarihte de günümüzde de böyledir. Bazen de bu konularla ilgili görüş beyan edenlerin ashâba saygısızlık ettiği şeklinde yorumlandığı sık sık görülmektedir.
Haricilik dışındaki görüşlerin hiç birinde ehlibeyt düşmanlığı yapılmamaktadır. Harici geleneğini fiili olarak sürdürenler olsa da inanç noktasında onlarında nesli tükenmiştir. Buğün Şiilerin kendileri dışında gördükleri inanc sahiplerinin tefsir kaynaklarına indiğiniz zaman birçok Şii düşünceyle çok farklı olmayan yorumları bulmamız mümkündür. Ehl-i Beyt meselesinde de Şia’nın anladığı tarzda da Ehl-i Beyt meselesini anlayan müfessirler olduğu gibi, farklı anlayanlar da var. Bu tarihi bir konudur. Böyle olması da gayet doğaldır. Bunu ayrılık meselesi olarak görmek ne kadar yanlıştır. Nitekim Ehl-i Beyti ifade eden Hz. Peygamber’in ailesinin tamamı bugün Allah ın rahmetindedirler. Ehlibeyt anlayışını İster Şia’nın dediği gibi Ali’nin Fatıma’nın soyundan gelenlere tahsis edilsin, ister Hz. Peygamber’in o zamanki eşleri ve ailelerinin hepsi katılsa bugün ne fark eder? Yani onların tamamının temiz kılınmak istenmesi bizim sermayemize zarar mı getirir? Esas olan İslam’a kimin hizmet ettiği değil midir?
Ehlibeytin temizlenmek istemesi onların hiç hata yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Zaten ehlibeyt sahabedendir. Ayrıca ehlibeyt olma özellikleri de vardır. Ancak, sahabe ve ehlibeyt hata yapabilirler. İslam inancında küfür ve düşmanlık etmemek şartı ile onlara eleştirilemez gibi kutsaliyet tanınmamıştır. Farklı anlayışlardaki sorumluluk herkesin kendini bağlar. Ancak eleştiri noktası hassasiyetleri yok edecek derecede olmamalıdır. Mesela hariciler Hz Ali yi tekfir ettiler diye ehlisünnet doğru söylüyorsunuz diye onların peşinden mi koştu? Hayır. Nedeni onlar cahil ve şekilciydi. İlk üç halifenin icraatlarından bazılarını beğenmeyebilir sonuçlarına bakarak eleştirebilirsiniz. Farklı yapsaydı daha iyi sonuç alabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak Hz Osman için, bütün akrabalarını vali yaptı. Devlete değil etrafına çıkar sağladı. Calıp cırptı diye ele avuca sığmaz iftiralarla Hz Peygamberin iki defa damadı olmuş bir zata, eleştiri dozunu bitirip çok ağır ithamlarla saldırıya geçerseniz, elbette o mazlumun hakkını savunacak birileri çıkacaktır. Buna karşın hakkında itham olmayan fakat konuşulmasın da hiçbir fayda görülmeyen başka eleştirileri gündeme taşıyacaktır. Hakiki tarihe bakılarak Hz Ali ile Hz Osman mukayese edilecektir. Kim daha çok akrabalarını vali yaptı. Öldükten sonra kim daha çok geriye miras ve köle bıraktı! Kaç tane evlilik yaptı gibi hususların karşılaştırılması birilerini ister istemez üzecektir. Çünkü bazı anlayışların masum sıfatı yakıştırdıkları İslam büyüklerinin farklı yönlerini öğrenme lüksü yoktur. Ama ehlisünnetin böyle bir kompleksi yok. Nedeni hep mütedeyyin davranmış orta yolu tercih etmiş ifrat ve tefritten bu tür şeyler yüzünden kaçınmış, geçmişi hayırla yad etmişlerdir. Yine Muaviye’nin İslam’da şura prensibini göz ardı edip halifeliği saltanata çevirmesini de görmezden gelmeyip eleştirmişler, bu süreçdeki yanlışları kamufle etmemiş veya bir hikmet vardır mantığı ile bir değer izafe etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım yerine haklı eleştiriyi tarihten ders almak adına yapmak dururken, ona kâfir demek İslam ahlakına ne derece uygundur. Biz onun Allah’ı inkâr ettiğini gördük mü? Hayır. Bunu konuşmamızın bize bir faydası, konuşmazsak bir zararı var mı? Hayır. Pekiyi bunu konuşmak iyi bir şeyimi- kötü bir şey midir? İyi olması muhtemel bile değil. Onu bunu şirk ile itham ederken kendimizi kimin yerine koyduğunumuza bakıyormuyuz!? Hayır. O halde bunu sakız gibi çiğnemenin ne faydası var? Koskoca bir hiç….
Sürecin böyle gelişmesini sağlayan meselenin bir başka boyutunda yer alan ümmetin çoğunluğu temsil eden bir İslam dünyası var önümüzde. Sütten çıkmış ak kaşık diyemeyeceğimiz bu cenahda elbette hatalar var ki bu bölünme oldu. Konuyla ilgili araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Yani ümmet olarak hiç kimse masum değil. Kiminin inanç noktasında saplantıları var kiminin uygulama noktasında.
Sünnet ehlinin yani ehlisünnetin, ehli ehlibeyt sevgisi ve bundan daha önemlisi olan Allah ın “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım “dediği Resûlallahı sevme ve sevdirme adına ürettiği eser ya da toplumdaki etkileşimin etkisinin ne olduğu konusunda eldeki verilere bakıldığında; Şiilerin ürettikleri destanlara, taraftarlarını etkileme gücüne, diğer İslami kesimlerden insanların sempatizanlığını kazanma faaliyetlerinin yanında İnsanın utanası geliyor. Bu anlamda inancalarına güvenip yatanlar acısından ortada büyük bir boşluk olduğunu görmek mümkündür. Tabi ki bu boşluk bıraktırılırsa birileri gelir yanlışlarla doldurmaya kalkar. Bir de itikadım inancım sağlam düşüncesinden yola çıkarak, inancı ile yaşamı arasına mesafe koyanları, inandığı gibi yaşamayı unutarak, yavaş yavaş yaşadığı gibi inanmaya ve gittikçe zillete doğru yol almaya başlayan bir dünyayı görmezden gelebilirliyiz. Bizler bu felsefenin neresindeyiz?. Eğer inancın için bir şey yapmazsan inanç senin için asla bir şey yapmaz. Sen onu terk edersen, o da seni terk eder kendini yaşatacak daha ehil eller bulur. Şia bunca eleştiri alan itikadına rağmen bugün kendini inandığı islamı temsil etmeye adamış görünüyor. İnancı sapkın ve sapık da olsa sonuçta bu inanç sınırlarını kendileri çizmediler. Bugünkülerin yaptıkları kendilerine bırakılan emanetleri hissiyatlı bir şekilde yaşarken geçmişte bırakılan boşlukların doldurulması. Keşke bu boşlukları doldururken meshebi inançlarını pekiştirme adına değil de bazı şia âlimlerinin yapmaya çalıştıkları ancak tabulaşmış fikirlere dokundukları için büyük dirençle karşılaşan Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah, Ali Şeraiti, Seyyid Murtaza Askeri, Ahmed el- Kâtip adlı kişiler gibi tevhit inancında hakikate ulaşma ve birleştirme adına yapsalardı.
Bölünmüşlüğü meydana getiren o dönem hadiselerinin ve hadiselere doğrudan veya dolaylı müdahil olan şahısların rollerinin hissî bakış açısı yerine aklî plânda ortaya konulup değerlendirilmesi gerekmektedir.. Ayrıcalığın sebeplerinden sayılan ve zalimce şehit edilen Hz. Hüseyin’e ağlamak, ya da Yezid’i/Ubeydullah b. Ziyad’i tekfir etmek şeklindeki ifrat ve tefritten kurtarmak, olayları olduğu gibi anlamaya çalışmak, nihayetinde daha soğukkanlı yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Zira tarih ağlamak veya tahkir/tekfir etmek, teselli bulmak veya psikolojik tatmin sağlamak amacıyla okunmaz, okunmamalıdır; tarih ancak anlamak için okunursa o zaman yol gösterici olur.
Şu hakkı da teslim etmek gerek. Ehlisünnetin sahabeleri koruma altına almış olması aslında çok doğru bir yaklaşımdır. Eğer öyle olmasaydı yani sahabeyi eleştiri kapısı çok açık tutulsaydı bu eleştiri normal bir dozda kalmayıp bugün her cenahtan islama büyük hizmetleri dokunmuş kimseler; bazı kesimlerce yapıldığı gibi ağız dolusu haksız haraketlere maruz kalacaklardı. Bu insanlara düşmanlık etmenin hangi inanca hizmeti olabilir ki..?. Bu bölünmüşlüğü derinleştirmeden ziyade neye yarar. Kaldı ki, İslam dünyası şu an ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda ortak paydaları ön plana çıkarmak, ihtilafları daha ötelere itelemek veya gündemin merkezinden uzaklaştırmak gerekmez mi?. İslâm’ın yeryüzündeki hedefi; Seyyid Kutup’un Fizilal’de, “insanlık, üzerine şahit olmak, insanlığa her şeyin doğrusunu yaymak ve yeryüzünde adaletin egemen olmasını, insanların yeryüzünde insan gibi hayat sürmelerini sağlamaktır” dediği gibi… Bizler bu amacı gerçekleştirmesi gereken bir ümmet iken birbirimize düşmenin ya da Sünnileri Şiileştirmeye çalışarak tefrikayı körüklemenin islamı yücelere taşımış insanlara iftira atarak hassasiyeti olan insanları vahdetten uzaklaştırmanın kime ne faydasının ya da zararının olduğu düşünülmez mi? Tarihin fulu sayfalarında yer alan doğru bildiğimiz yanlışlar ile yanlış bildiğimiz doğruları buğün değiştirme imkanı bulabilir miyiz? Yüzdelik oran olarak ne kadarının doğru olduğundan emin olmadığımızı tarihi mevzuları, tefrikayı artırmak adına olmasa bile sürekli gündeme taşımak birilerinin bunun yanında başka birilerini de bunun karşısında varsayarak tahrik unsuru olarak kullanmak kimin ekmeğine yağ sürmek olur? Hem bu kadar net olmayan bir destana inanç iman emanet edilebilir mi? Yani yalanın iftiraın yön verdiği bir oluşum imana nasıl cığır acar!? Birilerine emanet edilmeyen akıl elbette bunu kavrar. Ancak birilerine tepe tepe kullan diye emanet edilen akıllar ne diyeceksin!?
Şii itikadını oluşturan hususlar ile bu itikadı oluşturdukları bilgi kirliliğinden oluşan tarihi hikâyelerin hangi yalancılardan geldiğini, bunlardan sağlanan çıkarların ne olduğunu, itikatlarına delil oluşturdukları ayetlerin hakiki anlamlarını, uydurulan hadislerini kısaca islamın reddettiği hususları elimden geldiğince her iki tarafın kaynaklarından toparlamaya çalıştım.. Bunların iceriğini merak edenler bu çalışmayı bir bütün halinde okumalıdırlar. Şiiliğin oluşumunu sağlayana tarihi süreç bu sürecte, sonradan oluşturulan itikat ve bu itikadin ayaklarının yere basması için uydurulan hadisler ve daha neler… neler!...? Tabii ki bu çalışma bu kadarla da bitmedi. Bu çalışmaya devam edeceğim.
Son yıllarda yapılan bir araştırmada göstermektedir ki, İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarında ilmi bir yanı olmayan güncel olaylardan meydana gelmekte. Oysa İran klasiklerinden tutun da kitapevlerine düşen hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmektedir. Türkiye deki bilim adamları din adına yaptıkları çalışmalarında bağnazlığa düşmeden bunlardan faydalanıp kaynaklarını göstermekteler. Yani bizim toplumumuz yavaş yavaş meseleye daha bir farklı yaklaşımla Müslümanları kendi kişiliklerinden ayırmadan birleştirme çabası içindeler. Bu benim gerçeğim.
Sonuçta bugün şia toplumu da hem devlet olarak hem de toplum olarak onurluca inançlarının arkasındalar. İslam âleminin gerçeği de bu! Pekiyi bu inanç dünyasına sadece eleştirel gözle bakanların hali ne?!.
ŞİİLERCE YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN SANIK YAZI 5
ŞİA HAREKETİNİN ŞİACILIĞA DÖNÜŞMESİ
Mezhepler islamın kendisi değil bir yorumudur. Ancak islamın ötesinde bir şey de değildir. Mezhebi, Hz Peygamberin İslamı anlama ve yaşama biçimini bize ulaştıran ana bir yol diye nitelendirilebiliriz. Kuranda, ibadete yönelik emir ve telkinlerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiği konusu detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Bu hususları Hz Peygamber uygulayarak ümmete örnek olmuştur. Bunu yakından gören öğrenen ve uygulayan sahabe onları takip eden tabiin kendi nesillerine gerek yazılı gerek eylem olarak ulaştırmışlardır. Bu böyle devam ederken İslam dışı eserler ile başka dinlere ait eserlerin arabca’ya tercüme edilmeye başlaması sonunda bunu okuyan ilimi sahiplerinin bir kısmı islama farklı cerceveden bakmayı bir ayrıcalık saymaya başlamışlar bunun sonucu islamın kendi geleneği bozulmaya başlamıştır. Bununla birlikte, her gün binlerce insanın islama girmesi neticesinde bunlara aynı hızda islamı öğretinin verilememesi, islamı bilmeyen bu grupların islama yamamak istedikleri kendi kültürleri (örf adet ve görenekleri), yine bu kültürlerin içinde yetişen islamı bir türlü hazmedemeyen grupların İslam düşmanlığına yönelik hazırladıkları eylem planlarını uygulamaya koymaları, üst üste oluşan süreçlerdir. Bu olumsuzlukların üst üste gelmesi sonucunda bir okul konumunda olan o günkü İslam âlimleri, tehlikenin boyutunu hemen görmüşler bunun önünü kesmek için çok dikkatli ve güzel bir çalışma sergilemişlerdir. Bunlar, uygulaması Hz Peygambere dayanan İslami fiiller ile sonradan oluşan sorunlara yine kuran ve sünnet ışığında yaptıkları içtihatların bütününü toparlamışlar, onların talebeleri de bu sürecin devamında çıkan sorunlara aynı yöntemle cevap oluşturmuşlardır. Bu birikimlere mezhep denmiştir. Bunların geneli fıkıh konularıdır. Bunların dışında aynı süreçte itikadı sapmaların yaşandığı da görünmektedir. Bu sapmaların boyutlarını gören İslam âlimleri bir müslümanın neye nasıl inanması gerektiğini hangi hallerin insanı küfre götürdüğünü yine hadis ve Kuran ışığında yazılı metin haline getirmişlerdir. Tabi yorumların girdiği alanlarda âlimlerin bir birinden farklı görüşleri olmuştur. Bugün Müslümanlar arasındaki tefrikanın sebeplerinden birisi de bu yorum farklılığından gelmektedir. Çünkü her yorum kaynağını her ne kadar Kurandan aldığını ifade etse de Kuran dışı bir takım şeylerden etkilendiği bir hakikattir. Yine bu dönemde bazı grupların benimsediği görüşlere ayetlerden delil bulma çalışmalarına gidilmiştir. Hatta öyle bir durum hâsıl olmuştur ki, her görüş ün isbatını sağlamak için ayetlerden delil bulmaya çalışılmıştır. O dönemlerin yetişkin âlimleri bu yöntemin yanlış olduğunu bir görüşe delil Kuran’ın bütünlüğüne dikkat edilerek görüş oluşturulacağını, İtilaflı konuların yorumlarında çok aşırılığa gidildiği Kuran’ın o konudaki ifadesinden uzaklaşılıp başka anlamlar yüklendiğini söylemişlerdir. Asırlardan beri söylenegelmektedir. Ancak, bunu duymak istemeyen farklı anlayıştaki gruplar bu konularla ilgili Kuran’ın bütününe ve Arapça ifadelerinin karşılığına itibar etmemişler, Kuran’ın herkes tarafından anlaşılamayacağı tezi üzerinden konuyu farklı mecralara çekmişlerdir. Mesela “Kuran bir fitnedir. Bunu biz anlayamayız. Bunu ancak yaşayan Kuran Ali anlar “ söylemi ile kendi yorum ve düşüncelerini Hz Ali nin adı ile güçlendirmeye çalışmışlardır..
Aslında bu süreçlerin yaşadığı dönemlerde Bugün herkezce çok iyi tanınan İslam âlimleri arasında hemen hemen hiçbir konuda farklı itikadi anlayışlar mevcut değildi. Hatta onlar Emevi ve Abbasi zulmüne karşı ortak tavır içindeydiler.
Ancak, kendisine taraftar adını veren gruplar, imamlara giydirdikleri masum zırhı ile imamlar adına oluşturdukları akideleriyle çevrelerindeki bilgisiz insanlarca kabul görmeye başlamasıyla o dönemin hakiki imamlarına da kafa tutmaya başladığını görüyoruz. Bunun örneklerinden biri hatta en belirgin olanı Hz
O (r.a.), Raşid imamları kötülcyenlerlc birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman fr.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapma¬cık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka birşey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep ol¬dunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüle¬memeye, bu kişilerin Rasulullah'a nisbetle, Hz. İsa'ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.
Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman'a geldi. Onlar'a şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan ,Allah'ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, Allah ve Resulüm''" yardımına koşan ilk muhacirlerden." (Haşr 8) misiniz?
Onlar:
- Hayır, dediler.
Allah'ın "Muhacirler'den önce Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip «etenlere sergi beslerler. (Haşr 9) buyurduklarından mısınız?
- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:
- Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, Allah Teala'mn şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa¬hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma" (Haşr 10)
Yanımdan kalkıp gidin! Allah ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! "(-lBidaye Ve'n-N'haye 9/107 Bu rivayel Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin'e hirH fK vk nakledilmi§tir)
Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona gö¬re dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyor-du.
Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali'nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin'e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:
- Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:
- Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirile¬cektir.
ile kendilerini taraftar olarak belirten grupları arasında gecen tartışma ve ardından Hz Zeyde yapılan ihanet!
Ehlibeytten olan Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş başarısı için çok büyük gayretleri olmuştur. Bu yüzden zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa¬vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı¬şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.
İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları ona; " Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir. İşte tarihte gerçek anlamdaki “şia” yani ehlibeyti hakiki sevip onun yolunu takip ettiğini söyleyen grupların bu süreçten sonra bu sevgiyi bir tarafa bırakarak Şia’nın Şiacılığa dönüştürüldüğünü görüyoruz. Ehlibeyti sevenlerin yezit döneminden başlamak üzere camiden uzak kalmaları İslam adına sadece Ali ve evlatlarını sevmeleri onları hakiki İslam anlayışı içinde tutamamış bir takım fitne hareketlerinin güdümüyle yönlenmeye başlamışlardır. Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd atası Hz Hüseyin gibi mücadelemsinde ihanetle karşılaştığı için yenik düşüp şehit edilmiştir. Bu olaydan sonra Şiilere "Rafızi" (ayrılanlar) denilmiştir. Bu sürecin devamında ehlibeyt imamlarının içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Bunlarda kendi aralarında bölünmeler yaşadı. Her ayrı grup kendini hak yolda olduğunu göstermek için ehlibeyt mensuplarını bu sürecin içine müdahil kılmaya çalıştılar. Bunların ortak kullandığı zemin ehlibeyt sevgisi, ehlibeyt mektebi, sahabe düşmanlığı gibi söylemleri mevcuttur. Hz Ali den yaklaşık iki asır sonra onun vaazlarından derlendiği iddia edilen Nehcul Belaga’nın tercümesi bile farklı farklıdır. Her grup kendisinin hak diğerlerinin batıl olduğunu iddia etmektedirler. Bu sebepten dolayı bu inancın içinde olanlar kendileri dışındakileri “Gullat” olarak adlandırmaktalar. Bu alanın geniş bir araştırılması sonucunda görülen şudur ki; ehlibeyt mensuplarının büyük bir çoğunluğu bu grubun ne içinde, ne de yanında olmuştur. Ancak bazıları tamamen insanı duygular eşliğinde, Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından duydukları rahatsız nedeniyle zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak onların niyetlerini anladıkları an İmamı Cafer, İmamı Bakır, İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Özellikle şu hususun altı çizilmelidir ki hiçbir ehlibeyt imamının itikadi ve İslami düşüncesi bugünkü “ehlibeyt mektebi” felsefesiyle ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar.
Zeydilerin bu konularla ilgili anlayışına gelince; ilk üç halifeyi kabul ederler, imamların masumluğunu kabullenmezler. Resulullah (S.A.V.)'in vasiyetle beyan ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zik¬redilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)'den sonra Hz. Ali'nin imam ol¬duğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali'den sonra ise, ima¬mın, Hz. Fatıma'nın soyundan olması gerekir.
İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd'e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.» İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şar¬tı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulu¬nan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İs¬lâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların ta¬mamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat eder¬lerse bunların biatleri geçerlidir.
Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliklerini kabul eder, sahabelerden herhangi birini kâ¬firlikle itham etmezdi. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki 'Ali b. Ebî Tâlib, sahabelerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir'e bırakıldı. Bu fay¬dalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnut etmekti. Çünkü peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali'nin kılıcında bulunan müş¬riklerin kanı henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam 'duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali'ye meylet¬miyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşak¬lığı ile sevilmesiyle, yaşlılığıyla, ilk Müslümanlardan oluşuyla ve Resulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»
Bu anlayış, birçok Şiilerin Zeyd'e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir. Zeydilere göre; aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân et¬tiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfat¬lara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur. O günkü şia mimarları ehlibeyti terk etmesine rağmen o aşamadan sonra ehlibeytin gölgesinde görünerek kendi görüşlerinin ehlibeytin görüşleriymiş gibi topluma inandırılmasını sağlayıp yaymaya çalışmasıdır. İktidara getirmek istedikleri bir ehlibeyt mensubundan ziyade Şiilerin ehlibeyt adına oluşturduğu görüşlerin inanç akidesi haline getirilmesidir. Bunu sağlamak için de onlar adına destanlar yazmışlar, hadisler uydurmuşlar ancak, imamların görüşlerine itibar bile etmemişlerdir. Gelinen bu aşamada Şiacıların görüşü ehlibeyt imamlarının görüşü haline getirilirken, yani bu planın uygulayıcıları süreçlerinin başarıya ulaşmasını sağlamak için durumu kurtarma adına uydurdukları tüm yalanları ehlibeyt imamlarına yamarken, İslam’ın Kültür Merkezi ve İmamların sığınağı olan Mekke de, İslam, ehlibeyt imamlarının desteği ve katılım ile bütün rükünleriyle yaşanması canlı tutulmuştur. Buradaki anlayış imamların görüşleriyle bire bir örtüşmesine rağmen, Şiacılar tarafında “Emevi saraylarında uydurulan İslam “yaftasını vurmaktan çekinmemişlerdir!. Burada taraftarlığın yani masum bir şia anlayışının çeşitli dalaverelerle korkunç bir karanlığa doğru yönlendirilerek Şiacılığa nasıl dönüştüğü görülmektedir!.
Yine o dönemlerde Hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yad ederlerdi. Hz Zeyd döneminde iyice belirginleşen Şiacılık, Şiilerin büyük kayboluş diye adlandırdıkları olaydan sonra meydanın iyice boş bulunmasıyla iyice palazlanmıştır. Bu dönemden sonra ihanet planlarının bir bir hayata gecirilmeye başlandığı görülmektedir. Bu konuyu dile getiren tarihi vesikalara baktığımızda alt niyetli provakatif düşüncenin amacına ulaşmak için var güçleri ile çalıştığını görmek mümkün olur. Mesela Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.” Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Yin bu konu ile ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)
Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular. Ama hem sahabenin hemde sahabeden biri olan Hz Ali nin kabul ettiği bu halifeleri daha sonraları Ali adına reddetmişlerdir. Hakikatler böyleyken şiacılar düşmanlıklarını, Tarih boyunca kademe kademe sinsi sinsi etkin oldukları grupların içine sokmayı başarmışlardır. Ancak bugünün aydın şii düşünürleri bu sapkınlar ile hakikatleri bir birinden ayırtetmeye calıştığını da unutmamak gerek
Hakikati görünce ezberine devam etmeyen, yanlışından dönme meziyetini gösterebilen ey uyanık mümin bütün bu tarihi hakikatler kapansın mı? Yoksa bundan habersiz olan insanlara bu duyrulsun mu? Bu araştırmada bir art niyet görüyormusunuz? Bu bir meshep taasubu değil. Şu meshep haktır bu mesep batıldır meselesi değil. Yüz yıllardır bize bunu göstermeyip imparatorluklarını devam ettiren âlim geçinen gerceği inananlardan saklayanlara yazıklar olsun!
Mezhepler islamın kendisi değil bir yorumudur. Ancak islamın ötesinde bir şey de değildir. Mezhebi, Hz Peygamberin İslamı anlama ve yaşama biçimini bize ulaştıran ana bir yol diye nitelendirilebiliriz. Kuranda, ibadete yönelik emir ve telkinlerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiği konusu detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Bu hususları Hz Peygamber uygulayarak ümmete örnek olmuştur. Bunu yakından gören öğrenen ve uygulayan sahabe onları takip eden tabiin kendi nesillerine gerek yazılı gerek eylem olarak ulaştırmışlardır. Bu böyle devam ederken İslam dışı eserler ile başka dinlere ait eserlerin arabca’ya tercüme edilmeye başlaması sonunda bunu okuyan ilimi sahiplerinin bir kısmı islama farklı cerceveden bakmayı bir ayrıcalık saymaya başlamışlar bunun sonucu islamın kendi geleneği bozulmaya başlamıştır. Bununla birlikte, her gün binlerce insanın islama girmesi neticesinde bunlara aynı hızda islamı öğretinin verilememesi, islamı bilmeyen bu grupların islama yamamak istedikleri kendi kültürleri (örf adet ve görenekleri), yine bu kültürlerin içinde yetişen islamı bir türlü hazmedemeyen grupların İslam düşmanlığına yönelik hazırladıkları eylem planlarını uygulamaya koymaları, üst üste oluşan süreçlerdir. Bu olumsuzlukların üst üste gelmesi sonucunda bir okul konumunda olan o günkü İslam âlimleri, tehlikenin boyutunu hemen görmüşler bunun önünü kesmek için çok dikkatli ve güzel bir çalışma sergilemişlerdir. Bunlar, uygulaması Hz Peygambere dayanan İslami fiiller ile sonradan oluşan sorunlara yine kuran ve sünnet ışığında yaptıkları içtihatların bütününü toparlamışlar, onların talebeleri de bu sürecin devamında çıkan sorunlara aynı yöntemle cevap oluşturmuşlardır. Bu birikimlere mezhep denmiştir. Bunların geneli fıkıh konularıdır. Bunların dışında aynı süreçte itikadı sapmaların yaşandığı da görünmektedir. Bu sapmaların boyutlarını gören İslam âlimleri bir müslümanın neye nasıl inanması gerektiğini hangi hallerin insanı küfre götürdüğünü yine hadis ve Kuran ışığında yazılı metin haline getirmişlerdir. Tabi yorumların girdiği alanlarda âlimlerin bir birinden farklı görüşleri olmuştur. Bugün Müslümanlar arasındaki tefrikanın sebeplerinden birisi de bu yorum farklılığından gelmektedir. Çünkü her yorum kaynağını her ne kadar Kurandan aldığını ifade etse de Kuran dışı bir takım şeylerden etkilendiği bir hakikattir. Yine bu dönemde bazı grupların benimsediği görüşlere ayetlerden delil bulma çalışmalarına gidilmiştir. Hatta öyle bir durum hâsıl olmuştur ki, her görüş ün isbatını sağlamak için ayetlerden delil bulmaya çalışılmıştır. O dönemlerin yetişkin âlimleri bu yöntemin yanlış olduğunu bir görüşe delil Kuran’ın bütünlüğüne dikkat edilerek görüş oluşturulacağını, İtilaflı konuların yorumlarında çok aşırılığa gidildiği Kuran’ın o konudaki ifadesinden uzaklaşılıp başka anlamlar yüklendiğini söylemişlerdir. Asırlardan beri söylenegelmektedir. Ancak, bunu duymak istemeyen farklı anlayıştaki gruplar bu konularla ilgili Kuran’ın bütününe ve Arapça ifadelerinin karşılığına itibar etmemişler, Kuran’ın herkes tarafından anlaşılamayacağı tezi üzerinden konuyu farklı mecralara çekmişlerdir. Mesela “Kuran bir fitnedir. Bunu biz anlayamayız. Bunu ancak yaşayan Kuran Ali anlar “ söylemi ile kendi yorum ve düşüncelerini Hz Ali nin adı ile güçlendirmeye çalışmışlardır..
Aslında bu süreçlerin yaşadığı dönemlerde Bugün herkezce çok iyi tanınan İslam âlimleri arasında hemen hemen hiçbir konuda farklı itikadi anlayışlar mevcut değildi. Hatta onlar Emevi ve Abbasi zulmüne karşı ortak tavır içindeydiler.
Ancak, kendisine taraftar adını veren gruplar, imamlara giydirdikleri masum zırhı ile imamlar adına oluşturdukları akideleriyle çevrelerindeki bilgisiz insanlarca kabul görmeye başlamasıyla o dönemin hakiki imamlarına da kafa tutmaya başladığını görüyoruz. Bunun örneklerinden biri hatta en belirgin olanı Hz
O (r.a.), Raşid imamları kötülcyenlerlc birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman fr.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapma¬cık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka birşey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep ol¬dunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüle¬memeye, bu kişilerin Rasulullah'a nisbetle, Hz. İsa'ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.
Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman'a geldi. Onlar'a şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan ,Allah'ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, Allah ve Resulüm''" yardımına koşan ilk muhacirlerden." (Haşr 8) misiniz?
Onlar:
- Hayır, dediler.
Allah'ın "Muhacirler'den önce Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip «etenlere sergi beslerler. (Haşr 9) buyurduklarından mısınız?
- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:
- Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, Allah Teala'mn şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa¬hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma" (Haşr 10)
Yanımdan kalkıp gidin! Allah ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! "(-lBidaye Ve'n-N'haye 9/107 Bu rivayel Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin'e hirH fK vk nakledilmi§tir)
Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona gö¬re dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyor-du.
Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali'nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin'e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:
- Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:
- Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirile¬cektir.
ile kendilerini taraftar olarak belirten grupları arasında gecen tartışma ve ardından Hz Zeyde yapılan ihanet!
Ehlibeytten olan Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş başarısı için çok büyük gayretleri olmuştur. Bu yüzden zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa¬vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı¬şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.
İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları ona; " Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir. İşte tarihte gerçek anlamdaki “şia” yani ehlibeyti hakiki sevip onun yolunu takip ettiğini söyleyen grupların bu süreçten sonra bu sevgiyi bir tarafa bırakarak Şia’nın Şiacılığa dönüştürüldüğünü görüyoruz. Ehlibeyti sevenlerin yezit döneminden başlamak üzere camiden uzak kalmaları İslam adına sadece Ali ve evlatlarını sevmeleri onları hakiki İslam anlayışı içinde tutamamış bir takım fitne hareketlerinin güdümüyle yönlenmeye başlamışlardır. Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd atası Hz Hüseyin gibi mücadelemsinde ihanetle karşılaştığı için yenik düşüp şehit edilmiştir. Bu olaydan sonra Şiilere "Rafızi" (ayrılanlar) denilmiştir. Bu sürecin devamında ehlibeyt imamlarının içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Bunlarda kendi aralarında bölünmeler yaşadı. Her ayrı grup kendini hak yolda olduğunu göstermek için ehlibeyt mensuplarını bu sürecin içine müdahil kılmaya çalıştılar. Bunların ortak kullandığı zemin ehlibeyt sevgisi, ehlibeyt mektebi, sahabe düşmanlığı gibi söylemleri mevcuttur. Hz Ali den yaklaşık iki asır sonra onun vaazlarından derlendiği iddia edilen Nehcul Belaga’nın tercümesi bile farklı farklıdır. Her grup kendisinin hak diğerlerinin batıl olduğunu iddia etmektedirler. Bu sebepten dolayı bu inancın içinde olanlar kendileri dışındakileri “Gullat” olarak adlandırmaktalar. Bu alanın geniş bir araştırılması sonucunda görülen şudur ki; ehlibeyt mensuplarının büyük bir çoğunluğu bu grubun ne içinde, ne de yanında olmuştur. Ancak bazıları tamamen insanı duygular eşliğinde, Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından duydukları rahatsız nedeniyle zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak onların niyetlerini anladıkları an İmamı Cafer, İmamı Bakır, İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Özellikle şu hususun altı çizilmelidir ki hiçbir ehlibeyt imamının itikadi ve İslami düşüncesi bugünkü “ehlibeyt mektebi” felsefesiyle ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar.
Zeydilerin bu konularla ilgili anlayışına gelince; ilk üç halifeyi kabul ederler, imamların masumluğunu kabullenmezler. Resulullah (S.A.V.)'in vasiyetle beyan ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zik¬redilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)'den sonra Hz. Ali'nin imam ol¬duğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali'den sonra ise, ima¬mın, Hz. Fatıma'nın soyundan olması gerekir.
İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd'e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.» İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şar¬tı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulu¬nan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İs¬lâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların ta¬mamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat eder¬lerse bunların biatleri geçerlidir.
Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliklerini kabul eder, sahabelerden herhangi birini kâ¬firlikle itham etmezdi. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki 'Ali b. Ebî Tâlib, sahabelerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir'e bırakıldı. Bu fay¬dalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnut etmekti. Çünkü peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali'nin kılıcında bulunan müş¬riklerin kanı henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam 'duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali'ye meylet¬miyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşak¬lığı ile sevilmesiyle, yaşlılığıyla, ilk Müslümanlardan oluşuyla ve Resulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»
Bu anlayış, birçok Şiilerin Zeyd'e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir. Zeydilere göre; aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân et¬tiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfat¬lara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur. O günkü şia mimarları ehlibeyti terk etmesine rağmen o aşamadan sonra ehlibeytin gölgesinde görünerek kendi görüşlerinin ehlibeytin görüşleriymiş gibi topluma inandırılmasını sağlayıp yaymaya çalışmasıdır. İktidara getirmek istedikleri bir ehlibeyt mensubundan ziyade Şiilerin ehlibeyt adına oluşturduğu görüşlerin inanç akidesi haline getirilmesidir. Bunu sağlamak için de onlar adına destanlar yazmışlar, hadisler uydurmuşlar ancak, imamların görüşlerine itibar bile etmemişlerdir. Gelinen bu aşamada Şiacıların görüşü ehlibeyt imamlarının görüşü haline getirilirken, yani bu planın uygulayıcıları süreçlerinin başarıya ulaşmasını sağlamak için durumu kurtarma adına uydurdukları tüm yalanları ehlibeyt imamlarına yamarken, İslam’ın Kültür Merkezi ve İmamların sığınağı olan Mekke de, İslam, ehlibeyt imamlarının desteği ve katılım ile bütün rükünleriyle yaşanması canlı tutulmuştur. Buradaki anlayış imamların görüşleriyle bire bir örtüşmesine rağmen, Şiacılar tarafında “Emevi saraylarında uydurulan İslam “yaftasını vurmaktan çekinmemişlerdir!. Burada taraftarlığın yani masum bir şia anlayışının çeşitli dalaverelerle korkunç bir karanlığa doğru yönlendirilerek Şiacılığa nasıl dönüştüğü görülmektedir!.
Yine o dönemlerde Hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yad ederlerdi. Hz Zeyd döneminde iyice belirginleşen Şiacılık, Şiilerin büyük kayboluş diye adlandırdıkları olaydan sonra meydanın iyice boş bulunmasıyla iyice palazlanmıştır. Bu dönemden sonra ihanet planlarının bir bir hayata gecirilmeye başlandığı görülmektedir. Bu konuyu dile getiren tarihi vesikalara baktığımızda alt niyetli provakatif düşüncenin amacına ulaşmak için var güçleri ile çalıştığını görmek mümkün olur. Mesela Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.” Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Yin bu konu ile ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)
Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular. Ama hem sahabenin hemde sahabeden biri olan Hz Ali nin kabul ettiği bu halifeleri daha sonraları Ali adına reddetmişlerdir. Hakikatler böyleyken şiacılar düşmanlıklarını, Tarih boyunca kademe kademe sinsi sinsi etkin oldukları grupların içine sokmayı başarmışlardır. Ancak bugünün aydın şii düşünürleri bu sapkınlar ile hakikatleri bir birinden ayırtetmeye calıştığını da unutmamak gerek
Hakikati görünce ezberine devam etmeyen, yanlışından dönme meziyetini gösterebilen ey uyanık mümin bütün bu tarihi hakikatler kapansın mı? Yoksa bundan habersiz olan insanlara bu duyrulsun mu? Bu araştırmada bir art niyet görüyormusunuz? Bu bir meshep taasubu değil. Şu meshep haktır bu mesep batıldır meselesi değil. Yüz yıllardır bize bunu göstermeyip imparatorluklarını devam ettiren âlim geçinen gerceği inananlardan saklayanlara yazıklar olsun!
ŞİİLERCE YOK EDİLMEYE CALIŞILAN SANIK YAZIlar 6
ŞİA HAREKETİNİN ŞİACILAR TARAFINDAN ŞİİLİĞE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Farklı kaynaklardaki genel anlayış cercevesinde tarih sayfalarından bugüne yansıtılan hakikatların ışığıyla ilk şia hareketinin nasıl Şiacılığa dönüştüğü Şiacıların da şia lığı nasıl Şiiliğe dönüştürdüğünü anlamaya çalıştığımızda ortaya çıkan özet şöyledir;
Sahabeden Ali taraftarı olarak bilenen ve ona yakın duran küçük bir grup Hz Ali yi yiğitliği kahramanlığı ve ilmi vasıflarından dolayı onu sevmiş ve onu desteklemişlerdir. Bu grubun bir kısmı Hz Ali’nin ölümünden sonra Muaviye nin yönetimindeki savaşlara katılmış Eyüp El Ensari gibi bir kısmı kendi köşesine çekilmiş kendi etrafında Allah a hizmetde bulunmuş günü geldiğinde de Allahın rahmetine kavuşmuşlardır. Bunlar kendi yaşadıkları dönemde Hz Ali nin imametinden, masumluğundan ve ona bugünün şiası tarafından verilen vasıfların hiç birinden haberdar değillerdi. Ancak, Emevi hanedanlığının başlamasıyla Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet ön¬derleri ehlibeyte lanet okunmasının sağlanması olayı yaşayan sahabelerin bütününü çok üzmüş bu olayı şiddetle eleştirerek Muaviye ve valilerini bundan sakındır¬mışlardır. Hatta Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye'ye yaz¬dığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek ;
«Siz minberlerinizden Allah'a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali'yi severdi..» diyerek tepkisini dile getirmiştir. Tepkilerin dikkate alınmadığı bu dönemde büyük fetih hareketleriyle nicelik olarak yeterli büyümeyi sağlayan fakat nitelik olarak aynı gelişmeyi sağlayamayan islam toplulukları, iktidarı pekiştirme adına sürdürülen kötü adet ve yanlış davranışlarında katkısıyla mevcut huzuru sürdüremedikleri gibi huzursuzluğun dalga dalga artmasını sağlamışlardır.
İç siyaset deki karışıklıkların etkisiyle Ali taraftarlığının bir yansıması olarak yukarda bahsedilen sebeplerden ve özellikle de emevilerin ilk döneminde başlatılan ve Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam ettirilen cuma hutbelerindeki ehlibeyte hakaretin varlığı, Yezid döneminde, Hz. Hüseyin zalimce öldürülmesi, birçok alanda dinin yasaklarının çiğnenmesi, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in kızları esir cariyeler olarak Yezic e gönderilmesi insanların içinde infial yaratıyordu. Netice de bu insanlar Resulullah'm kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı. İnsanlar bütün bu olup bitenleri gördü, bunlara engel olamadı ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Emevilerin iş¬kenceye tâbi tuttukları ehlibeyt mensupları, bunların gözünde aşırı derecede büyümeye başladı¬.
Bu duygu ve düşüncelerini devamlı baskı altında tutan grupların şef¬kat ve merhamet duygularının kabardıkca, zamanında söz verdikleri halde sahip cıkamadıkları insanlara karşı davranışlarında değişimler yaşandı yargılamalarında da aşırılığa gitmeye başladılar. Fitne hareketinin devreye girmesiyle bu ortamda ehlibeyte karşı kutsallık izafe etmeye başladılar. Bütün bu sebeplerden dolayı camilerden eğitim kurumlarından uzak kalarak İslami hakikatleri öğrenemeyen topluluklarda ehlibeyt taraftarlığını öne çıkmaya başladı. Ve gittikce de kemikleşti.
İçlerinde yaklaşımları çok farklı, fakat sonuç itibariyle bir arada olan gruplardı bunlar. Özelliklerine gelince; Bunlardan bir kısmı ehlibeytin ilminden feyzinden faydalanmak üzere ehlibeyt mensuplarından hiç ayrılmayan onlardan ilim öğrenen sapık ve sapkınlığın içinde olmayanlar ki; bunlar şu an onların içinde değildir. Bir diğeri ehlibeyti önce destekleyip sonra ona ihanet eden grubun sonuçta yine kendini ehlibeyt taraftarlarını destekleme zorunluluğunu vicdan bir mesele haline dönüştüren duygusal yaklaşımların ağır bastığı ilimsiz cahil zümre, Bu grubun sempatizanlığı Hz Ali nin ırakta bulunması dönemiyle başlamıştır. Bir başkası İran’ın fethinden sonra bu bölgenin İslamlaştırılmasındaki yetersizlik ve bu bölgenin yapısından kaynaklanan gelenekçi yapının değişmemesi bu yapıyla Abdullah ibni sebe’nin fikirlerinin örtüşmesi ile oluşan görüş ki; bugünkü şia felsefesinin ana ilkelerini oluşturan büyük grup bunlardan oluşmuştur. Bu görüşe, farklı kültürlerdeki kitapların islama kazandırılması adına yapılan tercüme hareketleriyle yöresel inançların İslam kültürüne taşınması olayı büyük katkı sağlayan faktörlerden biri olmuştur. İlk dönemlerinde bu sürecin merkezinde olan ehlibeyt mensupları, gördükleri aşırı davranışlar ve sapkınlıklar yüzünden bunlardan ayrılmış, imamı Cafer “Ben olardan beriyim” demek zorunda kalmış yine aynı dönemde bu grup Hz. Zeyd’ de ihanet etmiş, onu yalnız bırakmışlardır. Sonuçta bunlara ehlibeyt mensuplarından tamamen ayrıldıklarından dolayı “Rafizi” adı verilmiştir. Sözün özü bu gruplar bu güne kadar ehlibeytsiz ehlibeytçilik yapmışlardır. Görüşleri birbirinden farklı onlarca gruplara bölünmüş her biri diğerini tarih boyunca tekfir etmişlerdir.
Abdullah İbni Sebe, sebailer, Rafıziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in bunlardan bazıları dır. Bu inanç sahiplerini yöneten ve yönlendirenlerin çoğu menfaatçilerden oluşmaktadır. Bunlar çıkarlarını sürdürmek adına bu inancı kurumsallaştırma gereğini duymuşlar Şiiliğin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için evvelinin olmasını sağlamak içinde bunu hadislerle teyit etme zorunluluğunu hissetmişlerdir. Ayetlerin geliş yeri ve nüzul sebebine bakılmasızın kendi görüşlerinin ispatını sağlamak için, ayetleri yanlış tevil ederek yorumlanması görüşlerinin ve yorumlardaki boşlukların bazı tarihi olaylarla doldurularak inandırıcılığın sağlanması yoluna gidilmiştir. Bununla birlikte görüşlerinin karşısında olabilecek görüşlerin veya kişililerin de bir şekilde ekarte edilmesi gerektiği düşüncesi ile sahabeye ve söylemlerine karşı kulaklarını kapamışlar, onların aleyhine propaganda ve faaliyetlerini bütün süreçte sürdürmüşlerdir. Özellikle İmamı Caferin ölümünden sonra onun adını kullanılarak binlerce hadis uydurarak uzun bir süre sonra ancak bu projenin altı doldurmuşlardır. Bu sürecde Bazı mefhumların anlamları değiştirilmiş. Bu mefhumlara islamda olmayan manalar yüklenmiş, ehlibeyt imamlarının hiç söylemediği sözler onlara söyletilmiş, Hz Ali nin kürsülerde ettiği vaazlar yaklaşık iki asır sonra değiştirilerek kitap haline dönüştürülmüş, sevilecek şeylerin bazılarına nefret esası getirilirken bazılarında ifrat derecede sevgiler yüklenmiştir. Düşünce yapılarında konjektürel olarak değişiklikler yaşanmış önceleri hoş görülen esaslar, kabul edilen ilkeler, çok ters olmayan tarihi şahsiyetlerin daha sonraları tamamen gözden düşürülerek yok edildiği, sürecin bütününe bakıldığında görülmektedir.
Tarihde bu anlayışa katkı sağlayan bazı olaylar ve kişiler bu sürecin bazen nedeni bazen kendisi, bazen destekleyicisi, bazen de farklı şekilde tezahür ettiğini görmek mümkündür. Şöyle ki;
Halifelik konusundaki Sürtüşmeler ve mücadele, Haşim oğulları ile onların amcaoğulları olan emeviler arasında geçme süresinde, Önce beni ümeyyenin daha sonra beni Abbas’ın elde ettikleri saltanatlarına zarar gelecek endişesi ile ehli beyt soyuna karşı yapılan düşmanlık ve haksızlığın istenilen amaca hizmet etmekten ziyade karşı grupların olmasını sağlamış bunların kemikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin içinde yaşayıp etkili olan kişilerden bazıları saf değiştirebiliyor ilginç karelerde yer alabiliyor. Sonuca baktığınızda ise, kişilerin ne zaman nerede olacağını dini anlayış değil, başka şeylerin belirlediğini görüyorsunuz. Mesela cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan sad bin ebi vakkas'ın oğlu amr, rey valiliği uğruna peygamber torununun üzerine yürüyebiliyor. Öte yandan bir zamanlar Ali'ye karşı çıkmış olan Zübeyir’in oğlu Abdullah, Hz. Hüseyin’in yanında yer alıyor. Keza kurnaz hakem amr'ın oğlu Abdullah da yezit’e biat etmeyip Hüseyin ile birlikte hareket ediyor!.. Hüseyin'i önce kerbelâ'da susuz bırakan hurr sonra onun yanına geçip uğruna şehit düşüyor! Ne oluyor da bunlar çok kısa bir süre içinde bu değişikliklere uğruyor acaba! Gönüllerini dini bir ilhammı basıyor? yoksa nerede olmaları gerektiğini olayların gelişimine göre mi belirliyorlar. Bunlar kaderin bir cilvesi olamaz mı? Burada din farklılığını aramak niye. Böyle bir farklılık yok ama kabilecilik ve yönetme arzusu ön planda. Hz peygamberimiz ile Ebu sufyanın büyük dedeleri yıllar önce araları açılmış iki kardeştir. Ebu süfyanın dedesi şama peygamberimizin dedesi de medineye yerleşmiştir. Ancak, daha sonraki nesilleri tekrar Mekkeye dönmüş ama eski de olsa aralarında bir husumet mevcuttur. Ayrıca, Hz Hamza Ebu süfya nın karısı hind’in babasını Bedir savaşında öldürmüştür. O da onun intikamı Uhut savaşında alarak Hz Hamza nın şehit olmasını sağlamıştır. Yani yezidin söylemlerinin arka planında saltanat aşkının yanında geçmişteki hadiselerden dolayı ceddinin intikam alma duygularının önecıktığı birebir görülmese de de hissedilir. Buna karşın Hz. Hüseyin ve yakınlarına ihanet edenler, yaptıklarının suçluluğu ile Kerbelâ faciasına ağıtlar yakmışlar karşıdakilere duydukları nefretle çeşit çeşit rivayetler ortaya koyarak destanlaştırmışlardır. Hissi ve duygusal yaklaşımların çok ileri derecede kullanılarak oluşturulan bu destanlar incelendiğinde; uydurma rivayetleri acılı tarihi olayın duygusallığı içine çok ustaca kamufle edildiği olayın dinselleştirildiği emeviler ile ehlibeyt arasındaki kavganın siyasi bir olay değil de dini bir kavga olduğunu imajı ile bir tarafın Müslüman karşı tarafın kâfirler cürufundan meydana geldiği algılaması yorumsuz anlaşılacaktır. Bu destanlar okurlarını farkında olmadan aynı duygu yelkenine bindirebilecek bir yapıdadırlar. Bu duygu ile yüklenen okuyucu ekmek yapmaya hazır hale gelmiş hamur gibi, artık din adına ne söylerseniz kabul etmeye hazır hale geldiğini görürsünüz. Çünkü şiacılar tarih boyunca kendi inanışlarını hep bu olayı kullanarak ajite ederek vermişlerdir. Tarihi gerçekleri ve sapkın amaçlarını bu acı olayı kullanarak camiden uzak kalmış ya da uzaklaştırılmış bilinçsiz halka ve taraftarlarına yutturmuşlardır. Yukardan beri bahsedilen sebeplerin oluşturduğu Şiilik anlayışını, Kerbela hadisesi ile iyiden iyiye tetiklenmiş, apayrı bir inançlar manzumesine dönmüştür.
Tarihin içinde ki bu gerçekleri görürken aklı kullanmak isteyen ve aklın karartılmasına taraf olmayanlara bu düşünce sahiplerinin ilk söyleyeceği şey; yine malum hadisenin duygusallığını kullanarak yezidin kurtarılmaya çalışıldığını, ona sahip çıkıldığı olacaktır. Onların nezdinde bu algılama biçiminin yezitle eşitlediğini görürsünüz. Yezitle bir olmak istemeyenler ise, kerbela olayı içine ustaca yerleştirilen şia felsefesi içinde buluverir kendini. Yani onlara göre yezide karşı olmanın şianın içinde olmaktan başka bir alternatifi olmadığı gibi şiaya karşı olmanın da yezidin yanında olmaktan başka bir alternatifi yoktur. Şiacılar size bu iki alternatifin dışında başka bir düşünceyi sunmazlar. Kendi bozuk inançlarının içine ehlibeytin istismarını taşıyarak size alternatifsiz bırakırlar. Gerçek Ehlibeyt Hz. Zeyt imam ı Cafer ve İmam Rıza şiacılık yapanlara karşı “Ben onlardan beriyim”. Demiştir demesine de istediği kadar biz bu hareketin içinde değiliz desinler. Şiacılar için bunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Burada önemli olan toplumun algılamasının istenilen yönde kullanılmasıdır. Oysa duyguları bir tarafa bırakıp aklı devreye soktuğunuzda şu gerçek hemen gözünüzün önüne gelecektir. Bu gelişmelerin en büyük müsebbibi ve tarafı yezit; bunu dini amaçlı yapsaydı, onların dediği gibi ehlibeyti ortadan kaldırmakla islamı yok etmeyi aynı görseydi, etrafındaki şakşakçıların ona verdiği gaz ile esir olarak yanına getirilen diğer ehlibeytin hepsini öldürtebilir, ondan sonraki saltanat hayatını daha korkusuz endişesiz sürdürebilirdi? Bu konuya at gözlüğü ile bakmanın meseleyi çözme yönünde asla bir cıkış olmayacaktır. O ortamdaki olaylara, söylenenlere tarihi vesikalara bakıyorsunuz gerçek hiç gösterildiği ya da gösterilmeye calışıldığı gibi olmadığını görürsünüz. Mesal; İbnu Zübeyr'in davetçisi Abdullah b. Muti gelip Yezid'in şarap içtigini, namazı terk ettigini ve kitaba, sünnete aykırı davrandıgını iddia ettiginde Hz.Ali nin oğlu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid lehine sahadet etimiş, Abdullah b. Muti'ye "Zikrettiginiz seyleri ben onda görmedim. Yanında bulundum ve onunla bir arada ikamet ettim. Namaza devam ettigini, hayrı arastırdıgını, fıkhî hükümler sordugunu ve sünnete baglı oldugunu gördüm" diye cevap verdi, İbnu Muti ve beraberindekiler ona: Sana tasannu için öyle yapmıstır dediklerinde "Söylediginiz içki içme hadisesini size gösterdi mi? Eger sizin yanınızda içti ise sizler onun ortagı sayılırsınız Yok sizin yanınızda içmediyse bilmediginiz, görmediginiz seye sahitlik yapmanız size helal degildir." demiştir. Onlarda; Görmedi isek de bu bizce malumdur dediklerinde de "Allahu Teala şahitlere bunu yasaklamıs ve buyurmustur ki "Bildikleri halde (bilerek) sahitlik yapanlar hariç, sizin bu isinizden herhangi bir sey (biliyor) degilim."
Hz. Ali'nin oglu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid için böyle şahadet ettiğini de görmekteyiz. Amac burada yezidi kurtarmak değil, onu zaten biz kurtaramayız kurtarmayız da. Ancak alt niyetli görüşler olayı sürekli dinselleştirdiğinden bazı gerçekleri duygumuza hoş gelmese de söylememiz gerekmektedir.
Bu sürecin neresinden bakarsanız bakın bu mesele bir din savaşı değildir. Ancak, mevcut muteber kaynakların ifadelerinden cıkan sonucta Yezidin amacı dinin muzafferiyetinden ziyade, kendi geleceğidir. Olayın birden çok görülecek yanı farklı cepheleri vardır. Eğer buradaki nüanslara doğru bakılmazsa gerçek hiçbir zaman doğru görülmeyecektir.
Bütün bu olup biteni anlamak için her türlü peşin hüküm'den sıyrılmak ve tek yönlü bakış acısını değiştirmek şarttır. Tabiî ki duygusallığı sevgiyi unutmayacağız ama akıl'dan da yararlanacağız. Elbette Allah isteseydi, Hüseyin’in başını şemir'in eline bırakmazdı. Ama ne ibni mülcem'i, ne câde'yi, ne de onu durdurmuştur... Bunda elbette Allah tarafından bilinen bizce bilinmeyen anlayamadığımız hikmetler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki.
Hz. Hüseyin kendisine düşenleri yapmış mertebelerin en yücesine ulaşarak hak'ka kavuşmuştur. Şehit olmasa da yatağında ölseydi bugün çoktan unutulmuş olurdu. Emevi hanedanları onların varlığını mücadeleci azmini hep ensesinde hissetmişler, muhtemelen yapabilecekleri bir takım kötülükleri yapamamışlar, bu hissedişin sonuçları şüphesiz İslam için hayırlı olmuştur.
Huzursuzluğun hâkim olduğu o dönemdeki toplum yapısına bakıldığında, İslam coğrafyasındaki algılamalar ve faaliyetleri şöyle sıralanabilir.
Olayın devlet cephesi olan emevi hanedanları ki; Halifeliğin yapısına saltanatı bulaştırmışlar, karşılarında muhalefet olabilecek güç ve yapıda kimse görmek istememekte, Bu hırsın kamu düzenini sağlayan kesime yansımasıyla valiler, halkın sıkıntılarına çözüm üretmek yerine onları daha sıkmaya patlatmaya yönelik eylemler içine girmelerini sağlamıştır. Yönetimin şerrinden korkan devlet erkânı yönetime yaranmak için yalakalık ve yanlışlık adına bir eylemde bulunmayı geleceğin garantisi görmektedir. İşte bu ortamda yukarda da kısaca bahsedildiği üzere Hz. Hüseyin’in şehit olmuş Allah ın rahmetine kavuşmuştur. Devleti yönetenler, devlet gelirini artırmak, kendi hükümranlıklarını iyice oturtmak için dışarıda fetih hareketlerini sürdürürken, içerde konumlarının kalıcılığını sağlamak adına o derece ileri gidilmişlerdir ki camileri bile siyasetde kullanmışlardır. Halkın tek güvendiği huzura erdiği bu müesseselerde kendi geçmiş ve gelecek nesillerine methiyeler düzülmesini sağlarken, bazı cami ve mescitlerde saraya yalakalık yapan din adamları kullanılarak ehlibeyte hakarete varan sözler sarf edilmesini sağlanmıştır. Söz konusu imamların bir kısmı aldıkları emirle, bir kısmı yağcılık olsun diye bile bile vaaz kürsülerinde ehlibeyti halkın gözünden düşürmek için yalan yanlış sözler sarfetmekten geri kalmamışlardır. Özellikle yezit ve zalim haccac dönemlerinde camilerde siyaset adına linç kampanyası sürdürmeyi saltanatın devamının garantisi görmüştür. Camiye gelip cuma namazını kıldıktan sonra hutbede bu tür hakaretleri dinlemek istemeyen insanların dinlemesini sağlamak için, Cuma namazının sonunda yer alan cuma hutbesini Cuma farzının önüne almışlardır. Emevi hanedanlarına yapılan övgüler ve ehlibeyte yapılan hakaret vari sözler boşa gitmesin dinlesin diye böyle bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Siyasetdeki hırsın bu kadar nefreti doğurması İslami alt yapıdan yoksun fakat camilere bir şey öğrenmek için namaz kılmak için gelen halkın, Ehlibeyt sempatizanlarının, Aliyi sevenlerin ve Alevilerin camilerden uzaklaşmasını sağlamış, bu olumsuz manzaradan uzak kalmak isteyenler camiyi terk etmek zorunda kalmışlardır.. Bu yanlışlar yüzünden camilerden uzaklaştırılanlar, İslami öğrenmekten yoksun bırakılmış, bu mazlum insanların başkalarının ellerine geçmesine sebep olunmuş, hırsları yüzünden müsebbipleri büyük bir gafletin, ihanetin, hesabı verilmeyecek sorumlulukların altına girmişlerdir. Ehlibeyt aşkıyla yanmaya başlayan iman ateşinin alevlenmesine ramak kalan grupların, İslamlaşamaması, ıslama fitne sokmak için fırsat bekleyen grupların ellerine itilmesi ne acı bir tarihi gerçektir. Bu gruplar camilerde gördükleri manzara karşısında kendilerini mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlamışlar, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ve bu tip kişi ve kişilerin anlayışları ile inançlarını sahip ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Hz. Ali'ye ve ehl-i beyt mensublarına, özellikle velayet ve ilmin yanı sıra, rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan şahsiyet¬leri sebebiyle doğan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlardır. Bazı din adamlarının vaaz kürsülerindeki saltanat sahiplerini övmelerini hazmedemeyen ehlibeyt sevdalıları bunlar yezit ve bunun gibi zalimleri överek sevap umduklarını düşünerek, biz neden ehlibeyti öven ve onu yücelere taşıyan övgüler methiyeler yapmayalım düşüncesi ile başladıkları faaliyetlerinin sonunda ehlibeyt adına uydurdukları hadisler karşılığında sevap alacaklarına bile inanmaya başlamışlardır.
Hatta bu konuda yarışa girişilmiş ehlibeytle ilgili 70 tane hadis uydurdum bunun sevabı bana yeter deyip yaptığı ile cenneti umanlar olmuştur. (konu ile ilgili geniş bilgi Şianın Hadis Anlayışı bahsinde yer almaktadır)
Burada küçük bir ayrıntının belirtilmesinde fayda var. Yezid, kendi döneminde asla ilmin merkezi konumunda olan Mekkeye hükmedememiştir. Mekke'ye de İbnü’z Zübeyr hükmetmiş, Yezid'e biat etmemiş ve Yezid ölünceye kadar da kendisine biat edilmesi için çağrıda bulunmamıştır. Mekkedeki camilerde yezide methiyeler düzülen hutbeler okunmamıştır. Ayrıca beni ümeyye ve beni abbasi dönemlerinin bazı idarecileride kendi adlarına düzülen bu tür övgülere izin vermemişlerdir. Bu sürecte emeviler'den halife 2. Muaviye ve halife ömer'i aynı kefeye koymamak hayırla yadetmek gerekir... Çünkü bu muhterem zatlar camide ehl-i beyt'e sövme âdetine büyük tepki göstermiş bu yanlış hareketi kendi dönemlerinde kaldırmışlardır. Şu önemli noktanında altını cizersek, Emeviler'den de, Abbasiler'den de hilafete Emeviler döneminde bulaştırılan saltanat yönünü kaldırmak için gayret gösterenler olmuştur. Bilhassa Abbasi halifesi Memun, kendisinden sonra İmam Cafer-üs Sadık'ı halife olarak göstermiş, ancak bir sonuç alamadan halifelik'ten düşürülmüş, yerine oğlu getirilmiş, böylece saltanat zinciri devam edilmiştir. Ancak halifelere, Hz Hüseyin ve Zeyd’ den başka başkaldıran ehlibeyt imamı hiç olmamıştır. Özellikle imam cafer'den sonra halifeler ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verildiği görülmektedir.
Buna karşın sapkın hareketlerin propagandası ile yeni bir anlayışın etkisinde kalanlar ki, bunları da birkaç bölümde sıralayabiliriz.
Hz Hüseyin’i davet edip, ona sahip çıkama kararlılığını sürdüremeyen ve yanında olamama neticesinde onun, hunharca ve gaddarca şehit edilmesine sebep olma ezikliğinin etkisinden kurtulamamış, ancak, sağlığında sahip çıkamadıkları bu zatın ve çocuklarının sevgisini özünde yaşamayı ve yaşatmayı vicdani bir görev sayan ve dini konuda son derece yetersiz olan bu gruplar, dini öğrenmek için gittiği camilerde ehlibeyti halkın gözünden düşürmeye yönelik olmadık iftiralar atılmasını içlerine sindirememişlerdir. Kendilerini, mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlayarak, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Camilerde anlatılan dini konularla övgü ve kınamaları bir algılamış, Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ile inançlarını ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Bunlar Hz Ali ve ehl-i beyt mensuplarına verilen ilmin, velayet ve Rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlar bunu bir görev bilmişlerdir.
Yine bu zümreden olup eski kültürlerinden vazgeçemeyip islamla birleştirmek isteyenler, tercüme hareketlerinin başladığı dönemlerde kendi kültürlerini İslam kaynaklarına sokarak bu gruba büyük destek sağlamışlardır.
İslami hizmetlerin ulaşamadığı halk kitleleri.
Bu grupta yer alanlar kitleler halinde Müslüman olmuş ancak yeterli bilgiye ulaşamayan bu insanların mevcut hallerinden istifade edilerek, hanedanlarının yaptıkları zulüm ve haksızlıklar istismar edilerek, gerçek islamla emevi yaşam biçimini bire bir aynı göstererek hak yolun emevi uydurması olduğu propagandası ile insanların gerçeklere karşı kulağını kapamasını sağlamışlardır. Boşlukta kalan bu insanlara, Sapkın fikir ve anlayışların İslam adı altında verilmesi, peygamber yerine alternatif peygamber inancı yerleştirmek için peygambere inanan ama esas icracı olan masum imamların etkin olduğu bir anlayışın benimsetilerek, masum imamlar adına söylenilen sözlerin gerçek din gibi algılanması sağlanmıştır.
Bir başka grup, zulmün ve istismarın yaptığı tahribatı yeterince engelleyemediği için İslam ümmetinin geldiği son durum karşısında üzgün ve rahatsız olanlar ki bunlar da kendi inanç dünyasını sahabeden ve tabiinden öğrendiklerini yaşamaya çalışan geniş halk kitleleri.
Dördüncü bir cephe ki doğru islamın bugünlere taşınmasını sağlayan ve Hz Peygamberimizin size iki emanet bırakıyorum birisi Hz Kuran diğeri ehlibeytim diyerek işaret ettiği, islamı gelecek nesillere taşıma gayreti ile ıssızlarda, mağaralarda, talebe yetiştiren ilim ve irfanın fetih ülkelerine yayılmasını sağlayan vizyon sahibi ekip ve onların medrese faaliyetleri.
İslam coğrafyasındaki genel görünüm çok net olmasa da aşağı yukarı birbirinden farklı amaç ve bilinçte dört ana grup olarak sıralayabiliriz.
Pekiyi şiilik bu sürecin neresinde başladı sorusunun cevabına cok somut belli bir nokta ve zaman diliminde denmesi mümkün değildir. Bu husus uzun soluklu bir süreçle bazı Müslümanların yanlışlarından, meydana gelmiştir. Şöyle ki: yukardan beri sayılan hususların her birisinin belirli katkıları olmuş ama özellikle Hz Hüseyin in şehit edilmesinden sonra ehlibeyt sevgisi ile yanıp tutuşan insanların camilerden uzaklaştırılması neticesinde boş durmayan islam düşmanlarının bu insanları istismar etmeleriyle bu mazlum insanlara din diye verilen bir takım saplantıların kemikleşmeye başladığını şianın Şiacılığa, Şiacıların da Şiiliği kurumsallaştırdıklarını söyleyebiliriz.
Ehli beyt imamları ise; emevi hanedanlarınının uzağında durmuş ancak, belirli zamanlarda kendisini ehlibeyt taraftarı gösteren gruplarla birliktelik sağlasalarda onların amaclarını öğrenip yollarından döndüremeyince onlardan da uzaklaşıp, islam kaybolmasın diye bütün enerjilerini dine hizmete çevirip boş durmadan talebeler yetiştirmişlerdir. Bu hizmetlerini de o günkü şartlardan dolayı gizli sürdürmek zorunda kaldılar. Yetiştirdikleri öğrencilerini ilmi ve irfanla yoğurarak islam âleminin her tarafına yaydılar. Bu talebeler gittikleri beldede islamı anlatıp yayma faaliyetine devam ettiler. İşte bu zamanda ilhamını yine ehli beyt imamlarından alan bu talebeler islamı yaymaya gayretinden geri durmadılar. Bunların samimi gayretlerinin sonucu mezhepler olarak tezahür etti. Farklı yorumlarla gün yüzüne cıkan bu meshep imamları hiç bir zaman ehli beyte ihanet etmediler. İmamı azam beni ümeyyeye karşı kıyam eden hazreti zeyd’in yanında oldu. Yönetimin yanında olmamak için hapishanelerde yıllarını geçirdi hatta orada öldü. İmam Şafii hazretleri sultanlara karşı " Rafızilik ehli beyti sevmek ise ben nafiziyim" dedi. Ehlibeyt anlayışı ile kendi anlayışları arasında bir fark olmadığını herkese ilan etti. İmam Ahmet bin Hanbel ehli beyt sevgisinden dolayı zindana atıldı. Yani velhasıl ehlisünnet gerçek anlamda ehli beytin talebelerinden başkası değildir. Ehlisünnet ile ehlibeyt arasında temel konuların hiç birinde ayrılık bulunmamaktadır. Bunlar göz ardı edilmeyecek ve aslla kaybolmayacak tarihi gerçeklerdir.
Bütün bu sorunlara rağmen, Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir. Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi boşuna söylenmiş bir söz değildir.
Bu sürecle ilgili El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Burada esas dikkati çeken işin acı yönü şia karşıtı olarak bilinen alimler toplum önderleri ve imamlar saltanat şak şakşakçıların yanlarında, çevrelerinde olmamalarına ve onlara karşı olmalarına rağmen, o günkü zulmün tarafıymış gibi gösterilmeye çalışılmasıdır. Oysa bunlar; ehlibeyt imamlarının yetiştirdiği, ya da hocaları ehlibeyt imamı olan âlimlerin yetiştirdiği, mezhep imamlarıdır. Bunlar; beni ümeyye zulmüne sonuna kadar karşı durmuşlar, çalışma azmi keskin zekası ve vefası sayesinde ıslamın orijinalinin bozulmadan, temel felsefesi değişikliğe uğramadan, gelecek nesillere taşıyan güzide insanlar olmuşlardır.
Minberde Ali’nin kötülenmesini emrinden sonra ayaklanmalar olmuş ve bunlar Emevi Hilafetini sarsıp belini kırarak, Abbasi Hilafet’ine yol açmıştır. Abbasilerin devlet yönetimini ele gecirmesi ile de umut edilen gelişmeler olmamış benzer olaylar devam etmiştir. Şöyle ki;
Eba Müslim’in desteği ile halife olan ebül Abbas, "nerede bir emevi varsa, kılıçtan geçirilmesini" emretti!. Bu düşmanlık sonucu Haşimiler Emevilerin topluca öldürülmesini sağlayarak olayı korkunç bir katliama dönüştürdü.
Tarihe baktığınızda siyasetin çok acımasız, figuranların kimi nerede ne zaman desteklediği konusundaki değişkenliğin ne kadar hızlı olduğunu bununla birlikte bu değişkenliklerde esas sebep cıkar olmasına rağmen bunun saklanıp bu uğurda inancların istismar edildiğini görüyorsunuz. İşte esas amacı ehlibeyte yardımcı olmak onları korumak amacıyla ortaya cıkan Ebül Abbas, halife olduktan hemen sonra Şam’da 90 kadar emevilerin ileri gelenini yemeğe çağırdı. Onları sopa ile döve döve öldürttü. Sonra da cesetlerinin üzerine sofra kurdurtup keyifle yemeğini yedi. Sofranın altındakilerden bazıları hâlâ ölmemiş, can çekişiyordu.
Basra’da Abbasi komutan Abdullah sokaklarda emevi avlayarak birer birer öldürttü, cesetlerini yerlerde sürükledi, köpeklere yedirtti. zulüm bir taraftan kapanırken bir başka isim le yeniden hortlamıştı. Bu süreçte eba müslim-i horasani de intikam amacıyla çok emevi öldürdüğünü görmekteyiz. Bu sülaleden bir tek kılıc artığı emevinin gizlice endülüse kactığını orda büyük hizmetlere vesile olduğunu görüyoruz. Bu süreclerde İyilik ve kötülüğün sülale, soy, sopla alakalı olmadığını tamamen kişilerin kendisiyle ilgili olduğuna çok defa şahit oluyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılması acısından bazı tarihi gerçeklerinde ifadesinde fayda var;
Mesela bazı yaklaşımlarda her halife'ye baş kaldıranı şia, her halife'den yana olanı "yezid" sayma gibi bazı saplantı görünmektedir ki bu hiç doğru değildir. Bunun en bariz örneğini eba Müslim ve ebu Hanife’yi görmek lazım. Halifeliğin Abbasilerin eline gecmesini sağlayan Eba Müslim’i, bizzat imam Cafer şia saymamıştır. Oysa Ebu Hanife’yi i kendi meclisine katılmasından dolayı şia saymıştır. Bazı imamlar kendileri dışında gelişen şiacılık yapan gruplara karşı olmuş hatta onların yanında değil halifenin yanında yer almışlardır. Bunun en büyük örneği İmam rıza'nın halife me'mun'a gelip şiiler'e ve Muhammed mehdi oğlu İbrahim’e karşı uyarmıştır. Kendilerine şia adı veren ve bu grupları sürekli yöneten ve yönlendiren bazı menfaat ve fitne amaçlı kişiler, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi ehlibeyt mensuplarını öldürmekten bile çekinmemişlerdir. Yine büyüt fitneci, meymun İsmail’in imam'lığını savunma, imamlık postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadeleesine girerek Şiilik'ten büyük kazançlar elde etmiş, Şiilik inancını önce ifrata götürüp sonra da inkâra yönelmiştir.
Görüleceği gibi o dönemlerde kendini şia diye adlandıran gruplar homejen bir yapıda değildi. Ehlibeyt önderleri etrafında olan şia olduğu gibi ehlibeytin dışında gelişen islam ilmiyle örtüşmeyen bilgilere haiz aşırı radikal grupların da kendilerini şia diye adlandırdıklarını görmekteyiz.
Farklı kaynaklardaki genel anlayış cercevesinde tarih sayfalarından bugüne yansıtılan hakikatların ışığıyla ilk şia hareketinin nasıl Şiacılığa dönüştüğü Şiacıların da şia lığı nasıl Şiiliğe dönüştürdüğünü anlamaya çalıştığımızda ortaya çıkan özet şöyledir;
Sahabeden Ali taraftarı olarak bilenen ve ona yakın duran küçük bir grup Hz Ali yi yiğitliği kahramanlığı ve ilmi vasıflarından dolayı onu sevmiş ve onu desteklemişlerdir. Bu grubun bir kısmı Hz Ali’nin ölümünden sonra Muaviye nin yönetimindeki savaşlara katılmış Eyüp El Ensari gibi bir kısmı kendi köşesine çekilmiş kendi etrafında Allah a hizmetde bulunmuş günü geldiğinde de Allahın rahmetine kavuşmuşlardır. Bunlar kendi yaşadıkları dönemde Hz Ali nin imametinden, masumluğundan ve ona bugünün şiası tarafından verilen vasıfların hiç birinden haberdar değillerdi. Ancak, Emevi hanedanlığının başlamasıyla Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet ön¬derleri ehlibeyte lanet okunmasının sağlanması olayı yaşayan sahabelerin bütününü çok üzmüş bu olayı şiddetle eleştirerek Muaviye ve valilerini bundan sakındır¬mışlardır. Hatta Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye'ye yaz¬dığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek ;
«Siz minberlerinizden Allah'a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali'yi severdi..» diyerek tepkisini dile getirmiştir. Tepkilerin dikkate alınmadığı bu dönemde büyük fetih hareketleriyle nicelik olarak yeterli büyümeyi sağlayan fakat nitelik olarak aynı gelişmeyi sağlayamayan islam toplulukları, iktidarı pekiştirme adına sürdürülen kötü adet ve yanlış davranışlarında katkısıyla mevcut huzuru sürdüremedikleri gibi huzursuzluğun dalga dalga artmasını sağlamışlardır.
İç siyaset deki karışıklıkların etkisiyle Ali taraftarlığının bir yansıması olarak yukarda bahsedilen sebeplerden ve özellikle de emevilerin ilk döneminde başlatılan ve Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam ettirilen cuma hutbelerindeki ehlibeyte hakaretin varlığı, Yezid döneminde, Hz. Hüseyin zalimce öldürülmesi, birçok alanda dinin yasaklarının çiğnenmesi, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in kızları esir cariyeler olarak Yezic e gönderilmesi insanların içinde infial yaratıyordu. Netice de bu insanlar Resulullah'm kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı. İnsanlar bütün bu olup bitenleri gördü, bunlara engel olamadı ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Emevilerin iş¬kenceye tâbi tuttukları ehlibeyt mensupları, bunların gözünde aşırı derecede büyümeye başladı¬.
Bu duygu ve düşüncelerini devamlı baskı altında tutan grupların şef¬kat ve merhamet duygularının kabardıkca, zamanında söz verdikleri halde sahip cıkamadıkları insanlara karşı davranışlarında değişimler yaşandı yargılamalarında da aşırılığa gitmeye başladılar. Fitne hareketinin devreye girmesiyle bu ortamda ehlibeyte karşı kutsallık izafe etmeye başladılar. Bütün bu sebeplerden dolayı camilerden eğitim kurumlarından uzak kalarak İslami hakikatleri öğrenemeyen topluluklarda ehlibeyt taraftarlığını öne çıkmaya başladı. Ve gittikce de kemikleşti.
İçlerinde yaklaşımları çok farklı, fakat sonuç itibariyle bir arada olan gruplardı bunlar. Özelliklerine gelince; Bunlardan bir kısmı ehlibeytin ilminden feyzinden faydalanmak üzere ehlibeyt mensuplarından hiç ayrılmayan onlardan ilim öğrenen sapık ve sapkınlığın içinde olmayanlar ki; bunlar şu an onların içinde değildir. Bir diğeri ehlibeyti önce destekleyip sonra ona ihanet eden grubun sonuçta yine kendini ehlibeyt taraftarlarını destekleme zorunluluğunu vicdan bir mesele haline dönüştüren duygusal yaklaşımların ağır bastığı ilimsiz cahil zümre, Bu grubun sempatizanlığı Hz Ali nin ırakta bulunması dönemiyle başlamıştır. Bir başkası İran’ın fethinden sonra bu bölgenin İslamlaştırılmasındaki yetersizlik ve bu bölgenin yapısından kaynaklanan gelenekçi yapının değişmemesi bu yapıyla Abdullah ibni sebe’nin fikirlerinin örtüşmesi ile oluşan görüş ki; bugünkü şia felsefesinin ana ilkelerini oluşturan büyük grup bunlardan oluşmuştur. Bu görüşe, farklı kültürlerdeki kitapların islama kazandırılması adına yapılan tercüme hareketleriyle yöresel inançların İslam kültürüne taşınması olayı büyük katkı sağlayan faktörlerden biri olmuştur. İlk dönemlerinde bu sürecin merkezinde olan ehlibeyt mensupları, gördükleri aşırı davranışlar ve sapkınlıklar yüzünden bunlardan ayrılmış, imamı Cafer “Ben olardan beriyim” demek zorunda kalmış yine aynı dönemde bu grup Hz. Zeyd’ de ihanet etmiş, onu yalnız bırakmışlardır. Sonuçta bunlara ehlibeyt mensuplarından tamamen ayrıldıklarından dolayı “Rafizi” adı verilmiştir. Sözün özü bu gruplar bu güne kadar ehlibeytsiz ehlibeytçilik yapmışlardır. Görüşleri birbirinden farklı onlarca gruplara bölünmüş her biri diğerini tarih boyunca tekfir etmişlerdir.
Abdullah İbni Sebe, sebailer, Rafıziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in bunlardan bazıları dır. Bu inanç sahiplerini yöneten ve yönlendirenlerin çoğu menfaatçilerden oluşmaktadır. Bunlar çıkarlarını sürdürmek adına bu inancı kurumsallaştırma gereğini duymuşlar Şiiliğin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için evvelinin olmasını sağlamak içinde bunu hadislerle teyit etme zorunluluğunu hissetmişlerdir. Ayetlerin geliş yeri ve nüzul sebebine bakılmasızın kendi görüşlerinin ispatını sağlamak için, ayetleri yanlış tevil ederek yorumlanması görüşlerinin ve yorumlardaki boşlukların bazı tarihi olaylarla doldurularak inandırıcılığın sağlanması yoluna gidilmiştir. Bununla birlikte görüşlerinin karşısında olabilecek görüşlerin veya kişililerin de bir şekilde ekarte edilmesi gerektiği düşüncesi ile sahabeye ve söylemlerine karşı kulaklarını kapamışlar, onların aleyhine propaganda ve faaliyetlerini bütün süreçte sürdürmüşlerdir. Özellikle İmamı Caferin ölümünden sonra onun adını kullanılarak binlerce hadis uydurarak uzun bir süre sonra ancak bu projenin altı doldurmuşlardır. Bu sürecde Bazı mefhumların anlamları değiştirilmiş. Bu mefhumlara islamda olmayan manalar yüklenmiş, ehlibeyt imamlarının hiç söylemediği sözler onlara söyletilmiş, Hz Ali nin kürsülerde ettiği vaazlar yaklaşık iki asır sonra değiştirilerek kitap haline dönüştürülmüş, sevilecek şeylerin bazılarına nefret esası getirilirken bazılarında ifrat derecede sevgiler yüklenmiştir. Düşünce yapılarında konjektürel olarak değişiklikler yaşanmış önceleri hoş görülen esaslar, kabul edilen ilkeler, çok ters olmayan tarihi şahsiyetlerin daha sonraları tamamen gözden düşürülerek yok edildiği, sürecin bütününe bakıldığında görülmektedir.
Tarihde bu anlayışa katkı sağlayan bazı olaylar ve kişiler bu sürecin bazen nedeni bazen kendisi, bazen destekleyicisi, bazen de farklı şekilde tezahür ettiğini görmek mümkündür. Şöyle ki;
Halifelik konusundaki Sürtüşmeler ve mücadele, Haşim oğulları ile onların amcaoğulları olan emeviler arasında geçme süresinde, Önce beni ümeyyenin daha sonra beni Abbas’ın elde ettikleri saltanatlarına zarar gelecek endişesi ile ehli beyt soyuna karşı yapılan düşmanlık ve haksızlığın istenilen amaca hizmet etmekten ziyade karşı grupların olmasını sağlamış bunların kemikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin içinde yaşayıp etkili olan kişilerden bazıları saf değiştirebiliyor ilginç karelerde yer alabiliyor. Sonuca baktığınızda ise, kişilerin ne zaman nerede olacağını dini anlayış değil, başka şeylerin belirlediğini görüyorsunuz. Mesela cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan sad bin ebi vakkas'ın oğlu amr, rey valiliği uğruna peygamber torununun üzerine yürüyebiliyor. Öte yandan bir zamanlar Ali'ye karşı çıkmış olan Zübeyir’in oğlu Abdullah, Hz. Hüseyin’in yanında yer alıyor. Keza kurnaz hakem amr'ın oğlu Abdullah da yezit’e biat etmeyip Hüseyin ile birlikte hareket ediyor!.. Hüseyin'i önce kerbelâ'da susuz bırakan hurr sonra onun yanına geçip uğruna şehit düşüyor! Ne oluyor da bunlar çok kısa bir süre içinde bu değişikliklere uğruyor acaba! Gönüllerini dini bir ilhammı basıyor? yoksa nerede olmaları gerektiğini olayların gelişimine göre mi belirliyorlar. Bunlar kaderin bir cilvesi olamaz mı? Burada din farklılığını aramak niye. Böyle bir farklılık yok ama kabilecilik ve yönetme arzusu ön planda. Hz peygamberimiz ile Ebu sufyanın büyük dedeleri yıllar önce araları açılmış iki kardeştir. Ebu süfyanın dedesi şama peygamberimizin dedesi de medineye yerleşmiştir. Ancak, daha sonraki nesilleri tekrar Mekkeye dönmüş ama eski de olsa aralarında bir husumet mevcuttur. Ayrıca, Hz Hamza Ebu süfya nın karısı hind’in babasını Bedir savaşında öldürmüştür. O da onun intikamı Uhut savaşında alarak Hz Hamza nın şehit olmasını sağlamıştır. Yani yezidin söylemlerinin arka planında saltanat aşkının yanında geçmişteki hadiselerden dolayı ceddinin intikam alma duygularının önecıktığı birebir görülmese de de hissedilir. Buna karşın Hz. Hüseyin ve yakınlarına ihanet edenler, yaptıklarının suçluluğu ile Kerbelâ faciasına ağıtlar yakmışlar karşıdakilere duydukları nefretle çeşit çeşit rivayetler ortaya koyarak destanlaştırmışlardır. Hissi ve duygusal yaklaşımların çok ileri derecede kullanılarak oluşturulan bu destanlar incelendiğinde; uydurma rivayetleri acılı tarihi olayın duygusallığı içine çok ustaca kamufle edildiği olayın dinselleştirildiği emeviler ile ehlibeyt arasındaki kavganın siyasi bir olay değil de dini bir kavga olduğunu imajı ile bir tarafın Müslüman karşı tarafın kâfirler cürufundan meydana geldiği algılaması yorumsuz anlaşılacaktır. Bu destanlar okurlarını farkında olmadan aynı duygu yelkenine bindirebilecek bir yapıdadırlar. Bu duygu ile yüklenen okuyucu ekmek yapmaya hazır hale gelmiş hamur gibi, artık din adına ne söylerseniz kabul etmeye hazır hale geldiğini görürsünüz. Çünkü şiacılar tarih boyunca kendi inanışlarını hep bu olayı kullanarak ajite ederek vermişlerdir. Tarihi gerçekleri ve sapkın amaçlarını bu acı olayı kullanarak camiden uzak kalmış ya da uzaklaştırılmış bilinçsiz halka ve taraftarlarına yutturmuşlardır. Yukardan beri bahsedilen sebeplerin oluşturduğu Şiilik anlayışını, Kerbela hadisesi ile iyiden iyiye tetiklenmiş, apayrı bir inançlar manzumesine dönmüştür.
Tarihin içinde ki bu gerçekleri görürken aklı kullanmak isteyen ve aklın karartılmasına taraf olmayanlara bu düşünce sahiplerinin ilk söyleyeceği şey; yine malum hadisenin duygusallığını kullanarak yezidin kurtarılmaya çalışıldığını, ona sahip çıkıldığı olacaktır. Onların nezdinde bu algılama biçiminin yezitle eşitlediğini görürsünüz. Yezitle bir olmak istemeyenler ise, kerbela olayı içine ustaca yerleştirilen şia felsefesi içinde buluverir kendini. Yani onlara göre yezide karşı olmanın şianın içinde olmaktan başka bir alternatifi olmadığı gibi şiaya karşı olmanın da yezidin yanında olmaktan başka bir alternatifi yoktur. Şiacılar size bu iki alternatifin dışında başka bir düşünceyi sunmazlar. Kendi bozuk inançlarının içine ehlibeytin istismarını taşıyarak size alternatifsiz bırakırlar. Gerçek Ehlibeyt Hz. Zeyt imam ı Cafer ve İmam Rıza şiacılık yapanlara karşı “Ben onlardan beriyim”. Demiştir demesine de istediği kadar biz bu hareketin içinde değiliz desinler. Şiacılar için bunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Burada önemli olan toplumun algılamasının istenilen yönde kullanılmasıdır. Oysa duyguları bir tarafa bırakıp aklı devreye soktuğunuzda şu gerçek hemen gözünüzün önüne gelecektir. Bu gelişmelerin en büyük müsebbibi ve tarafı yezit; bunu dini amaçlı yapsaydı, onların dediği gibi ehlibeyti ortadan kaldırmakla islamı yok etmeyi aynı görseydi, etrafındaki şakşakçıların ona verdiği gaz ile esir olarak yanına getirilen diğer ehlibeytin hepsini öldürtebilir, ondan sonraki saltanat hayatını daha korkusuz endişesiz sürdürebilirdi? Bu konuya at gözlüğü ile bakmanın meseleyi çözme yönünde asla bir cıkış olmayacaktır. O ortamdaki olaylara, söylenenlere tarihi vesikalara bakıyorsunuz gerçek hiç gösterildiği ya da gösterilmeye calışıldığı gibi olmadığını görürsünüz. Mesal; İbnu Zübeyr'in davetçisi Abdullah b. Muti gelip Yezid'in şarap içtigini, namazı terk ettigini ve kitaba, sünnete aykırı davrandıgını iddia ettiginde Hz.Ali nin oğlu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid lehine sahadet etimiş, Abdullah b. Muti'ye "Zikrettiginiz seyleri ben onda görmedim. Yanında bulundum ve onunla bir arada ikamet ettim. Namaza devam ettigini, hayrı arastırdıgını, fıkhî hükümler sordugunu ve sünnete baglı oldugunu gördüm" diye cevap verdi, İbnu Muti ve beraberindekiler ona: Sana tasannu için öyle yapmıstır dediklerinde "Söylediginiz içki içme hadisesini size gösterdi mi? Eger sizin yanınızda içti ise sizler onun ortagı sayılırsınız Yok sizin yanınızda içmediyse bilmediginiz, görmediginiz seye sahitlik yapmanız size helal degildir." demiştir. Onlarda; Görmedi isek de bu bizce malumdur dediklerinde de "Allahu Teala şahitlere bunu yasaklamıs ve buyurmustur ki "Bildikleri halde (bilerek) sahitlik yapanlar hariç, sizin bu isinizden herhangi bir sey (biliyor) degilim."
Hz. Ali'nin oglu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid için böyle şahadet ettiğini de görmekteyiz. Amac burada yezidi kurtarmak değil, onu zaten biz kurtaramayız kurtarmayız da. Ancak alt niyetli görüşler olayı sürekli dinselleştirdiğinden bazı gerçekleri duygumuza hoş gelmese de söylememiz gerekmektedir.
Bu sürecin neresinden bakarsanız bakın bu mesele bir din savaşı değildir. Ancak, mevcut muteber kaynakların ifadelerinden cıkan sonucta Yezidin amacı dinin muzafferiyetinden ziyade, kendi geleceğidir. Olayın birden çok görülecek yanı farklı cepheleri vardır. Eğer buradaki nüanslara doğru bakılmazsa gerçek hiçbir zaman doğru görülmeyecektir.
Bütün bu olup biteni anlamak için her türlü peşin hüküm'den sıyrılmak ve tek yönlü bakış acısını değiştirmek şarttır. Tabiî ki duygusallığı sevgiyi unutmayacağız ama akıl'dan da yararlanacağız. Elbette Allah isteseydi, Hüseyin’in başını şemir'in eline bırakmazdı. Ama ne ibni mülcem'i, ne câde'yi, ne de onu durdurmuştur... Bunda elbette Allah tarafından bilinen bizce bilinmeyen anlayamadığımız hikmetler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki.
Hz. Hüseyin kendisine düşenleri yapmış mertebelerin en yücesine ulaşarak hak'ka kavuşmuştur. Şehit olmasa da yatağında ölseydi bugün çoktan unutulmuş olurdu. Emevi hanedanları onların varlığını mücadeleci azmini hep ensesinde hissetmişler, muhtemelen yapabilecekleri bir takım kötülükleri yapamamışlar, bu hissedişin sonuçları şüphesiz İslam için hayırlı olmuştur.
Huzursuzluğun hâkim olduğu o dönemdeki toplum yapısına bakıldığında, İslam coğrafyasındaki algılamalar ve faaliyetleri şöyle sıralanabilir.
Olayın devlet cephesi olan emevi hanedanları ki; Halifeliğin yapısına saltanatı bulaştırmışlar, karşılarında muhalefet olabilecek güç ve yapıda kimse görmek istememekte, Bu hırsın kamu düzenini sağlayan kesime yansımasıyla valiler, halkın sıkıntılarına çözüm üretmek yerine onları daha sıkmaya patlatmaya yönelik eylemler içine girmelerini sağlamıştır. Yönetimin şerrinden korkan devlet erkânı yönetime yaranmak için yalakalık ve yanlışlık adına bir eylemde bulunmayı geleceğin garantisi görmektedir. İşte bu ortamda yukarda da kısaca bahsedildiği üzere Hz. Hüseyin’in şehit olmuş Allah ın rahmetine kavuşmuştur. Devleti yönetenler, devlet gelirini artırmak, kendi hükümranlıklarını iyice oturtmak için dışarıda fetih hareketlerini sürdürürken, içerde konumlarının kalıcılığını sağlamak adına o derece ileri gidilmişlerdir ki camileri bile siyasetde kullanmışlardır. Halkın tek güvendiği huzura erdiği bu müesseselerde kendi geçmiş ve gelecek nesillerine methiyeler düzülmesini sağlarken, bazı cami ve mescitlerde saraya yalakalık yapan din adamları kullanılarak ehlibeyte hakarete varan sözler sarf edilmesini sağlanmıştır. Söz konusu imamların bir kısmı aldıkları emirle, bir kısmı yağcılık olsun diye bile bile vaaz kürsülerinde ehlibeyti halkın gözünden düşürmek için yalan yanlış sözler sarfetmekten geri kalmamışlardır. Özellikle yezit ve zalim haccac dönemlerinde camilerde siyaset adına linç kampanyası sürdürmeyi saltanatın devamının garantisi görmüştür. Camiye gelip cuma namazını kıldıktan sonra hutbede bu tür hakaretleri dinlemek istemeyen insanların dinlemesini sağlamak için, Cuma namazının sonunda yer alan cuma hutbesini Cuma farzının önüne almışlardır. Emevi hanedanlarına yapılan övgüler ve ehlibeyte yapılan hakaret vari sözler boşa gitmesin dinlesin diye böyle bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Siyasetdeki hırsın bu kadar nefreti doğurması İslami alt yapıdan yoksun fakat camilere bir şey öğrenmek için namaz kılmak için gelen halkın, Ehlibeyt sempatizanlarının, Aliyi sevenlerin ve Alevilerin camilerden uzaklaşmasını sağlamış, bu olumsuz manzaradan uzak kalmak isteyenler camiyi terk etmek zorunda kalmışlardır.. Bu yanlışlar yüzünden camilerden uzaklaştırılanlar, İslami öğrenmekten yoksun bırakılmış, bu mazlum insanların başkalarının ellerine geçmesine sebep olunmuş, hırsları yüzünden müsebbipleri büyük bir gafletin, ihanetin, hesabı verilmeyecek sorumlulukların altına girmişlerdir. Ehlibeyt aşkıyla yanmaya başlayan iman ateşinin alevlenmesine ramak kalan grupların, İslamlaşamaması, ıslama fitne sokmak için fırsat bekleyen grupların ellerine itilmesi ne acı bir tarihi gerçektir. Bu gruplar camilerde gördükleri manzara karşısında kendilerini mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlamışlar, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ve bu tip kişi ve kişilerin anlayışları ile inançlarını sahip ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Hz. Ali'ye ve ehl-i beyt mensublarına, özellikle velayet ve ilmin yanı sıra, rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan şahsiyet¬leri sebebiyle doğan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlardır. Bazı din adamlarının vaaz kürsülerindeki saltanat sahiplerini övmelerini hazmedemeyen ehlibeyt sevdalıları bunlar yezit ve bunun gibi zalimleri överek sevap umduklarını düşünerek, biz neden ehlibeyti öven ve onu yücelere taşıyan övgüler methiyeler yapmayalım düşüncesi ile başladıkları faaliyetlerinin sonunda ehlibeyt adına uydurdukları hadisler karşılığında sevap alacaklarına bile inanmaya başlamışlardır.
Hatta bu konuda yarışa girişilmiş ehlibeytle ilgili 70 tane hadis uydurdum bunun sevabı bana yeter deyip yaptığı ile cenneti umanlar olmuştur. (konu ile ilgili geniş bilgi Şianın Hadis Anlayışı bahsinde yer almaktadır)
Burada küçük bir ayrıntının belirtilmesinde fayda var. Yezid, kendi döneminde asla ilmin merkezi konumunda olan Mekkeye hükmedememiştir. Mekke'ye de İbnü’z Zübeyr hükmetmiş, Yezid'e biat etmemiş ve Yezid ölünceye kadar da kendisine biat edilmesi için çağrıda bulunmamıştır. Mekkedeki camilerde yezide methiyeler düzülen hutbeler okunmamıştır. Ayrıca beni ümeyye ve beni abbasi dönemlerinin bazı idarecileride kendi adlarına düzülen bu tür övgülere izin vermemişlerdir. Bu sürecte emeviler'den halife 2. Muaviye ve halife ömer'i aynı kefeye koymamak hayırla yadetmek gerekir... Çünkü bu muhterem zatlar camide ehl-i beyt'e sövme âdetine büyük tepki göstermiş bu yanlış hareketi kendi dönemlerinde kaldırmışlardır. Şu önemli noktanında altını cizersek, Emeviler'den de, Abbasiler'den de hilafete Emeviler döneminde bulaştırılan saltanat yönünü kaldırmak için gayret gösterenler olmuştur. Bilhassa Abbasi halifesi Memun, kendisinden sonra İmam Cafer-üs Sadık'ı halife olarak göstermiş, ancak bir sonuç alamadan halifelik'ten düşürülmüş, yerine oğlu getirilmiş, böylece saltanat zinciri devam edilmiştir. Ancak halifelere, Hz Hüseyin ve Zeyd’ den başka başkaldıran ehlibeyt imamı hiç olmamıştır. Özellikle imam cafer'den sonra halifeler ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verildiği görülmektedir.
Buna karşın sapkın hareketlerin propagandası ile yeni bir anlayışın etkisinde kalanlar ki, bunları da birkaç bölümde sıralayabiliriz.
Hz Hüseyin’i davet edip, ona sahip çıkama kararlılığını sürdüremeyen ve yanında olamama neticesinde onun, hunharca ve gaddarca şehit edilmesine sebep olma ezikliğinin etkisinden kurtulamamış, ancak, sağlığında sahip çıkamadıkları bu zatın ve çocuklarının sevgisini özünde yaşamayı ve yaşatmayı vicdani bir görev sayan ve dini konuda son derece yetersiz olan bu gruplar, dini öğrenmek için gittiği camilerde ehlibeyti halkın gözünden düşürmeye yönelik olmadık iftiralar atılmasını içlerine sindirememişlerdir. Kendilerini, mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlayarak, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Camilerde anlatılan dini konularla övgü ve kınamaları bir algılamış, Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ile inançlarını ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Bunlar Hz Ali ve ehl-i beyt mensuplarına verilen ilmin, velayet ve Rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlar bunu bir görev bilmişlerdir.
Yine bu zümreden olup eski kültürlerinden vazgeçemeyip islamla birleştirmek isteyenler, tercüme hareketlerinin başladığı dönemlerde kendi kültürlerini İslam kaynaklarına sokarak bu gruba büyük destek sağlamışlardır.
İslami hizmetlerin ulaşamadığı halk kitleleri.
Bu grupta yer alanlar kitleler halinde Müslüman olmuş ancak yeterli bilgiye ulaşamayan bu insanların mevcut hallerinden istifade edilerek, hanedanlarının yaptıkları zulüm ve haksızlıklar istismar edilerek, gerçek islamla emevi yaşam biçimini bire bir aynı göstererek hak yolun emevi uydurması olduğu propagandası ile insanların gerçeklere karşı kulağını kapamasını sağlamışlardır. Boşlukta kalan bu insanlara, Sapkın fikir ve anlayışların İslam adı altında verilmesi, peygamber yerine alternatif peygamber inancı yerleştirmek için peygambere inanan ama esas icracı olan masum imamların etkin olduğu bir anlayışın benimsetilerek, masum imamlar adına söylenilen sözlerin gerçek din gibi algılanması sağlanmıştır.
Bir başka grup, zulmün ve istismarın yaptığı tahribatı yeterince engelleyemediği için İslam ümmetinin geldiği son durum karşısında üzgün ve rahatsız olanlar ki bunlar da kendi inanç dünyasını sahabeden ve tabiinden öğrendiklerini yaşamaya çalışan geniş halk kitleleri.
Dördüncü bir cephe ki doğru islamın bugünlere taşınmasını sağlayan ve Hz Peygamberimizin size iki emanet bırakıyorum birisi Hz Kuran diğeri ehlibeytim diyerek işaret ettiği, islamı gelecek nesillere taşıma gayreti ile ıssızlarda, mağaralarda, talebe yetiştiren ilim ve irfanın fetih ülkelerine yayılmasını sağlayan vizyon sahibi ekip ve onların medrese faaliyetleri.
İslam coğrafyasındaki genel görünüm çok net olmasa da aşağı yukarı birbirinden farklı amaç ve bilinçte dört ana grup olarak sıralayabiliriz.
Pekiyi şiilik bu sürecin neresinde başladı sorusunun cevabına cok somut belli bir nokta ve zaman diliminde denmesi mümkün değildir. Bu husus uzun soluklu bir süreçle bazı Müslümanların yanlışlarından, meydana gelmiştir. Şöyle ki: yukardan beri sayılan hususların her birisinin belirli katkıları olmuş ama özellikle Hz Hüseyin in şehit edilmesinden sonra ehlibeyt sevgisi ile yanıp tutuşan insanların camilerden uzaklaştırılması neticesinde boş durmayan islam düşmanlarının bu insanları istismar etmeleriyle bu mazlum insanlara din diye verilen bir takım saplantıların kemikleşmeye başladığını şianın Şiacılığa, Şiacıların da Şiiliği kurumsallaştırdıklarını söyleyebiliriz.
Ehli beyt imamları ise; emevi hanedanlarınının uzağında durmuş ancak, belirli zamanlarda kendisini ehlibeyt taraftarı gösteren gruplarla birliktelik sağlasalarda onların amaclarını öğrenip yollarından döndüremeyince onlardan da uzaklaşıp, islam kaybolmasın diye bütün enerjilerini dine hizmete çevirip boş durmadan talebeler yetiştirmişlerdir. Bu hizmetlerini de o günkü şartlardan dolayı gizli sürdürmek zorunda kaldılar. Yetiştirdikleri öğrencilerini ilmi ve irfanla yoğurarak islam âleminin her tarafına yaydılar. Bu talebeler gittikleri beldede islamı anlatıp yayma faaliyetine devam ettiler. İşte bu zamanda ilhamını yine ehli beyt imamlarından alan bu talebeler islamı yaymaya gayretinden geri durmadılar. Bunların samimi gayretlerinin sonucu mezhepler olarak tezahür etti. Farklı yorumlarla gün yüzüne cıkan bu meshep imamları hiç bir zaman ehli beyte ihanet etmediler. İmamı azam beni ümeyyeye karşı kıyam eden hazreti zeyd’in yanında oldu. Yönetimin yanında olmamak için hapishanelerde yıllarını geçirdi hatta orada öldü. İmam Şafii hazretleri sultanlara karşı " Rafızilik ehli beyti sevmek ise ben nafiziyim" dedi. Ehlibeyt anlayışı ile kendi anlayışları arasında bir fark olmadığını herkese ilan etti. İmam Ahmet bin Hanbel ehli beyt sevgisinden dolayı zindana atıldı. Yani velhasıl ehlisünnet gerçek anlamda ehli beytin talebelerinden başkası değildir. Ehlisünnet ile ehlibeyt arasında temel konuların hiç birinde ayrılık bulunmamaktadır. Bunlar göz ardı edilmeyecek ve aslla kaybolmayacak tarihi gerçeklerdir.
Bütün bu sorunlara rağmen, Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir. Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi boşuna söylenmiş bir söz değildir.
Bu sürecle ilgili El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Burada esas dikkati çeken işin acı yönü şia karşıtı olarak bilinen alimler toplum önderleri ve imamlar saltanat şak şakşakçıların yanlarında, çevrelerinde olmamalarına ve onlara karşı olmalarına rağmen, o günkü zulmün tarafıymış gibi gösterilmeye çalışılmasıdır. Oysa bunlar; ehlibeyt imamlarının yetiştirdiği, ya da hocaları ehlibeyt imamı olan âlimlerin yetiştirdiği, mezhep imamlarıdır. Bunlar; beni ümeyye zulmüne sonuna kadar karşı durmuşlar, çalışma azmi keskin zekası ve vefası sayesinde ıslamın orijinalinin bozulmadan, temel felsefesi değişikliğe uğramadan, gelecek nesillere taşıyan güzide insanlar olmuşlardır.
Minberde Ali’nin kötülenmesini emrinden sonra ayaklanmalar olmuş ve bunlar Emevi Hilafetini sarsıp belini kırarak, Abbasi Hilafet’ine yol açmıştır. Abbasilerin devlet yönetimini ele gecirmesi ile de umut edilen gelişmeler olmamış benzer olaylar devam etmiştir. Şöyle ki;
Eba Müslim’in desteği ile halife olan ebül Abbas, "nerede bir emevi varsa, kılıçtan geçirilmesini" emretti!. Bu düşmanlık sonucu Haşimiler Emevilerin topluca öldürülmesini sağlayarak olayı korkunç bir katliama dönüştürdü.
Tarihe baktığınızda siyasetin çok acımasız, figuranların kimi nerede ne zaman desteklediği konusundaki değişkenliğin ne kadar hızlı olduğunu bununla birlikte bu değişkenliklerde esas sebep cıkar olmasına rağmen bunun saklanıp bu uğurda inancların istismar edildiğini görüyorsunuz. İşte esas amacı ehlibeyte yardımcı olmak onları korumak amacıyla ortaya cıkan Ebül Abbas, halife olduktan hemen sonra Şam’da 90 kadar emevilerin ileri gelenini yemeğe çağırdı. Onları sopa ile döve döve öldürttü. Sonra da cesetlerinin üzerine sofra kurdurtup keyifle yemeğini yedi. Sofranın altındakilerden bazıları hâlâ ölmemiş, can çekişiyordu.
Basra’da Abbasi komutan Abdullah sokaklarda emevi avlayarak birer birer öldürttü, cesetlerini yerlerde sürükledi, köpeklere yedirtti. zulüm bir taraftan kapanırken bir başka isim le yeniden hortlamıştı. Bu süreçte eba müslim-i horasani de intikam amacıyla çok emevi öldürdüğünü görmekteyiz. Bu sülaleden bir tek kılıc artığı emevinin gizlice endülüse kactığını orda büyük hizmetlere vesile olduğunu görüyoruz. Bu süreclerde İyilik ve kötülüğün sülale, soy, sopla alakalı olmadığını tamamen kişilerin kendisiyle ilgili olduğuna çok defa şahit oluyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılması acısından bazı tarihi gerçeklerinde ifadesinde fayda var;
Mesela bazı yaklaşımlarda her halife'ye baş kaldıranı şia, her halife'den yana olanı "yezid" sayma gibi bazı saplantı görünmektedir ki bu hiç doğru değildir. Bunun en bariz örneğini eba Müslim ve ebu Hanife’yi görmek lazım. Halifeliğin Abbasilerin eline gecmesini sağlayan Eba Müslim’i, bizzat imam Cafer şia saymamıştır. Oysa Ebu Hanife’yi i kendi meclisine katılmasından dolayı şia saymıştır. Bazı imamlar kendileri dışında gelişen şiacılık yapan gruplara karşı olmuş hatta onların yanında değil halifenin yanında yer almışlardır. Bunun en büyük örneği İmam rıza'nın halife me'mun'a gelip şiiler'e ve Muhammed mehdi oğlu İbrahim’e karşı uyarmıştır. Kendilerine şia adı veren ve bu grupları sürekli yöneten ve yönlendiren bazı menfaat ve fitne amaçlı kişiler, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi ehlibeyt mensuplarını öldürmekten bile çekinmemişlerdir. Yine büyüt fitneci, meymun İsmail’in imam'lığını savunma, imamlık postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadeleesine girerek Şiilik'ten büyük kazançlar elde etmiş, Şiilik inancını önce ifrata götürüp sonra da inkâra yönelmiştir.
Görüleceği gibi o dönemlerde kendini şia diye adlandıran gruplar homejen bir yapıda değildi. Ehlibeyt önderleri etrafında olan şia olduğu gibi ehlibeytin dışında gelişen islam ilmiyle örtüşmeyen bilgilere haiz aşırı radikal grupların da kendilerini şia diye adlandırdıklarını görmekteyiz.
ŞİİLERDEN YENİ İNCİLER
Sistani'nin fetvalarının yayınlandığı ve Türkçe tercümesinin bulunduğu İnternet Sitesinin 18 Eylül 2008 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri kökenli 'group-xp' adlı hackçı grup tarafından Hacklenmesi ni sanırım biliyordunuz. Bu grubun yaptığı eylemde yaklaşık 300 civarında internet sitesi ile birlikte Sistani'ye bağlı Küresel Ehl-i Beyt Bilgi Merkezi vakfının sitesi de hack edilmesi farklı medya organlarına yansımıştı. Sitede aşağıdaki sayfadaki gibi sistaniye - On iki imama iman etmeyen kişi Müslüman mıdır?” seklindeki soruya “O kâfirdir” diye cevap vermiştir. “On iki imamdan birine iman etmeyen kişinin arkasında namaz kılmanın hükmü nedir?” seklindeki soruya: “Caiz değildir” diye cevap vermiştir. Bu fetvalar Sistanî’nin resmi internet sitesinde kendi el yazısı ve imzası ile yayınlanmıştı. Ancak site ortadan kalktığı için bu soru ve cevabı aşağıdaki gibi bütünlük içinde verilememektedir.
Es Seyyid Adnan el Bahrani’nin eserinde klasik ve değişmeyen Şii düşüncesinden en önemlisi olan “Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiği ve değiştirildiği” belirtilmektedir. Yazar:Esseyyid Adnan el Bahrani
Eser Adı: Meşarik el Şümus el Deriyye
İçerik: Bu eserinde Şii alim sözde Hz. Ali’ye dayandırarak naklettiği iftirada Kur’an-ı Kerim’in değişikliklerin yapıldığını, elimizdeki mevcut Kur’an’ın Muhammed (as)’e indirilen Kur’an olmadığını, bilakis bunun Allah’ın (cc) indirdiklerinin hilafına şeyleri içerdiğini, muharref ve muğayyer olduğunu iddia etmektedir!!! İşte kitapdaki metnin fotografı
AYNI KONUYA VURGU YAPAN BAŞKA BİR KİTAPLARI
Adı: Evailul Makalat fil Mezahibil Muhtarat
Telif: Fahruş Şia Abdullah Muhammed bin Muhammed …El Bağdadi
Mulakkab: Şeyhul Müfid
Kitabın 93. sayfasının “Noksan-Eksiklik” adlı ara başlığının altında yazar “Çıkartma ve eksiklik, bazı zalimlerin (burada elbette Hz. Ebubekir (ra), Hz. Osman (ra) ve Kur’anı Kerim’i toplayan sahabeler kast edilmektedir; zira başka kimse Kur’anı toplamadı.) Kur’an’dan bahsettikleri ve ihtilaflarına dair haberler bizlere Al-i Muhammed’den hidayet imamlarından gelmiştir.”
İlgili sayfada şunlar iddia ediliyor:
Adı: İlel el Şira’- Yazar: Şeyh Celil el Eqdemi
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
Kitabın altı çizili kısmında Şii din adamı “Nebi (as) Hz. Ali (ra)’ye keşke Allah Tebareke ve Teala Şiilerin günahlarını bana yükleseydi” yönünde bir ifadede bulunduğunu, “ardından bana mağfiret etseydi” dediği iftirasında bulunuyor. Daha sonrasında da Fetih Suresinin ikinci ayetini bu konuyla ilişkilendiriyor!
Hz. Muhammed (sav)’i bile çirkin iftiralara maruz bırakan bu zihniyetin önde gelen temsilcisi Ayetullah Humeyni’nin de benzer iftiraları için bu sitenin Humeyni kısmına bakılabilir
BAŞKA BİR İDDİ DAHA
Humeyni eserinin ilgili sayfasında: “Mezhebimizin zaruriyatlarından biri de imamların manevi mertebesine kimsenin ulaşamayacağıdır. Hatta ne yakın bir melik ne de gönderilen bir Peygamber! Esasında Resulü kiramlar ve imamlar – rivayetlerimize göre – arşın gölgesi altında bu dünyadan önce nur idiler…” demektedir.
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
Es Seyyid Adnan el Bahrani’nin eserinde klasik ve değişmeyen Şii düşüncesinden en önemlisi olan “Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiği ve değiştirildiği” belirtilmektedir. Yazar:Esseyyid Adnan el Bahrani
Eser Adı: Meşarik el Şümus el Deriyye
İçerik: Bu eserinde Şii alim sözde Hz. Ali’ye dayandırarak naklettiği iftirada Kur’an-ı Kerim’in değişikliklerin yapıldığını, elimizdeki mevcut Kur’an’ın Muhammed (as)’e indirilen Kur’an olmadığını, bilakis bunun Allah’ın (cc) indirdiklerinin hilafına şeyleri içerdiğini, muharref ve muğayyer olduğunu iddia etmektedir!!! İşte kitapdaki metnin fotografı
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
AYNI KONUYA VURGU YAPAN BAŞKA BİR KİTAPLARI
Adı: Evailul Makalat fil Mezahibil Muhtarat
Telif: Fahruş Şia Abdullah Muhammed bin Muhammed …El Bağdadi
Mulakkab: Şeyhul Müfid
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
Kitabın 93. sayfasının “Noksan-Eksiklik” adlı ara başlığının altında yazar “Çıkartma ve eksiklik, bazı zalimlerin (burada elbette Hz. Ebubekir (ra), Hz. Osman (ra) ve Kur’anı Kerim’i toplayan sahabeler kast edilmektedir; zira başka kimse Kur’anı toplamadı.) Kur’an’dan bahsettikleri ve ihtilaflarına dair haberler bizlere Al-i Muhammed’den hidayet imamlarından gelmiştir.”
Bir başka fetva
Şii Arapların kullandığı ve Şii alimlerin fetvalar yayımladığı Ya Hüseyin adlı forumda Ayetullah Seyyid Hüseyin el Şehrudi’nin fetvası. Buna ne demeli Ehli Beyt’in Kur’an-ı Kerim’den daha üstün olduğunu iddia etmeleri.
Eser Adı: Kamilul Ziyarat
Müellif: Ebil Kasım Cafer bin Muhammed bin Cafer bin Musa bin
Konu Başlığı: Kerbela’nın ve İmam Hüseyinin (a.s) Ziyaretinin Fazileti
Sayfa 811′de son derece komik ve sapkın bir Şii literatürü rivayeti naklediliyor. Alemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) bu insanların neler atfettiği ve neler uydurduğuna dair önemli bir belge niteliği taşıyor kitap.
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
İlgili sayfada şunlar iddia ediliyor:
“Ebu Abdullah’tan rivayet edildi ki o: “Kabe’nin toprağı dedi ki: “Kim benim gibidir? Şüphesiz ki Allah benim üzerime bu evi inşa etti, her vadiden insanlar akın akın bana geliyorlar. Ve ben kutsal bir mabed yapıldım!?”
Bu münasebetle Allah şunu vahyetti: “Sen durmalı ve bir ara vermelisin. Benim kudretim ve azametimle, sana verdiğim mükemmellik Kerbela’ya verdiğimle kıyaslandığında bir hiçtir. Okyanusa dağıltığında bir iğne ne kadar su alırsa onun gibi bir şey müstesna!
Eğer Kerbela’nın tozu toprağı olmasaydı sana hiçbir mükemmellik vermez idim. Eğer Kerbela toprağı zorunlu kılmasaydı; seni yaratmazdım, ve Ben senin iftihar ettiğin Kabe’yi yaratmazdım! Bu yüzden sakin ol ve yerinde dur, mütevazı ol, Kerbela toprağına doğru boynu bükük ol, Kerbela toprağının karşısında böbürlenme: Eğer böyle olmazsan sana öfkenirim ve seni Cehennem ateşine fırlatırım!”
Şeyh Celil el Ekdemi adlı Şii alimin Beyrut, Lübnan’da basılmış kitabında Hz. Peygamber (sav)’e sözde Hz. Ali (ra) ile yaptığı uydurma bir iftiraya yer veriyoruz..
BAŞKA BİR KİTAPLARINDA
Adı: İlel el Şira’- Yazar: Şeyh Celil el Eqdemi
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
Kitabın altı çizili kısmında Şii din adamı “Nebi (as) Hz. Ali (ra)’ye keşke Allah Tebareke ve Teala Şiilerin günahlarını bana yükleseydi” yönünde bir ifadede bulunduğunu, “ardından bana mağfiret etseydi” dediği iftirasında bulunuyor. Daha sonrasında da Fetih Suresinin ikinci ayetini bu konuyla ilişkilendiriyor!
Hz. Muhammed (sav)’i bile çirkin iftiralara maruz bırakan bu zihniyetin önde gelen temsilcisi Ayetullah Humeyni’nin de benzer iftiraları için bu sitenin Humeyni kısmına bakılabilir
BAŞKA BİR İDDİ DAHA
Humeyni eserinin ilgili sayfasında: “Mezhebimizin zaruriyatlarından biri de imamların manevi mertebesine kimsenin ulaşamayacağıdır. Hatta ne yakın bir melik ne de gönderilen bir Peygamber! Esasında Resulü kiramlar ve imamlar – rivayetlerimize göre – arşın gölgesi altında bu dünyadan önce nur idiler…” demektedir.
RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN ÜSTÜNE TIKLAYINIZ
25 Ağustos 2010 Çarşamba
HZ HÜSEYİN' ŞEHADETE GÖTÜREN SÜREC
İslam coğrafyasındaki olumsuzlukları arkasına alarak islama fitne sokma hareketini yerleştiren Abdullah İbni Sebe hayatı boyunca bu faaliyetlerine devam etti. Göle yoğurdu tutmuştu. Ortaya koyduğu görüşleri, İslam akidesince kabul görmemesine rağmen bunu bir şekilde İslamlaştıracaktı. Şimdi bu fikirlerin altının doldurulması gerekiyordu. Bunun cevabı da tabi ki onda hazırdı. Uzun vadeli planlar zamanı geldikçe bir bir sisteme dâhil edilecek başlangıçtan sonra kendisi olmasa da bu işler yürüyecekti. Çünkü zaman, zemin ve mekân buna çok uygundu. İran faktörü kafasındaki planla bire bir örtüşüyordu. Hz. Ali nin yapısı davranışları ve inançları ile plandaki uyumsuzluğu da takiyye bağlayacaktı. Takiyye fikrinin ardında çok işler kurtarmak mümkündü. Temel sağlam atıldıktan sonra gerisi kolaydı. Süreç planladığı gibi de devam etti.
Sürecin tarihi gelişimini takip etmeye devam edersek;
Hz. Ali haince arkadan vurulduktan sonra kendisini vuran ibni mülcem'in öldürülmemesini" söylemiştir. Bunu söyleyecek kadar gücü olmasına rağmen toplam 17 oğlundan hiçbirinin halife olmasını vasiyet etmemiştir. Böyle bir şeyi düşünseydi, onu da söyleyebilirdi. Şahadetinin ardından yerine büyük oğlu Hz. Hasan Halife seçildi.
Şii tarihçilerinden olan Isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas oldugunu söylemektedir.[ Ebû’l-Ferec el-Isfehanî (356/966), Mekâtilu’t-Talibiyyîn, (thk. Ahmet Sakar), Beyrut 1987, 52 ). Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayıp görevinin başında bulunuyordu.[ Ali Yasin, 122] Zaten Isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden şahsin Abdullah b. Abbas olduğunu söyledikten sonra Muaviye tarafından Hz. Hasan’ın hâkimiyetinde bulunan kentlere casusların gönderildiğini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafından yakalanarak idam edildiğini belirtmektedir.[ Isfehanî, Mekâtil, 54] Görüleceği gibi İsfehandı daha önceki söylediği ile tezada düşmekte bir noktada kendi kendini yalanlamaktadır ki bu da şii tarihçilerinin en büyük özelliğidir. Abdullah b. Abbas’in o tarihte Basra’da olduğunu kabullenmektedir. Ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’ın Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazip, Muaviye ile savasa devam etmesini tavsiye ettiğini söylemesi de[Ibn A’sem, III/IV, 285] Abdullah’ın, Hz. Hasan’a biat ettiği tarihte Kûfe’de olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Hazreti Hasan babasının halifelik yaptığı dönemde de aktif çalışmaların içinde bulunmuş bir kişi olarak ülkenin içinde bulunduğu karışıklıkların sonucunun nereye doğru gittiğini görmekte bunun çözümü ve halifelik konusunda dedesi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in “Benden sonra hilafet 30 yıldır. Ondan sonra ısırıcı saltanat başlar.”, ” Benim bu oğlum seyyiddir, umulur ki, Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasını bulacaktır.” sözleri gereğince muaviye ile anlaşma yaparak halifelik'ten 662 yılında çekildiğini bildirdi.
Hz. Hasan; muaviye (r.a) karşı “Kur'an’a ve sünnete uyması, şura kararlarına göre hareket etmesi ve Hz. Hasan yandaşlarından intikam almaması” şartlarını öne sürdü. Bunu kabul eden Muaviye (r.a), biat almak üzere Kufe’ye gitti. Orada Muaviye (r.a) halka hitap ettikten sonra minbere cıkan Hz. Hasan şöyle dedi;
"Ey Irak halkı! Benim gönlüm sizden soğudu. Babam Hz. Ali’nin sağlığında bunca muhalefetler ettiniz, bir gün O'nu gamsız bırakmadınız. Nihayet babamı öldürdünüz. Bana da bunca zahmet verdiniz; üzerime hücum eylediniz; beni yaraladınız. Henüz yaram iyileşmedi. Malımı yağmaladınız. Ey Irak halkı! Eğer siz ehl-i beyt-i Rasulullah'a eza kıldınızsa da Allah hıyanette bizimle sizin aranızda hâkim ve kâfidir. Şu halde ben Muaviye’ye biat ettim. Sizin biatinizden bizar oldum." dedi.
Daha sonra Muaviye ile yaptığı bir anlaşma ile ona biat etti. Bu anlaşmanın önemli maddelerinden birisi de "Muaviye kendisinden sonra kimseyi yerine tayin etmeyecek; aksine bu iş(hilafet), ondan sonra Müslümanların şurası ile tesbit olunacaktır" şeklindedir ki bir şii yazar olan Gölpınarlı da Tarih Boyunca islamm Mezhepleri ve Şiilik (istanbul 1979),377 eserinde bu görüşü paylaşmaktadır.
Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra) Muaviye'ye biat etmesi ve halifeliğin bir şura tarafından seçilme şartı koymasıdır. Siacıların bu biata iştirak etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü onlara göre bu biat masum olan bir zâttan Yani ikinci İmam Hz Hasan dan sadır olmuştur. Hâlbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan imamlarına muhalefet ettiler. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:
Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur. Çünkü masumiyet onlarda esastır.
Ya da Hasan’ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar. Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler. Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.
Meselenin özünde Hazreti hasan son derece ileri görüşlü gelişmelerde Allah ın muradını anlayan bir yapısı vardı. Hilafeti korkaklığından bırakmış değildi. Kendileri için hilafetten ziyade imametin ön planda olduğunu görmüştü. O günkü şartlarda gittikçe genişleyen İslam coğrafyasındaki cehaletinde arttığını görmekteydi. Bunun giderilmesi ilim adamı yetiştirilmesi görevinin birileri tarafından yürütülmesi gerektiğini biliyordu. Bu çalışmalarını sürdürürken genç yaşta Allahın rahmetine kavuştu. Hasan, ölümüne yakın kardeşi Hüseyin’e önemli mesajlar vermişti:
"benim anladığıma göre, Allah velayet ile hilafet'i bizde birleştirmeyecek!"
Sonra şöyle devam etmişti: "HZ. Ayşe'ye sor. Eğer izin verirse, beni dedimin yanına defnet. Ama karışıklık çıkarsa, vazgeç!"
Bunu Mervan haber alınca, "biz oraya kimseyi defnettirmeyiz," dedi. Bunun üzerine Hüseyin’in taraftarları silaha sarıldılarsa da, Hasan’ın sözlerini hatırlayarak savaştan vazgeçtiler. Hz.Hasan, baki mezarlığına defnedildi.
Hasan’ın velayet ve hilafet hakkındaki sözleri gerçeğin tam ifadesi idi!
Zaten bunu sezdiği için kendisi hilafet'ten vazgeçmişti!
Şiacıların ortaya koyduğu planlarına uymayan bu gelişmelerin nasıl ters yüze çevrildiğini, olaylara kılıf bulma adına gerçek tarihi nasıl saptırdıklarını artık sık sık görmeye devam edeceğiz.
Bu gelişmelerden Hz. Hasan ın mukaddes davadan yüz çevirdiği, emevilere karşı hasan ve hüseyinin farklı tutumları nedeniyle imametin tartışmalı hale geldiği anlamını çıkartan ve bunu hazmedemeyen Şiilerin bir kısmı Hz. Hasanı “müminlerin yüz karası” olarak ilan etmeye karar vermişlerdir. Şii düşünürlerden Nevbahati bu çelişkiler yüzünden şia inancını terk edenlerin değerlendirmesini şöyle bildirmiştir.
“Hüseyin şehit edildiğinde, taraftarlarında bir grup söyle demişlerdir: Hasan ve Hüseyin’in yaptıkları işi anlayamıyoruz; şayet Hasan’ın taraftarlarının çokluğuna ve güçlü olmasına rağmen Muaviye ile sulh yapıp savaşmaktan aciz olduğunu kabul etmesi gerekli ve dogru bir iş ise, taraftarları az ve zayıf olan Hüseyin’in, daha çok adamı olan Yezid’le, kendisinin ashabının tamamının ölümüne müncer olan muharebesi batıldır ve vacib değildir; çünkü şayet Hüseyin yezid’le savaşmaktan vazgeçip sulh taleb etseydi, Muaviye ile savaşmaktan vazgeçen Hasan’dan daha çok mazur görülürdü. Eğer hüseyin’in, kendisi, çocukları ve taraftarları katledilinceye kadar Yezit’le savaşması vacip ve doğru bir iş ise, yanında çok sayıda taraftarı bulunduğu halde Maviye ile savaşmayı bırakan Hasan’ın yaptığı iş batıldır. Bu yüzden bir kısım Şiiler, Hasan ve Hüseyin’in imametinden müşteki oldular ve onlardan ayrılarak diğer Müslümanların içine karışıp dağıldılar” bu düşünce yoğunlaşıp kendi inanclarından ayrılmaların sürdüğünü gören Şiacı stratejistleri bu durumu kurtarmak için düşündüklerinin tam tersini yapmak zorunda kalmışlar ve bu tartışmayı Hz Peygamberimize söylettirdikleri şu hadisle imameti kurtarmaya çalışmışlardır.
“Hasan ve Hüseyin huruç etmeseler de etseler de imamdırlar”!
Bunun akabinde Hazreti Hasan’ın yaptığı her şeyin Allah tarafından emredildiğini, halifeliği bırakmasının da Allah’ın emri ile yerine getirdiğini söyleyerek durumu perçinlemişlerdir. Konu ile ilgili Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
Artık bu sözden sonra Şiilerin; imamlar adına söyledikleri hiçbir inanc akidesi kimse tarafından tenkit edilemeyecek ve sorgulanamayacaktı. Çünkü her davranış o mühürlü mektuba göre yapılmaktaydı.
Konu ile ilgili bir başka haber Yezîd b. Humeyr b. Abdurrahman b. Cubeyr’in ağzıyla Hasan’a söylettirilen haberde “Arapların çoğunluğu bana itaat etmekteydiler. İstediğim ile savaşıyor, istediğim ile barış imzalıyorlardı. Ama ben bütün bunlara rağmen hilafeti Allah rızası ve ümmetin kanının dökülmemesi için terk ettim.”ifadesi de yukarıdaki hadisi tamamlaması için inşa edilmiş gibidir.
Yine şia üstadları Cemel, Sifin savaşlarında Hz. Ali ile Kerbela’da Hz.Hüseyin ile savaşmış olan Emevileri toptan cehenneme göndermek için, yine Hz. peygamberimize; ” Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’e söyle demiştir: “Sizinle savaşan kimsenin düşmanı, sizinle barış halinde olanın dostuyum”. Sözünü söyletmişlerdir.
Yine Hz Hüseyin in Hz Aişe’ye giderek Hz. Hasan’ın dedesinin yanına defnedilmesi konusunda müsaade istemesi ve izin alamaması üzerine; “Hüseyin (as) Aişe’nin [kendisine gitti ve onun talakını verdi. Çünkü Resulullah, kendi eslerini boşama yetkisini kendisinden sonra Emiru’l-mü’mîn’e [Hz. Ali] vermişti. O da kendisinden sonra Hasan (as)’a vermişti. Hasan da Hüseyin (as)’e vermişti. Resulullah [bu yetkiyi verirken de] söyle buyurmuştu: Eslerimin içinde Kıyamet günü beni göremeyecek olanlar, vasilerim tarafından talakları verilmiş olanlardır” diyerek saçmalamada ne derece zirve yaptıklarını görmek mümkündür.
Muaviye’yi Hz. Peygamberin minberinde görmeye tahammül edemeyen Siîler
bir taraftan Peygamberin Muaviye’yi lanetlediğini ve “Onu minberimin üzerinde görürseniz, öldürünüz” dediğini aktarırlarken, diğer taraftan, “Resulullah rüyasında Ümeyye oğullarının birbiri ardınca minbere çıktıklarını gördü. Bu rüya onu üzdü kendisini teselli etmek için yüce Allah Kevser suresini nazil buyurdu” iddiasında bulunmaktadırlar. Bir birinden iki ayrı duruşu ifade eden bu haberlerden ilki, daha erken döneme ait iken, ikinci haber ise Emevî hanedanına mensup halifelerin peş peşe iktidara geldikleri bir döneme aittir. Nitekim rivayetteki teslimiyet havası Emevîlerin güçlü olduğu dönemlerde uydurulmuş olduğunu göstermektedir. Ibnu’l-Esîr, hilafeti Muaviye’ye teslim ettiğinden dolayı eleştirilen Hz. Hasan’in kendisini savunmak için bu haberi kullandığını söylemektedir.
Yaşanmış olaylardan sonra yaşananlara kılıf bulma ve durumu kurtarma adına döndürmedik dolap bırakmamışlardır.
Yukarıda sadece bir kaçını aktarmış olduğumuz haberlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Hasan dönemi sonraki kuşaklar tarafından birçok kez restorasyona tabi tutulmuş ve “tarih kurgulayıcıları” tarafından birden fazla kurgulanmıştır. İste “tarihin geriye dönük olarak okunması”nın en güzel örneği olan, bu kurgu tarih içerisinden doğruyu bulup çıkarmak İslam tarih yazarlarının önündeki en büyük problemlerden biri olarak durmaktadır.
İslam dünyasında, Hz. Hasan'ın Kendisine Kufe ve ' Basra'da yaıpılan bey'atla tevdi edilen hilafeti Muaviye ile anlaşıp ona devretmesi üzerine bu işi tamamlanmış ve kapanmış bir mesele olarak telakki etmiştir. Bunun dışında Hz Hasan ın imamlığı konusunda bugünkü şia anlayışı doğrultusunda her hangi bir beyatı görmek o günlerde yazılan şii kaynaklarında da görmek mümkün değildir. Yukarda da bahsedildiği gibi özellikle büyük kayıp olarak nitelendirdikleri on ikinci imamdan sonra ayrıştırıcı türdeki kaynakları görmek mümkündür.
HZ Hüseyin dönemi ve sonrası gelişmeler
ilk Şii müelliflerinden olan Ebu Mıhnef (157/773), ed-Dineveri (282/895) ve Yakubi (292/904) kitabında; Hz. Hüseyin’in kardeşinin Muaviye ile yaptığı anlaşmaya karşı çıkmadığını, hatta kendi imameti ile alakalı Muaviye aleyhinde her hangi bir faaliyetde bulunmak şöyle dursun, bilakis, bu husustaki birtakım kıpırdanışlara fırsat vermediğini rivayet ederler. Mesela, Hz. Hasan'ın vefat haheri Kufeye ulaşınca, onların Kufe'deki taraftaları Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak, Hz. Hüseyin'e, Hz. Ali ve Hz Hasan’ın başlarına gelen musibetin intikamını almak üzre emrini beklemekte olduklarını hildiren hir mektup gönderirler (YiikCıbI, 2/216-7; Ehfı Mıhnef, 5-6.) Daha sonra Huier b. Adiyy'in mescitlerde Hz. Ali'nin kötülenmesi faaliyetine karşı çıktığı için öldürülmesi (51 /671) üzerine, Küfe'nin ileri gelenlerinden biri, hem hu haberi iletmek hem de Hz. Hüseyin'i getirmek maksadıyla Medine'ye gelir. Bu durumu haber alan Muaviye, Medine valisine Hz.Hüseyin'i rahatsız etmemesini; çünkü kendisine bey’at ettiğini bildiren bir mektup yazar. Ayrıca Hz. Hüseyin'e de, fitneyi seven kötü huyluların kendisini ayağa kaldırmaması tavsiyesinde hulunur. Bunun üzerine Hz.Hüseyin de ona hir mektup yazarak, "Ne seninle harbetmek istiyorum, nede sana karşı çıkıyorum" der. ed-Dineveri, bu olayı naklettikten sonra şunları da ilave eder (Dinenri, el.Ahbiir, 2,,4-25. )
"Ne Hasan ne de Hüseyin, Muaviye'nin hayatı boyunca. kendi şahısları adına ondan kötülük ve çirkinlik görmediler. Muaviye de , ne onlara şart olarak ileri sürdüğü şeylerden birini kesti ne de onların iyiliğine olan birşeyi değiştirdi".
Maamafih Hz. Hüseyin, Muaviye'nin iktidarı sırasında olanlara ses çıkarınayıp kendi köşesinde taat ve ihadetle vakit geçirmiş ise de, durumun 56/676 yılından sonra değişmiş olması muhakkaktır; çünkü bu yılda, Muaviye'nin oğlu Yezit’e bey’at edilmesini istemesi(Mes’udi'ye göre (3/27) beyat isteme yılı 59/679'dır. ), hemen bütün Müslümanlarda olduğu kadar Hz. Hüseyin’i de gönülden sarsmış Ve tedirgin etmiştir.
Muaviye, Küfe valisi el-Mugire b.Şu’be’yi azledip yerine Said b. El-As’ı vale yapmak ister. Ancak, bunu haber alan Muğire, derhal Şam'a gider ve Muaviye'nin oğlu Yezid'le görüşür. Ona, "Şüpke yokki Nebi (s.a.s.)'nin ashahı, Kureyş'in büyükleri ve yaşlıları gitmiş; onların oğulları kalmıştır. Sen de bunların arasında en üstünü, en isabetli görüş sahibi sünneti ve siyaseti en iyi bilensin. Bu yüzden Emiru’l Mü’minin’i(Muaviye), sana bey’at almaktan alıkoyan şeyi bir türlü anlamıyorum” der… Bu fikir Yezid’de olgunlaşınca, durumu babasına bildirir. O da Mugire’yi çağırarak işin aslını araştırır. Ve Yezid’e ne dediğini sorar. O da şu cevabı verir. “Ey Mü’minlerin Emiri! Osman’dan sondra kan dökülmesi ve ihtilafın neye mal olduğunu gördün. Yezidi senden sonra halif kıl ve ona bey’at al”…( lbnu'l.Esir, 3/503 v.d.; Tarihu'I-islam, 1/281; TaberI, 2/173 v.d. ) Böylece Mugire, şahsi menfaati icabı yalnızca altından kaymakta olan Kufe valiliği koltuğunu korumakla kalmaz, aynı zamanda islam dünyasına artık halifenin seçimle gelme geleneğini ortadan kaldırıp saltanat sistemine geçişin yollarını acmış olur. Elbette höyle bir durum. o zamana kadar Arapların ve Müslüman'ların anlayışlarına uygun olmadığı için yadırganacaktır. Ayrıca Yezid gerek inancı ve davranışları, gerek yaşayışı bakımından Müslumanların daima tenkit ettikleri ve hatta “fasık” saydyıkları biri idi.
Nitekim Mugire nin tesiriyle Kufe, Ziyad b. Ebihi nin korkusuyla Basra ve tabii başta Şam, Yezid’e beyat etmiş olmakla beraber, hala daha Müslümanların kalbi ve merkezi durumunda olan Medine nin böyle bir usulsuzlüğü ve hele Yezid gibi nefretle bakılan birinin halife namzedliğini kolayca kabul etmesi beklenemezdi. Muaviye de Mugire nin şahsi menfaati uğruna ortaya attığı bu korkunç derecedeki kurnazca oyunu siyasi dehasıyla ve bu fikrin muhaliflerini sabırla ve zaman zaman da hile ile yola getirmenin ince hesaplarnını yapar. Önce Medineye Vali yaptığı Mervan b.el-Hakem’e Yezid’den söz etmeksizin, bir mektup yazarak artık yaşlandığını ve ümmetin kendisinden sonra bir ihtilafa düşmesinden korktuğunu; bu sebepten kendisinden sonra yerine bir halef seçmeyi düşündüğnü ama işi Medinedekilerle iştişare etmeden bitirmek istemediği için durumu onlara arzetmesinini ve ona sunulacak teklifleri kendisine bildirmesini ister.
Burada net olarak görülüyor ki Muaviye her şeyden önce bir nabız yoklamakta ve Yezid in adını bildirmeden evvel Müslümanların yerine halife tayin etmesi fikrine yatkınlıklarını araştırmaktadır.
Mervan durumu halka arzeder onlar da uygun bulurlar. O da onların muvafakatının Muaviye’ye bildirir. Bunun üzerine Muaviye, Mervan’a bir mektup daha yazarak yerine halef kıldığı oğlu yezid’e beyat alması için kendisine güvendiğini söyler. Mervan mektubu mescitte okuyunca Müslümanlar dehşete kapılırlar heyecanlanıp öfkelenirler.
Nitekim Abdurrahman b. Ebi Bekr, Mervan'a, daha başlangıçta gerek kendisinin gerek Muaviye’nin yalan söylediğini, Ümmetin başına Babadan oğula geçen "Heraklins" sistemini getirmek istediklerini Söyleyerek hu teklife karşı çıkarken, Ahdulla. b h. Ömer, Yezid'in fasıklığından, Ahdullah b. ZuIıeyr ise Allah'a karşı gelene itaatın olmayacağından ve onun dini ifsad edişinden dolayı açıkça itirazda hulunurlar ve bey'atı reddederler. Bu gruha Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib de dâhildir. Mervan, hu durumu Muaviye’ye intikal ettirir ve mezkûr şahısların Muhalefeti sehebiyle halkın bey'attan imtina ettiklerini bildirir. Bunun üzerine Muaviye, yine aynı yılda (56/676), Hicaz'a gider; Medine'de. bey' ata muhalefet eden dört kişi ile görüşiir. İbnu'z-Zubeyr, Muaviye'ye ya yerine kimseyi bırakmaksızın vefat eden Resulullah (s.a.s.)'dan sonra ashahın yaptığı gihi razı olacakları bir şahsı seçmesini, yahut Hz. Ehu Bekir'in yaptığı şekilde kendi soyu ile ilgisi olmayan Hz. Ömer gibi dinin direği olan birini vasiyet etmesini, yahut da Hz. Ömer'in yaptığı gibi, meseleyi altı kişilik hir şuraya hırakma; şeklindeki üç yoldan birini tercih etmesini söyler. Diğerleri de hu görüşe katılırlar. Ancak Muaviye, yaptığı işten dönmeyeceğini, şayet içlerinde hiri müsbet veya menfi herhangi bir Şey söyleyecek olursa kellesini uçuracağını söyleyerek, herbirinin arkasma silahlı birer adam diker ve onlarla birlikte minbere kadar gider. Sonra, "Bu topluluk kendilerine danışılmadan hiçbir şeyin yapılıp kotarılmayacağı Müslüınanların efendileri ve seçkinleri olan kimselerdir. İşte bunlar razı oldular ve Yezid'e hey'at ettiler. Siz de Allah'ın adı üzerine beyat ediniz 2;!" der. Bunların beyatını gözetmekte olan halk da beyat eder. Sonra o gidince, bunlara, "Hani beyat etmeyeceğinizi ileri sürüyordunuz; şimdi niçin razı oldunuz ve bey'at ettiniz?" deyince: onlar, "Allah'a and olsun ki bey'at etmedik" cevabını verirler. "Pekiyi sizi durduran neydi?" diye sorduklarında da, "Az daha öldürülmekten korktuk!" derler(lbnu'l-Esır, 3/505-51 ı. ) Böylece Yezid'e, mezkur dört kişi dışmda, halk tamamen bey'at etmiş olur.
Muaviye hayatta iken etrafındakilerinin telkini ile bir takım kötü huyları olan oğlu yezit’i yerine tayin etmeye kalktı ve Yezit’e Şam ve ırak halkının biat etmesini sağladı. Ancak, hicaz ahalisi yezid'e sonuna kadar biat etmedi. Yezitde bu bölge valilerini biat için zorlamadı. Muaviye, medine'ye gelerek Hüseyin ve yakınları ile konuştu. Onlar da muaviye'ye, "Hz. Muhammed'in veya ilk iki halife'nin yaptığını yapmasını" tavsiye ettiler... Yani yeni halife'yi şura tespit etsin, dediler.
Muaviye, bu teklifini kabul etmedi. Mescitte minbere çıktı, "tarafsızlar biat etti, siz de edin," diyerek halkı kandırdı. Onlar da yezid'e biat ettiler. Böylece Hüseyin hicaz'da da yalnız kalmış oldu. Etrafta peygamber zamanından kalan insan da pek kalmamıştı, bu da muaviye'nin işini kolaylaştırıyordu. Böylece 680 yılına kadar hüküm sürdü.
Muaviye hayatta iken halkı oğlu yezit’e biat ettirdiği için, ölümünden sonra bir kargaşa çıkmadı. Halifeliği döneminde ehlibeyt mensuplarına insaflı olması konusunda oğluğa tavsiyelerde bulunduğu söylenir. Bu hususla ilgili farklı kaynaklardan örnekler verilecek olunursa; Pakistan’ın büyük Tarih âlimi mevlana Abdüşşekur İlahi Mirzapuri, Şehadet-i Hüseyin isminde Urdu dilinde yazdığı ve sonrada farscaya da tercüme edilen kitabında, şii kitaplarındaki alıntılarla tarihi olaylara ışık tutar. Mesela; Kitabının On-birinci sayfasında
“Şii âlimlerinden Muhammed Bakır Horasani, [m. 1679 senesinde vefat etti.] Cila-ül-uyun kitabının 321. sayfasında: “Muaviye vefat edeceği zaman, oğlu Yezide şöyle vasiyet etti: İmam-ı Hüseyin’in Resulullaha yakınlığını, Onun mübarek kanından olduğunu biliyorsun. Irak halkı Onu kendi yanlarına çağırırlar. Sana yardım edeceğiz, derler. Yardım etmezler. Onu yalnız bırakırlar. Ona galip olursan, kendisine hürmet et. Sana yaptıklarına karşılık, Onu hiç incitme! Benim Ona olan iyiliklerimi sen de yap!”
Şii tarihçilerinden Muhammed Taki han, [m. 1879 senesinde vefat etti.] Farisi, Nasih-üt-tevarih kitabında: “Nasihatinde şunları da söyledi: Oğlum, nefsine uyma! Allahü teâlânın huzuruna, Hüseyin bin Ali’nin kanına bulanmış olarak çıkma! Yoksa sonsuz azaba yakalanırsın! (Hüseyin’e hürmette kusuru olana, Allahü teâlâ bereket vermez!) hadis-i şerifini unutma!” Yine bu tarihin 38. sayfasın; “İmam-ı Ali’nin yanında olanlar, yani Şiiler, Şam’a gelirler, Muaviye’yi kötülerlerdi. Muaviye, böyle söyleyenlere bir şey yapmaz, kendilerine (Beyt-ül-mal’dan bol ihsanda bulunurdu.”
Cila-ül-uyun Şii kitabının 323. sayfasında diyor ki:
(İmam-ı Hasan bin Ali dedi ki, Muaviye, etrafımdaki yardımcılarımdan, vallahi daha iyidir. Çünkü bunlar, bir yandan Şii olduklarını söylüyorlar. Bir yandan da, beni öldürmek, mallarımı almak istiyorlar.)
Yani sözün kısası babasından bu tür vasiyetleri alan Yezid sonunda halife oldu...
Ancak içi rahat değildi. En büyük endişesi, kendisine biat etmeyen Hz.Ali'nin oğlu Hüseyin, amr'ın oğlu Abdullah ve Zübeyir’in oğlu Abdullah idi.
Amr, muaviye'nin kurnaz hakem'i idi. Ama oğlu ne muaviye'ye ne de yezid'e yakın olmuştu.
Yezid, medine valisi ebu süfyan'ın torunu velid'e bu kişilerden derhal biat almasını emretti. Eski medine emiri mervan da velid'e "eğer etmezlerse, onları öldürmesini" tavsiye etti.
Hüseyin, "biz gizli biat etmeyiz. Halkı topla onların huzurunda biat olayı gercekleşsin," dedi. Velid halkın hüseyin'in konuşmasından etkileneceğini düşünerek kabul etmedi. Ancak hüseyin'in kendisine cevap vermek için geldiği saraydan çıkmasına izin verdi.
Hüseyin ve iki arkadaşı o gece yanlarına kardeşlerini, ailelerini ve yakınlarını da alarak medine'den ayrıldılar. Mekke'ye gittiler. Geride sadece hüseyin'in kardeşi muhammed bin hanife, yani hz. Ali'nin başka bir kadından olan oğlu kaldı.
Hz Hüseyin Kûfe’ye onların kendilerine yaptıkları davet üzerine gidiyordu. Ailesini yanında götürmesinin sebebi, Küfe’ye yerleşmek; kendisine biat edecek olan Küfelilerle davasını daha geniş kesimlere yaymak ve mücadelesine orada devam etmek için gidiyordu. Mekke'ye yaklaştıklarında ashab'tan abdullah bin muti, "uğurlar olsun! Mekke'ye ulaştıktan sonra sakın kûfe'ye gitmeyesin! Baban orada şehit oldu, kardeşin hilafet'i orada bıraktı, harem-i şerif'ten ayrılma," diye nasihat etti. Allah’ın hikmeti hüseyin bu nasihate kulak vermedi
Yezid'in üzerlerine gönderdiği kuvveti, zübeyr'in oğlu abdullah yanındakilerle yendi. Bu arada kufeliler haber gönderip hüseyin'i davet ettiler. Abdullah bin amr, hüseyin'e,
"gitme! Çünkü Allah, resulullah'ı dünya ve ahıret'ten birini seçmekte serbest bırakınca, o ahıret'i seçmişti. Sen onun etinden bir parçasın. Dünya'ya nail olamazsın." Demişti
Abdullah b. Abbas ve İbn Ömer gibi zatlar Hz. Hüseyin’e Kûfe'ye gitmemesini, zira Kûfe halkının itimatsız olduğunu söylemişlerse de onu kararından vazgeçirememişlerdir. Nitekim Abdullah ibni abbas
"ey amcamın oğlu! Ben kûfe halkından korkarım. Gaddardırlar. Sen hicaz halkının efendisisin. Mutlaka buradan çıkacaksan, bari yemen'e git. Ora halkı babanı sever,"
Dedi.
Ancak kufe halkı ısrarla Hüseyin’i çağırınca, o da yola koyuldu. Halbuki hz. Hüseyin'i ikaz edenler onun gerçek dostu, gerçek şia'sı idi!.. Şia'yı dinlemesi gerekirdi...yolda kendisine 30.000 kişi biat etti.
Hüseyin yola belki de halife olmak için çıkmamıştı. Onun iktidarı ele geçirme sevdasıyla hareket ettiğini söylemek büyük bir haksızlık olacağını kanaatindeyim. Nitekim İbn Esir’in el-Kamil fi't-Tarih'inde. “Hz. Hüseyin'in, zâlime karşı çıkmak gerektiği yoksa Allah’ın karşı çıkmayanı da zâlimle birlikte aynı yere koyacağını bildiren bir hadis naklettikten sonra şöyle dediği kayıtlıdır: “Yezid ve İbn Ziyad, devamlı olarak şeytana uymaktadırlar. Allah’a ibâdet etmeyi bırakıp devamlı fesat çıkarmış, Allah’ın kanunlarını işlemez hale getirmişlerdir. Devletin hazinesini kendi aralarında paylaştırmaktadırlar. Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkesten önce benim vazifemdir.” Dediği, Şia kaynaklarında da Hz. Hüseyin’in üvey kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye emaneten bir mektup bıraktığı, bu mektubunda “Benim bu yolda doğruluğu emretmek ve kötülükten sakındırmak, ceddimin sünnetini ihya etmekten başka bir amacım yoktur” dediği yazılmaktadır.
Bu arada yezid halkın şikâyet ettiği Numan bin beşir'in yerine Abdullah bin ziyad'ı kufe'ye vali tayin etmişti. Abdullah gelir gelmez durumu kontrol altına almış, hüseyin'i bekleyen topluluğu dağıtmış, başlarında bulunan Hüseyin’in amcaoğlu Müslim’i de idam etmişti.
İdam haberi gelince, Hüseyin’in yanındakiler de dağılıp gitti. Hz. Hüseyin'i de yalnız bırakan Kûfeliler, daha sonra Müslim'in şehit edilmesinde de onu korumakta zayıf davrandıkları ve yalnız bıraktıkları görülür. Desteklemeye söz verip sonra sözünü tutmayan bu insanlar sempatizan'dan öte değillerdi. Aralarında Hüseyin’in yoluna başını koyacak kişi pek yoktu.. Sonuçta sadece ailesi (ehl-i beyt) ve çok yakınları kaldı... Ki işte asıl bunlara şia demek gerekir. Can dostu anlamına kabul edilebilir... Ama hala ortada bir mezhep ayrılığı filan yoktu. Bırakıp gidenlerin de şialıkla bir alakası yoktu.! ama hep bunu yapıyorlardı önce iyi niyet ve büyük bir arzu ile çağırıyor söz veriyor, zoru görünce direnemiyor destek vermekten vazgeçip acı olaylara sebep oluyorlardı.
Ama Hüseyin (ra.)yola cıkmıştı bir kere onun için bu yol dönüşü olmayan bir yoldu. Duruma bakılırsa dönmesi gerekirdi. Akabe'ye yaklaştığında bir arap şahıs, hüseyin'i karşıladı ve
- "Allah aşkına geri dön! Çünkü kılıçların üstüne gidiyorsun,"
Dedi. Hüseyin de,
- "dediğin, bana gizli değildir. Ama Allah’ın emrine kimse karşı gelemez,"
Diye cevap verdi... Bundan da anlıyoruz ki, hüseyin başına gelecekleri biliyordu!.. O sadece ilahi takdir'e uydu.
Kûfe yakınlarında hurr adındaki yezid'in komutanı, emrindeki 2000 asker ile onlara yetişti. Hüseyin,
- "ben buraya sizin davetnamelerinizle geldim. Eğer siz döndünüzse, ben de döner giderim,"
Dedi... Hurr,
- "benim davetnâmelerden haberim yok. Sizi Abdullah’ın huzuruna götürmek için emir aldım,"
Diye cevap verdi... Hüseyin belki de yanındakileri tehlikeye atmamak için, dönmek istedi. Ama izin vermediler!.. Abdullah bin ziyad'ın emriyle de susuz bir yerde, kerbelâ diye bilinen mahalde konaklattılar. Sonra 4000 asker daha geldi.
Abdullah,
—biat etmezlerse su vermeyin,
Dediği için kendilerine su verilmedi. Böylece çoluk çocuk 8 gün orada susuz kaldılar. Sonra gene Abdullah’ın emri ile askerler üzerlerine saldırdı. Hüseyin izin vermesine rağmen, kimse onu terk etmedi.
Rivayete göre yanında 72 kişi vardı. 6000 askere karşı tertibat aldılar. Hurr yaptıklarından pişman olmuştu ama, artık komutan değildi, yeni komutan sad ibni vakkas'ın oğlu amr idi. Durumu değiştiremeyen hurr, atını sürüp Hüseyin’in yanındakilere katıldı!..
Bir sürü olaylar, teke tek vuruşmalar, acıklı konuşmalardan sonra muharrem ayının 10. Günü Hüseyin ve yanındaki erkekler ve kadınlardan bazıları çarpışmalarda şehit oldu. Diğer kadınlar ve üç oğlu kurtuldu... Bunlardan zeynel abidin o tarihte 20 yaşında idi.
Şehit olanlar arasında Hüseyin’in oğulları ali ekber ve Abdullah;
Hasan’ın oğlu ebubekir ve kasım; hz. Ali'nin 6 oğlu, yani kendisinin kardeşleri olan Abbas, Cafer, Abdullah, Osman, Muhammed ve ebubekir; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi Cafer’in oğlu) Abdullah’ın oğlu avn ve Muhammed ve yine amcası (hz. Ali'nin kardeşi) âkil'in oğlu Cafer ve abdurrahman; yine amca oğlu Abdullah; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi âkil'in oğlu) müslim'in oğlu Abdullah; ve ebu Sait’in (amca âkil'in oğlu) evlâdı Muhammed de vardı.
Nihayet amr'ın komutası altında savaşan şemir adlı mel'un kişi şehit düşmüş olan Hüseyin’in başını kesti. Alıp yezit’e götürdü.
Yine bu acem tarihinde diyor ki:
(Zecr bin Kays, Hz. Hüseynin ölüm haberini Yezide getirince, başını eğip, bir zaman durdu. Sonra, (Onu öldüreceğinize, Ona itaat etseydiniz, iyi olurdu. Ben orada olsaydım Onu af ederdim) dedi. Mahdar bin Salebe İmam-ı Hüseyin’i kötülemeye başlayınca, Yezid yüzünü asıp, (Mahdarın anası böyle zalim ve alçak çocuk doğurmasaydı. Allah, Mercanenin oğlunu [İbni Ziyadı] kahr eylesin) dedi. Şemmer, imam-ı Hüseyin’in mübarek başını Yezide getirip, (İnsanların en iyisinin çocuğunu öldürdüm. Bunun için, atımın heybelerini altınla, gümüşle doldurmalısın) deyince, Yezid çok kızdı ve (Allah heybelerini ateşle doldursun! İnsanların en iyisini niçin öldürdün? Def ol. Git karşımdan. Sana hiçbir şey verilmez) dedi.)
Şiilerin Hulasat-ül-mesaib kitabının 393. sayfasında diyor ki:
(Yezid, herkesin yanında ağladığı gibi, yalnız kaldığı zamanlarda da çok ağladı. Kızları ve hemşireleri de beraber ağladılar. İmam-ı Hüseyin’in mübarek başını altın tasa koyup, (Ey Hüseyin! Allah sana rahmet etsin! Ne hoş gülüyorsun) dedi.
Cila-ül-uyunda diyor ki:
(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytini kendi sarayına yerleştirdi. Çok ikram etti. Sabah, akşam yemeklerini imam-ı Zeynelabidin ile beraber yerdi.)
Hulasat-ül-mesaibde diyor ki:
(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytine, (Şam’da benim misafirim olarak kalmak mı, yoksa Medine’ye gitmek mi istersiniz?) dedi. Ümmi Gülsüm, tenha bir yerde matem yapmak istiyoruz) dedi. Yezid, sarayında geniş bir odayı bunlara verdi. Burada bir hafta matem yaptılar. Yezid, sekizinci gün, Ehl-i beyti çağırıp, arzularını sordu. Medine’ye gitmek istediler. Çok mal ve süslü hayvanlar ve ikiyüz altın verdi. Her ihtiyacınızı her zaman bildirin, hemen gönderirim, dedi. Numan bin Beşiri, beşyüz süvari ile bunların emrine verdi. İzzet ve hürmetle Medine’ye gönderdi.) şeklinde rivayetlerin olduğu gibi başka rivayetlerde mevcuttur. Yezid'in bu hususta samimi olduğunu söyleyebilmek fevkalade şüphelidir; çünkü. o, İbn Ziyad" Şemir ve diğerlerinin Hz. Hüseyin'i şehid etmiş olmalarına gerçekten üzülmüş olsaydı, onu ve diğerlerini hiç değilse valilikten ve kumandanlıktan azıcderdi.
Doğrusunu Allah bilir. Burada haksızlık ve zulüm içinde olan yezidin avukatlığına soyunmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Halifelik peşinde olan Yezid, hüseyin'in oğlu 4. İmam zeynel abidin'i ve diğer esirleri medine'ye geri yollamıştır. Bir rivayetde gecen anekdota yer verilirse;
Hz. Hüseyin Yezitle ilgili,
"benim babam onun babasından, benim anam onun anasından, benim ceddim, onun ceddinden hayırlıdır... Ben de ondan hayırlıyım. O halde halifelik benim hakkımdır,"
Demiş... Yezit de onun hayır konusundaki sözlerinin haklı olduğunu söylemiş, ancak,
"kalellahü mülikül mülk, tüetil mülk mentena"
Ayetini hatırlamasını söylemiş
Yani mülk Allah’ındır. İstediğine verir!. Tarih sayfalarında görünen o ki, HZ. Hüseyin kufe'ye giderken şehit olacağını ama ilahi takdir'e karşı gelinemeyeceğini de biliyordu!. Allah ona ve ceddine rahmet etsin Şefaatlerine nail eylesin.
Her ne olursa olsun Hz.Hüseyin'i tamamen mazlum olarak şehid edenlerin haklı veya mazur görülebilecek hiçhir tarafları bulunmamaktadır. Yezid ve adamlarının Müslümanlığa ve insanlığa sığmayan adilikleri ile gerçekleştirilmiş Kerbela faciası, İslam tarihinde tüyler ürperten bu feci olayın vuku buluşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlayacak hemen bütün hareketlerin sebebi veya bahanesi olmuştur. Nitekim hu korkunç hadiseden sonra, Hz.Ali ve oğullarının haklarını aramak bahanesine sığınan birtakım maceraperestlerin başlattığı bazı hareketlerin nedeni olmuştur.
Sürecin tarihi gelişimini takip etmeye devam edersek;
Hz. Ali haince arkadan vurulduktan sonra kendisini vuran ibni mülcem'in öldürülmemesini" söylemiştir. Bunu söyleyecek kadar gücü olmasına rağmen toplam 17 oğlundan hiçbirinin halife olmasını vasiyet etmemiştir. Böyle bir şeyi düşünseydi, onu da söyleyebilirdi. Şahadetinin ardından yerine büyük oğlu Hz. Hasan Halife seçildi.
Şii tarihçilerinden olan Isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas oldugunu söylemektedir.[ Ebû’l-Ferec el-Isfehanî (356/966), Mekâtilu’t-Talibiyyîn, (thk. Ahmet Sakar), Beyrut 1987, 52 ). Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayıp görevinin başında bulunuyordu.[ Ali Yasin, 122] Zaten Isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden şahsin Abdullah b. Abbas olduğunu söyledikten sonra Muaviye tarafından Hz. Hasan’ın hâkimiyetinde bulunan kentlere casusların gönderildiğini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafından yakalanarak idam edildiğini belirtmektedir.[ Isfehanî, Mekâtil, 54] Görüleceği gibi İsfehandı daha önceki söylediği ile tezada düşmekte bir noktada kendi kendini yalanlamaktadır ki bu da şii tarihçilerinin en büyük özelliğidir. Abdullah b. Abbas’in o tarihte Basra’da olduğunu kabullenmektedir. Ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’ın Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazip, Muaviye ile savasa devam etmesini tavsiye ettiğini söylemesi de[Ibn A’sem, III/IV, 285] Abdullah’ın, Hz. Hasan’a biat ettiği tarihte Kûfe’de olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Hazreti Hasan babasının halifelik yaptığı dönemde de aktif çalışmaların içinde bulunmuş bir kişi olarak ülkenin içinde bulunduğu karışıklıkların sonucunun nereye doğru gittiğini görmekte bunun çözümü ve halifelik konusunda dedesi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in “Benden sonra hilafet 30 yıldır. Ondan sonra ısırıcı saltanat başlar.”, ” Benim bu oğlum seyyiddir, umulur ki, Allah bununla iki Müslüman kitlenin arasını bulacaktır.” sözleri gereğince muaviye ile anlaşma yaparak halifelik'ten 662 yılında çekildiğini bildirdi.
Hz. Hasan; muaviye (r.a) karşı “Kur'an’a ve sünnete uyması, şura kararlarına göre hareket etmesi ve Hz. Hasan yandaşlarından intikam almaması” şartlarını öne sürdü. Bunu kabul eden Muaviye (r.a), biat almak üzere Kufe’ye gitti. Orada Muaviye (r.a) halka hitap ettikten sonra minbere cıkan Hz. Hasan şöyle dedi;
"Ey Irak halkı! Benim gönlüm sizden soğudu. Babam Hz. Ali’nin sağlığında bunca muhalefetler ettiniz, bir gün O'nu gamsız bırakmadınız. Nihayet babamı öldürdünüz. Bana da bunca zahmet verdiniz; üzerime hücum eylediniz; beni yaraladınız. Henüz yaram iyileşmedi. Malımı yağmaladınız. Ey Irak halkı! Eğer siz ehl-i beyt-i Rasulullah'a eza kıldınızsa da Allah hıyanette bizimle sizin aranızda hâkim ve kâfidir. Şu halde ben Muaviye’ye biat ettim. Sizin biatinizden bizar oldum." dedi.
Daha sonra Muaviye ile yaptığı bir anlaşma ile ona biat etti. Bu anlaşmanın önemli maddelerinden birisi de "Muaviye kendisinden sonra kimseyi yerine tayin etmeyecek; aksine bu iş(hilafet), ondan sonra Müslümanların şurası ile tesbit olunacaktır" şeklindedir ki bir şii yazar olan Gölpınarlı da Tarih Boyunca islamm Mezhepleri ve Şiilik (istanbul 1979),377 eserinde bu görüşü paylaşmaktadır.
Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra) Muaviye'ye biat etmesi ve halifeliğin bir şura tarafından seçilme şartı koymasıdır. Siacıların bu biata iştirak etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü onlara göre bu biat masum olan bir zâttan Yani ikinci İmam Hz Hasan dan sadır olmuştur. Hâlbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan imamlarına muhalefet ettiler. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:
Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur. Çünkü masumiyet onlarda esastır.
Ya da Hasan’ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar. Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler. Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.
Meselenin özünde Hazreti hasan son derece ileri görüşlü gelişmelerde Allah ın muradını anlayan bir yapısı vardı. Hilafeti korkaklığından bırakmış değildi. Kendileri için hilafetten ziyade imametin ön planda olduğunu görmüştü. O günkü şartlarda gittikçe genişleyen İslam coğrafyasındaki cehaletinde arttığını görmekteydi. Bunun giderilmesi ilim adamı yetiştirilmesi görevinin birileri tarafından yürütülmesi gerektiğini biliyordu. Bu çalışmalarını sürdürürken genç yaşta Allahın rahmetine kavuştu. Hasan, ölümüne yakın kardeşi Hüseyin’e önemli mesajlar vermişti:
"benim anladığıma göre, Allah velayet ile hilafet'i bizde birleştirmeyecek!"
Sonra şöyle devam etmişti: "HZ. Ayşe'ye sor. Eğer izin verirse, beni dedimin yanına defnet. Ama karışıklık çıkarsa, vazgeç!"
Bunu Mervan haber alınca, "biz oraya kimseyi defnettirmeyiz," dedi. Bunun üzerine Hüseyin’in taraftarları silaha sarıldılarsa da, Hasan’ın sözlerini hatırlayarak savaştan vazgeçtiler. Hz.Hasan, baki mezarlığına defnedildi.
Hasan’ın velayet ve hilafet hakkındaki sözleri gerçeğin tam ifadesi idi!
Zaten bunu sezdiği için kendisi hilafet'ten vazgeçmişti!
Şiacıların ortaya koyduğu planlarına uymayan bu gelişmelerin nasıl ters yüze çevrildiğini, olaylara kılıf bulma adına gerçek tarihi nasıl saptırdıklarını artık sık sık görmeye devam edeceğiz.
Bu gelişmelerden Hz. Hasan ın mukaddes davadan yüz çevirdiği, emevilere karşı hasan ve hüseyinin farklı tutumları nedeniyle imametin tartışmalı hale geldiği anlamını çıkartan ve bunu hazmedemeyen Şiilerin bir kısmı Hz. Hasanı “müminlerin yüz karası” olarak ilan etmeye karar vermişlerdir. Şii düşünürlerden Nevbahati bu çelişkiler yüzünden şia inancını terk edenlerin değerlendirmesini şöyle bildirmiştir.
“Hüseyin şehit edildiğinde, taraftarlarında bir grup söyle demişlerdir: Hasan ve Hüseyin’in yaptıkları işi anlayamıyoruz; şayet Hasan’ın taraftarlarının çokluğuna ve güçlü olmasına rağmen Muaviye ile sulh yapıp savaşmaktan aciz olduğunu kabul etmesi gerekli ve dogru bir iş ise, taraftarları az ve zayıf olan Hüseyin’in, daha çok adamı olan Yezid’le, kendisinin ashabının tamamının ölümüne müncer olan muharebesi batıldır ve vacib değildir; çünkü şayet Hüseyin yezid’le savaşmaktan vazgeçip sulh taleb etseydi, Muaviye ile savaşmaktan vazgeçen Hasan’dan daha çok mazur görülürdü. Eğer hüseyin’in, kendisi, çocukları ve taraftarları katledilinceye kadar Yezit’le savaşması vacip ve doğru bir iş ise, yanında çok sayıda taraftarı bulunduğu halde Maviye ile savaşmayı bırakan Hasan’ın yaptığı iş batıldır. Bu yüzden bir kısım Şiiler, Hasan ve Hüseyin’in imametinden müşteki oldular ve onlardan ayrılarak diğer Müslümanların içine karışıp dağıldılar” bu düşünce yoğunlaşıp kendi inanclarından ayrılmaların sürdüğünü gören Şiacı stratejistleri bu durumu kurtarmak için düşündüklerinin tam tersini yapmak zorunda kalmışlar ve bu tartışmayı Hz Peygamberimize söylettirdikleri şu hadisle imameti kurtarmaya çalışmışlardır.
“Hasan ve Hüseyin huruç etmeseler de etseler de imamdırlar”!
Bunun akabinde Hazreti Hasan’ın yaptığı her şeyin Allah tarafından emredildiğini, halifeliği bırakmasının da Allah’ın emri ile yerine getirdiğini söyleyerek durumu perçinlemişlerdir. Konu ile ilgili Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
Artık bu sözden sonra Şiilerin; imamlar adına söyledikleri hiçbir inanc akidesi kimse tarafından tenkit edilemeyecek ve sorgulanamayacaktı. Çünkü her davranış o mühürlü mektuba göre yapılmaktaydı.
Konu ile ilgili bir başka haber Yezîd b. Humeyr b. Abdurrahman b. Cubeyr’in ağzıyla Hasan’a söylettirilen haberde “Arapların çoğunluğu bana itaat etmekteydiler. İstediğim ile savaşıyor, istediğim ile barış imzalıyorlardı. Ama ben bütün bunlara rağmen hilafeti Allah rızası ve ümmetin kanının dökülmemesi için terk ettim.”ifadesi de yukarıdaki hadisi tamamlaması için inşa edilmiş gibidir.
Yine şia üstadları Cemel, Sifin savaşlarında Hz. Ali ile Kerbela’da Hz.Hüseyin ile savaşmış olan Emevileri toptan cehenneme göndermek için, yine Hz. peygamberimize; ” Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’e söyle demiştir: “Sizinle savaşan kimsenin düşmanı, sizinle barış halinde olanın dostuyum”. Sözünü söyletmişlerdir.
Yine Hz Hüseyin in Hz Aişe’ye giderek Hz. Hasan’ın dedesinin yanına defnedilmesi konusunda müsaade istemesi ve izin alamaması üzerine; “Hüseyin (as) Aişe’nin [kendisine gitti ve onun talakını verdi. Çünkü Resulullah, kendi eslerini boşama yetkisini kendisinden sonra Emiru’l-mü’mîn’e [Hz. Ali] vermişti. O da kendisinden sonra Hasan (as)’a vermişti. Hasan da Hüseyin (as)’e vermişti. Resulullah [bu yetkiyi verirken de] söyle buyurmuştu: Eslerimin içinde Kıyamet günü beni göremeyecek olanlar, vasilerim tarafından talakları verilmiş olanlardır” diyerek saçmalamada ne derece zirve yaptıklarını görmek mümkündür.
Muaviye’yi Hz. Peygamberin minberinde görmeye tahammül edemeyen Siîler
bir taraftan Peygamberin Muaviye’yi lanetlediğini ve “Onu minberimin üzerinde görürseniz, öldürünüz” dediğini aktarırlarken, diğer taraftan, “Resulullah rüyasında Ümeyye oğullarının birbiri ardınca minbere çıktıklarını gördü. Bu rüya onu üzdü kendisini teselli etmek için yüce Allah Kevser suresini nazil buyurdu” iddiasında bulunmaktadırlar. Bir birinden iki ayrı duruşu ifade eden bu haberlerden ilki, daha erken döneme ait iken, ikinci haber ise Emevî hanedanına mensup halifelerin peş peşe iktidara geldikleri bir döneme aittir. Nitekim rivayetteki teslimiyet havası Emevîlerin güçlü olduğu dönemlerde uydurulmuş olduğunu göstermektedir. Ibnu’l-Esîr, hilafeti Muaviye’ye teslim ettiğinden dolayı eleştirilen Hz. Hasan’in kendisini savunmak için bu haberi kullandığını söylemektedir.
Yaşanmış olaylardan sonra yaşananlara kılıf bulma ve durumu kurtarma adına döndürmedik dolap bırakmamışlardır.
Yukarıda sadece bir kaçını aktarmış olduğumuz haberlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Hasan dönemi sonraki kuşaklar tarafından birçok kez restorasyona tabi tutulmuş ve “tarih kurgulayıcıları” tarafından birden fazla kurgulanmıştır. İste “tarihin geriye dönük olarak okunması”nın en güzel örneği olan, bu kurgu tarih içerisinden doğruyu bulup çıkarmak İslam tarih yazarlarının önündeki en büyük problemlerden biri olarak durmaktadır.
İslam dünyasında, Hz. Hasan'ın Kendisine Kufe ve ' Basra'da yaıpılan bey'atla tevdi edilen hilafeti Muaviye ile anlaşıp ona devretmesi üzerine bu işi tamamlanmış ve kapanmış bir mesele olarak telakki etmiştir. Bunun dışında Hz Hasan ın imamlığı konusunda bugünkü şia anlayışı doğrultusunda her hangi bir beyatı görmek o günlerde yazılan şii kaynaklarında da görmek mümkün değildir. Yukarda da bahsedildiği gibi özellikle büyük kayıp olarak nitelendirdikleri on ikinci imamdan sonra ayrıştırıcı türdeki kaynakları görmek mümkündür.
HZ Hüseyin dönemi ve sonrası gelişmeler
ilk Şii müelliflerinden olan Ebu Mıhnef (157/773), ed-Dineveri (282/895) ve Yakubi (292/904) kitabında; Hz. Hüseyin’in kardeşinin Muaviye ile yaptığı anlaşmaya karşı çıkmadığını, hatta kendi imameti ile alakalı Muaviye aleyhinde her hangi bir faaliyetde bulunmak şöyle dursun, bilakis, bu husustaki birtakım kıpırdanışlara fırsat vermediğini rivayet ederler. Mesela, Hz. Hasan'ın vefat haheri Kufeye ulaşınca, onların Kufe'deki taraftaları Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak, Hz. Hüseyin'e, Hz. Ali ve Hz Hasan’ın başlarına gelen musibetin intikamını almak üzre emrini beklemekte olduklarını hildiren hir mektup gönderirler (YiikCıbI, 2/216-7; Ehfı Mıhnef, 5-6.) Daha sonra Huier b. Adiyy'in mescitlerde Hz. Ali'nin kötülenmesi faaliyetine karşı çıktığı için öldürülmesi (51 /671) üzerine, Küfe'nin ileri gelenlerinden biri, hem hu haberi iletmek hem de Hz. Hüseyin'i getirmek maksadıyla Medine'ye gelir. Bu durumu haber alan Muaviye, Medine valisine Hz.Hüseyin'i rahatsız etmemesini; çünkü kendisine bey’at ettiğini bildiren bir mektup yazar. Ayrıca Hz. Hüseyin'e de, fitneyi seven kötü huyluların kendisini ayağa kaldırmaması tavsiyesinde hulunur. Bunun üzerine Hz.Hüseyin de ona hir mektup yazarak, "Ne seninle harbetmek istiyorum, nede sana karşı çıkıyorum" der. ed-Dineveri, bu olayı naklettikten sonra şunları da ilave eder (Dinenri, el.Ahbiir, 2,,4-25. )
"Ne Hasan ne de Hüseyin, Muaviye'nin hayatı boyunca. kendi şahısları adına ondan kötülük ve çirkinlik görmediler. Muaviye de , ne onlara şart olarak ileri sürdüğü şeylerden birini kesti ne de onların iyiliğine olan birşeyi değiştirdi".
Maamafih Hz. Hüseyin, Muaviye'nin iktidarı sırasında olanlara ses çıkarınayıp kendi köşesinde taat ve ihadetle vakit geçirmiş ise de, durumun 56/676 yılından sonra değişmiş olması muhakkaktır; çünkü bu yılda, Muaviye'nin oğlu Yezit’e bey’at edilmesini istemesi(Mes’udi'ye göre (3/27) beyat isteme yılı 59/679'dır. ), hemen bütün Müslümanlarda olduğu kadar Hz. Hüseyin’i de gönülden sarsmış Ve tedirgin etmiştir.
Muaviye, Küfe valisi el-Mugire b.Şu’be’yi azledip yerine Said b. El-As’ı vale yapmak ister. Ancak, bunu haber alan Muğire, derhal Şam'a gider ve Muaviye'nin oğlu Yezid'le görüşür. Ona, "Şüpke yokki Nebi (s.a.s.)'nin ashahı, Kureyş'in büyükleri ve yaşlıları gitmiş; onların oğulları kalmıştır. Sen de bunların arasında en üstünü, en isabetli görüş sahibi sünneti ve siyaseti en iyi bilensin. Bu yüzden Emiru’l Mü’minin’i(Muaviye), sana bey’at almaktan alıkoyan şeyi bir türlü anlamıyorum” der… Bu fikir Yezid’de olgunlaşınca, durumu babasına bildirir. O da Mugire’yi çağırarak işin aslını araştırır. Ve Yezid’e ne dediğini sorar. O da şu cevabı verir. “Ey Mü’minlerin Emiri! Osman’dan sondra kan dökülmesi ve ihtilafın neye mal olduğunu gördün. Yezidi senden sonra halif kıl ve ona bey’at al”…( lbnu'l.Esir, 3/503 v.d.; Tarihu'I-islam, 1/281; TaberI, 2/173 v.d. ) Böylece Mugire, şahsi menfaati icabı yalnızca altından kaymakta olan Kufe valiliği koltuğunu korumakla kalmaz, aynı zamanda islam dünyasına artık halifenin seçimle gelme geleneğini ortadan kaldırıp saltanat sistemine geçişin yollarını acmış olur. Elbette höyle bir durum. o zamana kadar Arapların ve Müslüman'ların anlayışlarına uygun olmadığı için yadırganacaktır. Ayrıca Yezid gerek inancı ve davranışları, gerek yaşayışı bakımından Müslumanların daima tenkit ettikleri ve hatta “fasık” saydyıkları biri idi.
Nitekim Mugire nin tesiriyle Kufe, Ziyad b. Ebihi nin korkusuyla Basra ve tabii başta Şam, Yezid’e beyat etmiş olmakla beraber, hala daha Müslümanların kalbi ve merkezi durumunda olan Medine nin böyle bir usulsuzlüğü ve hele Yezid gibi nefretle bakılan birinin halife namzedliğini kolayca kabul etmesi beklenemezdi. Muaviye de Mugire nin şahsi menfaati uğruna ortaya attığı bu korkunç derecedeki kurnazca oyunu siyasi dehasıyla ve bu fikrin muhaliflerini sabırla ve zaman zaman da hile ile yola getirmenin ince hesaplarnını yapar. Önce Medineye Vali yaptığı Mervan b.el-Hakem’e Yezid’den söz etmeksizin, bir mektup yazarak artık yaşlandığını ve ümmetin kendisinden sonra bir ihtilafa düşmesinden korktuğunu; bu sebepten kendisinden sonra yerine bir halef seçmeyi düşündüğnü ama işi Medinedekilerle iştişare etmeden bitirmek istemediği için durumu onlara arzetmesinini ve ona sunulacak teklifleri kendisine bildirmesini ister.
Burada net olarak görülüyor ki Muaviye her şeyden önce bir nabız yoklamakta ve Yezid in adını bildirmeden evvel Müslümanların yerine halife tayin etmesi fikrine yatkınlıklarını araştırmaktadır.
Mervan durumu halka arzeder onlar da uygun bulurlar. O da onların muvafakatının Muaviye’ye bildirir. Bunun üzerine Muaviye, Mervan’a bir mektup daha yazarak yerine halef kıldığı oğlu yezid’e beyat alması için kendisine güvendiğini söyler. Mervan mektubu mescitte okuyunca Müslümanlar dehşete kapılırlar heyecanlanıp öfkelenirler.
Nitekim Abdurrahman b. Ebi Bekr, Mervan'a, daha başlangıçta gerek kendisinin gerek Muaviye’nin yalan söylediğini, Ümmetin başına Babadan oğula geçen "Heraklins" sistemini getirmek istediklerini Söyleyerek hu teklife karşı çıkarken, Ahdulla. b h. Ömer, Yezid'in fasıklığından, Ahdullah b. ZuIıeyr ise Allah'a karşı gelene itaatın olmayacağından ve onun dini ifsad edişinden dolayı açıkça itirazda hulunurlar ve bey'atı reddederler. Bu gruha Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib de dâhildir. Mervan, hu durumu Muaviye’ye intikal ettirir ve mezkûr şahısların Muhalefeti sehebiyle halkın bey'attan imtina ettiklerini bildirir. Bunun üzerine Muaviye, yine aynı yılda (56/676), Hicaz'a gider; Medine'de. bey' ata muhalefet eden dört kişi ile görüşiir. İbnu'z-Zubeyr, Muaviye'ye ya yerine kimseyi bırakmaksızın vefat eden Resulullah (s.a.s.)'dan sonra ashahın yaptığı gihi razı olacakları bir şahsı seçmesini, yahut Hz. Ehu Bekir'in yaptığı şekilde kendi soyu ile ilgisi olmayan Hz. Ömer gibi dinin direği olan birini vasiyet etmesini, yahut da Hz. Ömer'in yaptığı gibi, meseleyi altı kişilik hir şuraya hırakma; şeklindeki üç yoldan birini tercih etmesini söyler. Diğerleri de hu görüşe katılırlar. Ancak Muaviye, yaptığı işten dönmeyeceğini, şayet içlerinde hiri müsbet veya menfi herhangi bir Şey söyleyecek olursa kellesini uçuracağını söyleyerek, herbirinin arkasma silahlı birer adam diker ve onlarla birlikte minbere kadar gider. Sonra, "Bu topluluk kendilerine danışılmadan hiçbir şeyin yapılıp kotarılmayacağı Müslüınanların efendileri ve seçkinleri olan kimselerdir. İşte bunlar razı oldular ve Yezid'e hey'at ettiler. Siz de Allah'ın adı üzerine beyat ediniz 2;!" der. Bunların beyatını gözetmekte olan halk da beyat eder. Sonra o gidince, bunlara, "Hani beyat etmeyeceğinizi ileri sürüyordunuz; şimdi niçin razı oldunuz ve bey'at ettiniz?" deyince: onlar, "Allah'a and olsun ki bey'at etmedik" cevabını verirler. "Pekiyi sizi durduran neydi?" diye sorduklarında da, "Az daha öldürülmekten korktuk!" derler(lbnu'l-Esır, 3/505-51 ı. ) Böylece Yezid'e, mezkur dört kişi dışmda, halk tamamen bey'at etmiş olur.
Muaviye hayatta iken etrafındakilerinin telkini ile bir takım kötü huyları olan oğlu yezit’i yerine tayin etmeye kalktı ve Yezit’e Şam ve ırak halkının biat etmesini sağladı. Ancak, hicaz ahalisi yezid'e sonuna kadar biat etmedi. Yezitde bu bölge valilerini biat için zorlamadı. Muaviye, medine'ye gelerek Hüseyin ve yakınları ile konuştu. Onlar da muaviye'ye, "Hz. Muhammed'in veya ilk iki halife'nin yaptığını yapmasını" tavsiye ettiler... Yani yeni halife'yi şura tespit etsin, dediler.
Muaviye, bu teklifini kabul etmedi. Mescitte minbere çıktı, "tarafsızlar biat etti, siz de edin," diyerek halkı kandırdı. Onlar da yezid'e biat ettiler. Böylece Hüseyin hicaz'da da yalnız kalmış oldu. Etrafta peygamber zamanından kalan insan da pek kalmamıştı, bu da muaviye'nin işini kolaylaştırıyordu. Böylece 680 yılına kadar hüküm sürdü.
Muaviye hayatta iken halkı oğlu yezit’e biat ettirdiği için, ölümünden sonra bir kargaşa çıkmadı. Halifeliği döneminde ehlibeyt mensuplarına insaflı olması konusunda oğluğa tavsiyelerde bulunduğu söylenir. Bu hususla ilgili farklı kaynaklardan örnekler verilecek olunursa; Pakistan’ın büyük Tarih âlimi mevlana Abdüşşekur İlahi Mirzapuri, Şehadet-i Hüseyin isminde Urdu dilinde yazdığı ve sonrada farscaya da tercüme edilen kitabında, şii kitaplarındaki alıntılarla tarihi olaylara ışık tutar. Mesela; Kitabının On-birinci sayfasında
“Şii âlimlerinden Muhammed Bakır Horasani, [m. 1679 senesinde vefat etti.] Cila-ül-uyun kitabının 321. sayfasında: “Muaviye vefat edeceği zaman, oğlu Yezide şöyle vasiyet etti: İmam-ı Hüseyin’in Resulullaha yakınlığını, Onun mübarek kanından olduğunu biliyorsun. Irak halkı Onu kendi yanlarına çağırırlar. Sana yardım edeceğiz, derler. Yardım etmezler. Onu yalnız bırakırlar. Ona galip olursan, kendisine hürmet et. Sana yaptıklarına karşılık, Onu hiç incitme! Benim Ona olan iyiliklerimi sen de yap!”
Şii tarihçilerinden Muhammed Taki han, [m. 1879 senesinde vefat etti.] Farisi, Nasih-üt-tevarih kitabında: “Nasihatinde şunları da söyledi: Oğlum, nefsine uyma! Allahü teâlânın huzuruna, Hüseyin bin Ali’nin kanına bulanmış olarak çıkma! Yoksa sonsuz azaba yakalanırsın! (Hüseyin’e hürmette kusuru olana, Allahü teâlâ bereket vermez!) hadis-i şerifini unutma!” Yine bu tarihin 38. sayfasın; “İmam-ı Ali’nin yanında olanlar, yani Şiiler, Şam’a gelirler, Muaviye’yi kötülerlerdi. Muaviye, böyle söyleyenlere bir şey yapmaz, kendilerine (Beyt-ül-mal’dan bol ihsanda bulunurdu.”
Cila-ül-uyun Şii kitabının 323. sayfasında diyor ki:
(İmam-ı Hasan bin Ali dedi ki, Muaviye, etrafımdaki yardımcılarımdan, vallahi daha iyidir. Çünkü bunlar, bir yandan Şii olduklarını söylüyorlar. Bir yandan da, beni öldürmek, mallarımı almak istiyorlar.)
Yani sözün kısası babasından bu tür vasiyetleri alan Yezid sonunda halife oldu...
Ancak içi rahat değildi. En büyük endişesi, kendisine biat etmeyen Hz.Ali'nin oğlu Hüseyin, amr'ın oğlu Abdullah ve Zübeyir’in oğlu Abdullah idi.
Amr, muaviye'nin kurnaz hakem'i idi. Ama oğlu ne muaviye'ye ne de yezid'e yakın olmuştu.
Yezid, medine valisi ebu süfyan'ın torunu velid'e bu kişilerden derhal biat almasını emretti. Eski medine emiri mervan da velid'e "eğer etmezlerse, onları öldürmesini" tavsiye etti.
Hüseyin, "biz gizli biat etmeyiz. Halkı topla onların huzurunda biat olayı gercekleşsin," dedi. Velid halkın hüseyin'in konuşmasından etkileneceğini düşünerek kabul etmedi. Ancak hüseyin'in kendisine cevap vermek için geldiği saraydan çıkmasına izin verdi.
Hüseyin ve iki arkadaşı o gece yanlarına kardeşlerini, ailelerini ve yakınlarını da alarak medine'den ayrıldılar. Mekke'ye gittiler. Geride sadece hüseyin'in kardeşi muhammed bin hanife, yani hz. Ali'nin başka bir kadından olan oğlu kaldı.
Hz Hüseyin Kûfe’ye onların kendilerine yaptıkları davet üzerine gidiyordu. Ailesini yanında götürmesinin sebebi, Küfe’ye yerleşmek; kendisine biat edecek olan Küfelilerle davasını daha geniş kesimlere yaymak ve mücadelesine orada devam etmek için gidiyordu. Mekke'ye yaklaştıklarında ashab'tan abdullah bin muti, "uğurlar olsun! Mekke'ye ulaştıktan sonra sakın kûfe'ye gitmeyesin! Baban orada şehit oldu, kardeşin hilafet'i orada bıraktı, harem-i şerif'ten ayrılma," diye nasihat etti. Allah’ın hikmeti hüseyin bu nasihate kulak vermedi
Yezid'in üzerlerine gönderdiği kuvveti, zübeyr'in oğlu abdullah yanındakilerle yendi. Bu arada kufeliler haber gönderip hüseyin'i davet ettiler. Abdullah bin amr, hüseyin'e,
"gitme! Çünkü Allah, resulullah'ı dünya ve ahıret'ten birini seçmekte serbest bırakınca, o ahıret'i seçmişti. Sen onun etinden bir parçasın. Dünya'ya nail olamazsın." Demişti
Abdullah b. Abbas ve İbn Ömer gibi zatlar Hz. Hüseyin’e Kûfe'ye gitmemesini, zira Kûfe halkının itimatsız olduğunu söylemişlerse de onu kararından vazgeçirememişlerdir. Nitekim Abdullah ibni abbas
"ey amcamın oğlu! Ben kûfe halkından korkarım. Gaddardırlar. Sen hicaz halkının efendisisin. Mutlaka buradan çıkacaksan, bari yemen'e git. Ora halkı babanı sever,"
Dedi.
Ancak kufe halkı ısrarla Hüseyin’i çağırınca, o da yola koyuldu. Halbuki hz. Hüseyin'i ikaz edenler onun gerçek dostu, gerçek şia'sı idi!.. Şia'yı dinlemesi gerekirdi...yolda kendisine 30.000 kişi biat etti.
Hüseyin yola belki de halife olmak için çıkmamıştı. Onun iktidarı ele geçirme sevdasıyla hareket ettiğini söylemek büyük bir haksızlık olacağını kanaatindeyim. Nitekim İbn Esir’in el-Kamil fi't-Tarih'inde. “Hz. Hüseyin'in, zâlime karşı çıkmak gerektiği yoksa Allah’ın karşı çıkmayanı da zâlimle birlikte aynı yere koyacağını bildiren bir hadis naklettikten sonra şöyle dediği kayıtlıdır: “Yezid ve İbn Ziyad, devamlı olarak şeytana uymaktadırlar. Allah’a ibâdet etmeyi bırakıp devamlı fesat çıkarmış, Allah’ın kanunlarını işlemez hale getirmişlerdir. Devletin hazinesini kendi aralarında paylaştırmaktadırlar. Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkesten önce benim vazifemdir.” Dediği, Şia kaynaklarında da Hz. Hüseyin’in üvey kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye emaneten bir mektup bıraktığı, bu mektubunda “Benim bu yolda doğruluğu emretmek ve kötülükten sakındırmak, ceddimin sünnetini ihya etmekten başka bir amacım yoktur” dediği yazılmaktadır.
Bu arada yezid halkın şikâyet ettiği Numan bin beşir'in yerine Abdullah bin ziyad'ı kufe'ye vali tayin etmişti. Abdullah gelir gelmez durumu kontrol altına almış, hüseyin'i bekleyen topluluğu dağıtmış, başlarında bulunan Hüseyin’in amcaoğlu Müslim’i de idam etmişti.
İdam haberi gelince, Hüseyin’in yanındakiler de dağılıp gitti. Hz. Hüseyin'i de yalnız bırakan Kûfeliler, daha sonra Müslim'in şehit edilmesinde de onu korumakta zayıf davrandıkları ve yalnız bıraktıkları görülür. Desteklemeye söz verip sonra sözünü tutmayan bu insanlar sempatizan'dan öte değillerdi. Aralarında Hüseyin’in yoluna başını koyacak kişi pek yoktu.. Sonuçta sadece ailesi (ehl-i beyt) ve çok yakınları kaldı... Ki işte asıl bunlara şia demek gerekir. Can dostu anlamına kabul edilebilir... Ama hala ortada bir mezhep ayrılığı filan yoktu. Bırakıp gidenlerin de şialıkla bir alakası yoktu.! ama hep bunu yapıyorlardı önce iyi niyet ve büyük bir arzu ile çağırıyor söz veriyor, zoru görünce direnemiyor destek vermekten vazgeçip acı olaylara sebep oluyorlardı.
Ama Hüseyin (ra.)yola cıkmıştı bir kere onun için bu yol dönüşü olmayan bir yoldu. Duruma bakılırsa dönmesi gerekirdi. Akabe'ye yaklaştığında bir arap şahıs, hüseyin'i karşıladı ve
- "Allah aşkına geri dön! Çünkü kılıçların üstüne gidiyorsun,"
Dedi. Hüseyin de,
- "dediğin, bana gizli değildir. Ama Allah’ın emrine kimse karşı gelemez,"
Diye cevap verdi... Bundan da anlıyoruz ki, hüseyin başına gelecekleri biliyordu!.. O sadece ilahi takdir'e uydu.
Kûfe yakınlarında hurr adındaki yezid'in komutanı, emrindeki 2000 asker ile onlara yetişti. Hüseyin,
- "ben buraya sizin davetnamelerinizle geldim. Eğer siz döndünüzse, ben de döner giderim,"
Dedi... Hurr,
- "benim davetnâmelerden haberim yok. Sizi Abdullah’ın huzuruna götürmek için emir aldım,"
Diye cevap verdi... Hüseyin belki de yanındakileri tehlikeye atmamak için, dönmek istedi. Ama izin vermediler!.. Abdullah bin ziyad'ın emriyle de susuz bir yerde, kerbelâ diye bilinen mahalde konaklattılar. Sonra 4000 asker daha geldi.
Abdullah,
—biat etmezlerse su vermeyin,
Dediği için kendilerine su verilmedi. Böylece çoluk çocuk 8 gün orada susuz kaldılar. Sonra gene Abdullah’ın emri ile askerler üzerlerine saldırdı. Hüseyin izin vermesine rağmen, kimse onu terk etmedi.
Rivayete göre yanında 72 kişi vardı. 6000 askere karşı tertibat aldılar. Hurr yaptıklarından pişman olmuştu ama, artık komutan değildi, yeni komutan sad ibni vakkas'ın oğlu amr idi. Durumu değiştiremeyen hurr, atını sürüp Hüseyin’in yanındakilere katıldı!..
Bir sürü olaylar, teke tek vuruşmalar, acıklı konuşmalardan sonra muharrem ayının 10. Günü Hüseyin ve yanındaki erkekler ve kadınlardan bazıları çarpışmalarda şehit oldu. Diğer kadınlar ve üç oğlu kurtuldu... Bunlardan zeynel abidin o tarihte 20 yaşında idi.
Şehit olanlar arasında Hüseyin’in oğulları ali ekber ve Abdullah;
Hasan’ın oğlu ebubekir ve kasım; hz. Ali'nin 6 oğlu, yani kendisinin kardeşleri olan Abbas, Cafer, Abdullah, Osman, Muhammed ve ebubekir; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi Cafer’in oğlu) Abdullah’ın oğlu avn ve Muhammed ve yine amcası (hz. Ali'nin kardeşi) âkil'in oğlu Cafer ve abdurrahman; yine amca oğlu Abdullah; amca oğlu (hz. Ali'nin kardeşi âkil'in oğlu) müslim'in oğlu Abdullah; ve ebu Sait’in (amca âkil'in oğlu) evlâdı Muhammed de vardı.
Nihayet amr'ın komutası altında savaşan şemir adlı mel'un kişi şehit düşmüş olan Hüseyin’in başını kesti. Alıp yezit’e götürdü.
Yine bu acem tarihinde diyor ki:
(Zecr bin Kays, Hz. Hüseynin ölüm haberini Yezide getirince, başını eğip, bir zaman durdu. Sonra, (Onu öldüreceğinize, Ona itaat etseydiniz, iyi olurdu. Ben orada olsaydım Onu af ederdim) dedi. Mahdar bin Salebe İmam-ı Hüseyin’i kötülemeye başlayınca, Yezid yüzünü asıp, (Mahdarın anası böyle zalim ve alçak çocuk doğurmasaydı. Allah, Mercanenin oğlunu [İbni Ziyadı] kahr eylesin) dedi. Şemmer, imam-ı Hüseyin’in mübarek başını Yezide getirip, (İnsanların en iyisinin çocuğunu öldürdüm. Bunun için, atımın heybelerini altınla, gümüşle doldurmalısın) deyince, Yezid çok kızdı ve (Allah heybelerini ateşle doldursun! İnsanların en iyisini niçin öldürdün? Def ol. Git karşımdan. Sana hiçbir şey verilmez) dedi.)
Şiilerin Hulasat-ül-mesaib kitabının 393. sayfasında diyor ki:
(Yezid, herkesin yanında ağladığı gibi, yalnız kaldığı zamanlarda da çok ağladı. Kızları ve hemşireleri de beraber ağladılar. İmam-ı Hüseyin’in mübarek başını altın tasa koyup, (Ey Hüseyin! Allah sana rahmet etsin! Ne hoş gülüyorsun) dedi.
Cila-ül-uyunda diyor ki:
(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytini kendi sarayına yerleştirdi. Çok ikram etti. Sabah, akşam yemeklerini imam-ı Zeynelabidin ile beraber yerdi.)
Hulasat-ül-mesaibde diyor ki:
(Yezid, imam-ı Hüseyin’in Ehl-i beytine, (Şam’da benim misafirim olarak kalmak mı, yoksa Medine’ye gitmek mi istersiniz?) dedi. Ümmi Gülsüm, tenha bir yerde matem yapmak istiyoruz) dedi. Yezid, sarayında geniş bir odayı bunlara verdi. Burada bir hafta matem yaptılar. Yezid, sekizinci gün, Ehl-i beyti çağırıp, arzularını sordu. Medine’ye gitmek istediler. Çok mal ve süslü hayvanlar ve ikiyüz altın verdi. Her ihtiyacınızı her zaman bildirin, hemen gönderirim, dedi. Numan bin Beşiri, beşyüz süvari ile bunların emrine verdi. İzzet ve hürmetle Medine’ye gönderdi.) şeklinde rivayetlerin olduğu gibi başka rivayetlerde mevcuttur. Yezid'in bu hususta samimi olduğunu söyleyebilmek fevkalade şüphelidir; çünkü. o, İbn Ziyad" Şemir ve diğerlerinin Hz. Hüseyin'i şehid etmiş olmalarına gerçekten üzülmüş olsaydı, onu ve diğerlerini hiç değilse valilikten ve kumandanlıktan azıcderdi.
Doğrusunu Allah bilir. Burada haksızlık ve zulüm içinde olan yezidin avukatlığına soyunmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Halifelik peşinde olan Yezid, hüseyin'in oğlu 4. İmam zeynel abidin'i ve diğer esirleri medine'ye geri yollamıştır. Bir rivayetde gecen anekdota yer verilirse;
Hz. Hüseyin Yezitle ilgili,
"benim babam onun babasından, benim anam onun anasından, benim ceddim, onun ceddinden hayırlıdır... Ben de ondan hayırlıyım. O halde halifelik benim hakkımdır,"
Demiş... Yezit de onun hayır konusundaki sözlerinin haklı olduğunu söylemiş, ancak,
"kalellahü mülikül mülk, tüetil mülk mentena"
Ayetini hatırlamasını söylemiş
Yani mülk Allah’ındır. İstediğine verir!. Tarih sayfalarında görünen o ki, HZ. Hüseyin kufe'ye giderken şehit olacağını ama ilahi takdir'e karşı gelinemeyeceğini de biliyordu!. Allah ona ve ceddine rahmet etsin Şefaatlerine nail eylesin.
Her ne olursa olsun Hz.Hüseyin'i tamamen mazlum olarak şehid edenlerin haklı veya mazur görülebilecek hiçhir tarafları bulunmamaktadır. Yezid ve adamlarının Müslümanlığa ve insanlığa sığmayan adilikleri ile gerçekleştirilmiş Kerbela faciası, İslam tarihinde tüyler ürperten bu feci olayın vuku buluşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlayacak hemen bütün hareketlerin sebebi veya bahanesi olmuştur. Nitekim hu korkunç hadiseden sonra, Hz.Ali ve oğullarının haklarını aramak bahanesine sığınan birtakım maceraperestlerin başlattığı bazı hareketlerin nedeni olmuştur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)