ŞİA HAREKETİNİN ŞİACILAR TARAFINDAN ŞİİLİĞE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Farklı kaynaklardaki genel anlayış cercevesinde tarih sayfalarından bugüne yansıtılan hakikatların ışığıyla ilk şia hareketinin nasıl Şiacılığa dönüştüğü Şiacıların da şia lığı nasıl Şiiliğe dönüştürdüğünü anlamaya çalıştığımızda ortaya çıkan özet şöyledir;
Sahabeden Ali taraftarı olarak bilenen ve ona yakın duran küçük bir grup Hz Ali yi yiğitliği kahramanlığı ve ilmi vasıflarından dolayı onu sevmiş ve onu desteklemişlerdir. Bu grubun bir kısmı Hz Ali’nin ölümünden sonra Muaviye nin yönetimindeki savaşlara katılmış Eyüp El Ensari gibi bir kısmı kendi köşesine çekilmiş kendi etrafında Allah a hizmetde bulunmuş günü geldiğinde de Allahın rahmetine kavuşmuşlardır. Bunlar kendi yaşadıkları dönemde Hz Ali nin imametinden, masumluğundan ve ona bugünün şiası tarafından verilen vasıfların hiç birinden haberdar değillerdi. Ancak, Emevi hanedanlığının başlamasıyla Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet ön¬derleri ehlibeyte lanet okunmasının sağlanması olayı yaşayan sahabelerin bütününü çok üzmüş bu olayı şiddetle eleştirerek Muaviye ve valilerini bundan sakındır¬mışlardır. Hatta Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye'ye yaz¬dığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek ;
«Siz minberlerinizden Allah'a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali'yi severdi..» diyerek tepkisini dile getirmiştir. Tepkilerin dikkate alınmadığı bu dönemde büyük fetih hareketleriyle nicelik olarak yeterli büyümeyi sağlayan fakat nitelik olarak aynı gelişmeyi sağlayamayan islam toplulukları, iktidarı pekiştirme adına sürdürülen kötü adet ve yanlış davranışlarında katkısıyla mevcut huzuru sürdüremedikleri gibi huzursuzluğun dalga dalga artmasını sağlamışlardır.
İç siyaset deki karışıklıkların etkisiyle Ali taraftarlığının bir yansıması olarak yukarda bahsedilen sebeplerden ve özellikle de emevilerin ilk döneminde başlatılan ve Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam ettirilen cuma hutbelerindeki ehlibeyte hakaretin varlığı, Yezid döneminde, Hz. Hüseyin zalimce öldürülmesi, birçok alanda dinin yasaklarının çiğnenmesi, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in kızları esir cariyeler olarak Yezic e gönderilmesi insanların içinde infial yaratıyordu. Netice de bu insanlar Resulullah'm kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı. İnsanlar bütün bu olup bitenleri gördü, bunlara engel olamadı ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Emevilerin iş¬kenceye tâbi tuttukları ehlibeyt mensupları, bunların gözünde aşırı derecede büyümeye başladı¬.
Bu duygu ve düşüncelerini devamlı baskı altında tutan grupların şef¬kat ve merhamet duygularının kabardıkca, zamanında söz verdikleri halde sahip cıkamadıkları insanlara karşı davranışlarında değişimler yaşandı yargılamalarında da aşırılığa gitmeye başladılar. Fitne hareketinin devreye girmesiyle bu ortamda ehlibeyte karşı kutsallık izafe etmeye başladılar. Bütün bu sebeplerden dolayı camilerden eğitim kurumlarından uzak kalarak İslami hakikatleri öğrenemeyen topluluklarda ehlibeyt taraftarlığını öne çıkmaya başladı. Ve gittikce de kemikleşti.
İçlerinde yaklaşımları çok farklı, fakat sonuç itibariyle bir arada olan gruplardı bunlar. Özelliklerine gelince; Bunlardan bir kısmı ehlibeytin ilminden feyzinden faydalanmak üzere ehlibeyt mensuplarından hiç ayrılmayan onlardan ilim öğrenen sapık ve sapkınlığın içinde olmayanlar ki; bunlar şu an onların içinde değildir. Bir diğeri ehlibeyti önce destekleyip sonra ona ihanet eden grubun sonuçta yine kendini ehlibeyt taraftarlarını destekleme zorunluluğunu vicdan bir mesele haline dönüştüren duygusal yaklaşımların ağır bastığı ilimsiz cahil zümre, Bu grubun sempatizanlığı Hz Ali nin ırakta bulunması dönemiyle başlamıştır. Bir başkası İran’ın fethinden sonra bu bölgenin İslamlaştırılmasındaki yetersizlik ve bu bölgenin yapısından kaynaklanan gelenekçi yapının değişmemesi bu yapıyla Abdullah ibni sebe’nin fikirlerinin örtüşmesi ile oluşan görüş ki; bugünkü şia felsefesinin ana ilkelerini oluşturan büyük grup bunlardan oluşmuştur. Bu görüşe, farklı kültürlerdeki kitapların islama kazandırılması adına yapılan tercüme hareketleriyle yöresel inançların İslam kültürüne taşınması olayı büyük katkı sağlayan faktörlerden biri olmuştur. İlk dönemlerinde bu sürecin merkezinde olan ehlibeyt mensupları, gördükleri aşırı davranışlar ve sapkınlıklar yüzünden bunlardan ayrılmış, imamı Cafer “Ben olardan beriyim” demek zorunda kalmış yine aynı dönemde bu grup Hz. Zeyd’ de ihanet etmiş, onu yalnız bırakmışlardır. Sonuçta bunlara ehlibeyt mensuplarından tamamen ayrıldıklarından dolayı “Rafizi” adı verilmiştir. Sözün özü bu gruplar bu güne kadar ehlibeytsiz ehlibeytçilik yapmışlardır. Görüşleri birbirinden farklı onlarca gruplara bölünmüş her biri diğerini tarih boyunca tekfir etmişlerdir.
Abdullah İbni Sebe, sebailer, Rafıziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in bunlardan bazıları dır. Bu inanç sahiplerini yöneten ve yönlendirenlerin çoğu menfaatçilerden oluşmaktadır. Bunlar çıkarlarını sürdürmek adına bu inancı kurumsallaştırma gereğini duymuşlar Şiiliğin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için evvelinin olmasını sağlamak içinde bunu hadislerle teyit etme zorunluluğunu hissetmişlerdir. Ayetlerin geliş yeri ve nüzul sebebine bakılmasızın kendi görüşlerinin ispatını sağlamak için, ayetleri yanlış tevil ederek yorumlanması görüşlerinin ve yorumlardaki boşlukların bazı tarihi olaylarla doldurularak inandırıcılığın sağlanması yoluna gidilmiştir. Bununla birlikte görüşlerinin karşısında olabilecek görüşlerin veya kişililerin de bir şekilde ekarte edilmesi gerektiği düşüncesi ile sahabeye ve söylemlerine karşı kulaklarını kapamışlar, onların aleyhine propaganda ve faaliyetlerini bütün süreçte sürdürmüşlerdir. Özellikle İmamı Caferin ölümünden sonra onun adını kullanılarak binlerce hadis uydurarak uzun bir süre sonra ancak bu projenin altı doldurmuşlardır. Bu sürecde Bazı mefhumların anlamları değiştirilmiş. Bu mefhumlara islamda olmayan manalar yüklenmiş, ehlibeyt imamlarının hiç söylemediği sözler onlara söyletilmiş, Hz Ali nin kürsülerde ettiği vaazlar yaklaşık iki asır sonra değiştirilerek kitap haline dönüştürülmüş, sevilecek şeylerin bazılarına nefret esası getirilirken bazılarında ifrat derecede sevgiler yüklenmiştir. Düşünce yapılarında konjektürel olarak değişiklikler yaşanmış önceleri hoş görülen esaslar, kabul edilen ilkeler, çok ters olmayan tarihi şahsiyetlerin daha sonraları tamamen gözden düşürülerek yok edildiği, sürecin bütününe bakıldığında görülmektedir.
Tarihde bu anlayışa katkı sağlayan bazı olaylar ve kişiler bu sürecin bazen nedeni bazen kendisi, bazen destekleyicisi, bazen de farklı şekilde tezahür ettiğini görmek mümkündür. Şöyle ki;
Halifelik konusundaki Sürtüşmeler ve mücadele, Haşim oğulları ile onların amcaoğulları olan emeviler arasında geçme süresinde, Önce beni ümeyyenin daha sonra beni Abbas’ın elde ettikleri saltanatlarına zarar gelecek endişesi ile ehli beyt soyuna karşı yapılan düşmanlık ve haksızlığın istenilen amaca hizmet etmekten ziyade karşı grupların olmasını sağlamış bunların kemikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin içinde yaşayıp etkili olan kişilerden bazıları saf değiştirebiliyor ilginç karelerde yer alabiliyor. Sonuca baktığınızda ise, kişilerin ne zaman nerede olacağını dini anlayış değil, başka şeylerin belirlediğini görüyorsunuz. Mesela cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan sad bin ebi vakkas'ın oğlu amr, rey valiliği uğruna peygamber torununun üzerine yürüyebiliyor. Öte yandan bir zamanlar Ali'ye karşı çıkmış olan Zübeyir’in oğlu Abdullah, Hz. Hüseyin’in yanında yer alıyor. Keza kurnaz hakem amr'ın oğlu Abdullah da yezit’e biat etmeyip Hüseyin ile birlikte hareket ediyor!.. Hüseyin'i önce kerbelâ'da susuz bırakan hurr sonra onun yanına geçip uğruna şehit düşüyor! Ne oluyor da bunlar çok kısa bir süre içinde bu değişikliklere uğruyor acaba! Gönüllerini dini bir ilhammı basıyor? yoksa nerede olmaları gerektiğini olayların gelişimine göre mi belirliyorlar. Bunlar kaderin bir cilvesi olamaz mı? Burada din farklılığını aramak niye. Böyle bir farklılık yok ama kabilecilik ve yönetme arzusu ön planda. Hz peygamberimiz ile Ebu sufyanın büyük dedeleri yıllar önce araları açılmış iki kardeştir. Ebu süfyanın dedesi şama peygamberimizin dedesi de medineye yerleşmiştir. Ancak, daha sonraki nesilleri tekrar Mekkeye dönmüş ama eski de olsa aralarında bir husumet mevcuttur. Ayrıca, Hz Hamza Ebu süfya nın karısı hind’in babasını Bedir savaşında öldürmüştür. O da onun intikamı Uhut savaşında alarak Hz Hamza nın şehit olmasını sağlamıştır. Yani yezidin söylemlerinin arka planında saltanat aşkının yanında geçmişteki hadiselerden dolayı ceddinin intikam alma duygularının önecıktığı birebir görülmese de de hissedilir. Buna karşın Hz. Hüseyin ve yakınlarına ihanet edenler, yaptıklarının suçluluğu ile Kerbelâ faciasına ağıtlar yakmışlar karşıdakilere duydukları nefretle çeşit çeşit rivayetler ortaya koyarak destanlaştırmışlardır. Hissi ve duygusal yaklaşımların çok ileri derecede kullanılarak oluşturulan bu destanlar incelendiğinde; uydurma rivayetleri acılı tarihi olayın duygusallığı içine çok ustaca kamufle edildiği olayın dinselleştirildiği emeviler ile ehlibeyt arasındaki kavganın siyasi bir olay değil de dini bir kavga olduğunu imajı ile bir tarafın Müslüman karşı tarafın kâfirler cürufundan meydana geldiği algılaması yorumsuz anlaşılacaktır. Bu destanlar okurlarını farkında olmadan aynı duygu yelkenine bindirebilecek bir yapıdadırlar. Bu duygu ile yüklenen okuyucu ekmek yapmaya hazır hale gelmiş hamur gibi, artık din adına ne söylerseniz kabul etmeye hazır hale geldiğini görürsünüz. Çünkü şiacılar tarih boyunca kendi inanışlarını hep bu olayı kullanarak ajite ederek vermişlerdir. Tarihi gerçekleri ve sapkın amaçlarını bu acı olayı kullanarak camiden uzak kalmış ya da uzaklaştırılmış bilinçsiz halka ve taraftarlarına yutturmuşlardır. Yukardan beri bahsedilen sebeplerin oluşturduğu Şiilik anlayışını, Kerbela hadisesi ile iyiden iyiye tetiklenmiş, apayrı bir inançlar manzumesine dönmüştür.
Tarihin içinde ki bu gerçekleri görürken aklı kullanmak isteyen ve aklın karartılmasına taraf olmayanlara bu düşünce sahiplerinin ilk söyleyeceği şey; yine malum hadisenin duygusallığını kullanarak yezidin kurtarılmaya çalışıldığını, ona sahip çıkıldığı olacaktır. Onların nezdinde bu algılama biçiminin yezitle eşitlediğini görürsünüz. Yezitle bir olmak istemeyenler ise, kerbela olayı içine ustaca yerleştirilen şia felsefesi içinde buluverir kendini. Yani onlara göre yezide karşı olmanın şianın içinde olmaktan başka bir alternatifi olmadığı gibi şiaya karşı olmanın da yezidin yanında olmaktan başka bir alternatifi yoktur. Şiacılar size bu iki alternatifin dışında başka bir düşünceyi sunmazlar. Kendi bozuk inançlarının içine ehlibeytin istismarını taşıyarak size alternatifsiz bırakırlar. Gerçek Ehlibeyt Hz. Zeyt imam ı Cafer ve İmam Rıza şiacılık yapanlara karşı “Ben onlardan beriyim”. Demiştir demesine de istediği kadar biz bu hareketin içinde değiliz desinler. Şiacılar için bunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Burada önemli olan toplumun algılamasının istenilen yönde kullanılmasıdır. Oysa duyguları bir tarafa bırakıp aklı devreye soktuğunuzda şu gerçek hemen gözünüzün önüne gelecektir. Bu gelişmelerin en büyük müsebbibi ve tarafı yezit; bunu dini amaçlı yapsaydı, onların dediği gibi ehlibeyti ortadan kaldırmakla islamı yok etmeyi aynı görseydi, etrafındaki şakşakçıların ona verdiği gaz ile esir olarak yanına getirilen diğer ehlibeytin hepsini öldürtebilir, ondan sonraki saltanat hayatını daha korkusuz endişesiz sürdürebilirdi? Bu konuya at gözlüğü ile bakmanın meseleyi çözme yönünde asla bir cıkış olmayacaktır. O ortamdaki olaylara, söylenenlere tarihi vesikalara bakıyorsunuz gerçek hiç gösterildiği ya da gösterilmeye calışıldığı gibi olmadığını görürsünüz. Mesal; İbnu Zübeyr'in davetçisi Abdullah b. Muti gelip Yezid'in şarap içtigini, namazı terk ettigini ve kitaba, sünnete aykırı davrandıgını iddia ettiginde Hz.Ali nin oğlu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid lehine sahadet etimiş, Abdullah b. Muti'ye "Zikrettiginiz seyleri ben onda görmedim. Yanında bulundum ve onunla bir arada ikamet ettim. Namaza devam ettigini, hayrı arastırdıgını, fıkhî hükümler sordugunu ve sünnete baglı oldugunu gördüm" diye cevap verdi, İbnu Muti ve beraberindekiler ona: Sana tasannu için öyle yapmıstır dediklerinde "Söylediginiz içki içme hadisesini size gösterdi mi? Eger sizin yanınızda içti ise sizler onun ortagı sayılırsınız Yok sizin yanınızda içmediyse bilmediginiz, görmediginiz seye sahitlik yapmanız size helal degildir." demiştir. Onlarda; Görmedi isek de bu bizce malumdur dediklerinde de "Allahu Teala şahitlere bunu yasaklamıs ve buyurmustur ki "Bildikleri halde (bilerek) sahitlik yapanlar hariç, sizin bu isinizden herhangi bir sey (biliyor) degilim."
Hz. Ali'nin oglu Muhammed b. EI-Hanefiyye Yezid için böyle şahadet ettiğini de görmekteyiz. Amac burada yezidi kurtarmak değil, onu zaten biz kurtaramayız kurtarmayız da. Ancak alt niyetli görüşler olayı sürekli dinselleştirdiğinden bazı gerçekleri duygumuza hoş gelmese de söylememiz gerekmektedir.
Bu sürecin neresinden bakarsanız bakın bu mesele bir din savaşı değildir. Ancak, mevcut muteber kaynakların ifadelerinden cıkan sonucta Yezidin amacı dinin muzafferiyetinden ziyade, kendi geleceğidir. Olayın birden çok görülecek yanı farklı cepheleri vardır. Eğer buradaki nüanslara doğru bakılmazsa gerçek hiçbir zaman doğru görülmeyecektir.
Bütün bu olup biteni anlamak için her türlü peşin hüküm'den sıyrılmak ve tek yönlü bakış acısını değiştirmek şarttır. Tabiî ki duygusallığı sevgiyi unutmayacağız ama akıl'dan da yararlanacağız. Elbette Allah isteseydi, Hüseyin’in başını şemir'in eline bırakmazdı. Ama ne ibni mülcem'i, ne câde'yi, ne de onu durdurmuştur... Bunda elbette Allah tarafından bilinen bizce bilinmeyen anlayamadığımız hikmetler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki.
Hz. Hüseyin kendisine düşenleri yapmış mertebelerin en yücesine ulaşarak hak'ka kavuşmuştur. Şehit olmasa da yatağında ölseydi bugün çoktan unutulmuş olurdu. Emevi hanedanları onların varlığını mücadeleci azmini hep ensesinde hissetmişler, muhtemelen yapabilecekleri bir takım kötülükleri yapamamışlar, bu hissedişin sonuçları şüphesiz İslam için hayırlı olmuştur.
Huzursuzluğun hâkim olduğu o dönemdeki toplum yapısına bakıldığında, İslam coğrafyasındaki algılamalar ve faaliyetleri şöyle sıralanabilir.
Olayın devlet cephesi olan emevi hanedanları ki; Halifeliğin yapısına saltanatı bulaştırmışlar, karşılarında muhalefet olabilecek güç ve yapıda kimse görmek istememekte, Bu hırsın kamu düzenini sağlayan kesime yansımasıyla valiler, halkın sıkıntılarına çözüm üretmek yerine onları daha sıkmaya patlatmaya yönelik eylemler içine girmelerini sağlamıştır. Yönetimin şerrinden korkan devlet erkânı yönetime yaranmak için yalakalık ve yanlışlık adına bir eylemde bulunmayı geleceğin garantisi görmektedir. İşte bu ortamda yukarda da kısaca bahsedildiği üzere Hz. Hüseyin’in şehit olmuş Allah ın rahmetine kavuşmuştur. Devleti yönetenler, devlet gelirini artırmak, kendi hükümranlıklarını iyice oturtmak için dışarıda fetih hareketlerini sürdürürken, içerde konumlarının kalıcılığını sağlamak adına o derece ileri gidilmişlerdir ki camileri bile siyasetde kullanmışlardır. Halkın tek güvendiği huzura erdiği bu müesseselerde kendi geçmiş ve gelecek nesillerine methiyeler düzülmesini sağlarken, bazı cami ve mescitlerde saraya yalakalık yapan din adamları kullanılarak ehlibeyte hakarete varan sözler sarf edilmesini sağlanmıştır. Söz konusu imamların bir kısmı aldıkları emirle, bir kısmı yağcılık olsun diye bile bile vaaz kürsülerinde ehlibeyti halkın gözünden düşürmek için yalan yanlış sözler sarfetmekten geri kalmamışlardır. Özellikle yezit ve zalim haccac dönemlerinde camilerde siyaset adına linç kampanyası sürdürmeyi saltanatın devamının garantisi görmüştür. Camiye gelip cuma namazını kıldıktan sonra hutbede bu tür hakaretleri dinlemek istemeyen insanların dinlemesini sağlamak için, Cuma namazının sonunda yer alan cuma hutbesini Cuma farzının önüne almışlardır. Emevi hanedanlarına yapılan övgüler ve ehlibeyte yapılan hakaret vari sözler boşa gitmesin dinlesin diye böyle bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Siyasetdeki hırsın bu kadar nefreti doğurması İslami alt yapıdan yoksun fakat camilere bir şey öğrenmek için namaz kılmak için gelen halkın, Ehlibeyt sempatizanlarının, Aliyi sevenlerin ve Alevilerin camilerden uzaklaşmasını sağlamış, bu olumsuz manzaradan uzak kalmak isteyenler camiyi terk etmek zorunda kalmışlardır.. Bu yanlışlar yüzünden camilerden uzaklaştırılanlar, İslami öğrenmekten yoksun bırakılmış, bu mazlum insanların başkalarının ellerine geçmesine sebep olunmuş, hırsları yüzünden müsebbipleri büyük bir gafletin, ihanetin, hesabı verilmeyecek sorumlulukların altına girmişlerdir. Ehlibeyt aşkıyla yanmaya başlayan iman ateşinin alevlenmesine ramak kalan grupların, İslamlaşamaması, ıslama fitne sokmak için fırsat bekleyen grupların ellerine itilmesi ne acı bir tarihi gerçektir. Bu gruplar camilerde gördükleri manzara karşısında kendilerini mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlamışlar, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ve bu tip kişi ve kişilerin anlayışları ile inançlarını sahip ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Hz. Ali'ye ve ehl-i beyt mensublarına, özellikle velayet ve ilmin yanı sıra, rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan şahsiyet¬leri sebebiyle doğan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlardır. Bazı din adamlarının vaaz kürsülerindeki saltanat sahiplerini övmelerini hazmedemeyen ehlibeyt sevdalıları bunlar yezit ve bunun gibi zalimleri överek sevap umduklarını düşünerek, biz neden ehlibeyti öven ve onu yücelere taşıyan övgüler methiyeler yapmayalım düşüncesi ile başladıkları faaliyetlerinin sonunda ehlibeyt adına uydurdukları hadisler karşılığında sevap alacaklarına bile inanmaya başlamışlardır.
Hatta bu konuda yarışa girişilmiş ehlibeytle ilgili 70 tane hadis uydurdum bunun sevabı bana yeter deyip yaptığı ile cenneti umanlar olmuştur. (konu ile ilgili geniş bilgi Şianın Hadis Anlayışı bahsinde yer almaktadır)
Burada küçük bir ayrıntının belirtilmesinde fayda var. Yezid, kendi döneminde asla ilmin merkezi konumunda olan Mekkeye hükmedememiştir. Mekke'ye de İbnü’z Zübeyr hükmetmiş, Yezid'e biat etmemiş ve Yezid ölünceye kadar da kendisine biat edilmesi için çağrıda bulunmamıştır. Mekkedeki camilerde yezide methiyeler düzülen hutbeler okunmamıştır. Ayrıca beni ümeyye ve beni abbasi dönemlerinin bazı idarecileride kendi adlarına düzülen bu tür övgülere izin vermemişlerdir. Bu sürecte emeviler'den halife 2. Muaviye ve halife ömer'i aynı kefeye koymamak hayırla yadetmek gerekir... Çünkü bu muhterem zatlar camide ehl-i beyt'e sövme âdetine büyük tepki göstermiş bu yanlış hareketi kendi dönemlerinde kaldırmışlardır. Şu önemli noktanında altını cizersek, Emeviler'den de, Abbasiler'den de hilafete Emeviler döneminde bulaştırılan saltanat yönünü kaldırmak için gayret gösterenler olmuştur. Bilhassa Abbasi halifesi Memun, kendisinden sonra İmam Cafer-üs Sadık'ı halife olarak göstermiş, ancak bir sonuç alamadan halifelik'ten düşürülmüş, yerine oğlu getirilmiş, böylece saltanat zinciri devam edilmiştir. Ancak halifelere, Hz Hüseyin ve Zeyd’ den başka başkaldıran ehlibeyt imamı hiç olmamıştır. Özellikle imam cafer'den sonra halifeler ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verildiği görülmektedir.
Buna karşın sapkın hareketlerin propagandası ile yeni bir anlayışın etkisinde kalanlar ki, bunları da birkaç bölümde sıralayabiliriz.
Hz Hüseyin’i davet edip, ona sahip çıkama kararlılığını sürdüremeyen ve yanında olamama neticesinde onun, hunharca ve gaddarca şehit edilmesine sebep olma ezikliğinin etkisinden kurtulamamış, ancak, sağlığında sahip çıkamadıkları bu zatın ve çocuklarının sevgisini özünde yaşamayı ve yaşatmayı vicdani bir görev sayan ve dini konuda son derece yetersiz olan bu gruplar, dini öğrenmek için gittiği camilerde ehlibeyti halkın gözünden düşürmeye yönelik olmadık iftiralar atılmasını içlerine sindirememişlerdir. Kendilerini, mevcut yönetime göre öteki olarak tanımlayarak, onlarla hiçbir konu da bir olmama konumuna girmişlerdir. Camilerde anlatılan dini konularla övgü ve kınamaları bir algılamış, Ehlibeyte duyulan sevgi ve bağlılıklarını mücerret planda tu¬tamayıp müşahhas alana taşıran ve sevdik¬lerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin etkisi ile inançlarını ehlibeyt sevgisi eksenine oturtmayı bir günah çıkarma olgusuna dönüştürmüşlerdir. Bunlar Hz Ali ve ehl-i beyt mensuplarına verilen ilmin, velayet ve Rasulüllah'ın soyu olmaktan kaynaklanan sevgi ve muhabbetle yetinmemişler, bu güzelliğin içini yeni ilavelerle doldurulması anlayışına kapılarını arkasına kadar açmışlar bunu bir görev bilmişlerdir.
Yine bu zümreden olup eski kültürlerinden vazgeçemeyip islamla birleştirmek isteyenler, tercüme hareketlerinin başladığı dönemlerde kendi kültürlerini İslam kaynaklarına sokarak bu gruba büyük destek sağlamışlardır.
İslami hizmetlerin ulaşamadığı halk kitleleri.
Bu grupta yer alanlar kitleler halinde Müslüman olmuş ancak yeterli bilgiye ulaşamayan bu insanların mevcut hallerinden istifade edilerek, hanedanlarının yaptıkları zulüm ve haksızlıklar istismar edilerek, gerçek islamla emevi yaşam biçimini bire bir aynı göstererek hak yolun emevi uydurması olduğu propagandası ile insanların gerçeklere karşı kulağını kapamasını sağlamışlardır. Boşlukta kalan bu insanlara, Sapkın fikir ve anlayışların İslam adı altında verilmesi, peygamber yerine alternatif peygamber inancı yerleştirmek için peygambere inanan ama esas icracı olan masum imamların etkin olduğu bir anlayışın benimsetilerek, masum imamlar adına söylenilen sözlerin gerçek din gibi algılanması sağlanmıştır.
Bir başka grup, zulmün ve istismarın yaptığı tahribatı yeterince engelleyemediği için İslam ümmetinin geldiği son durum karşısında üzgün ve rahatsız olanlar ki bunlar da kendi inanç dünyasını sahabeden ve tabiinden öğrendiklerini yaşamaya çalışan geniş halk kitleleri.
Dördüncü bir cephe ki doğru islamın bugünlere taşınmasını sağlayan ve Hz Peygamberimizin size iki emanet bırakıyorum birisi Hz Kuran diğeri ehlibeytim diyerek işaret ettiği, islamı gelecek nesillere taşıma gayreti ile ıssızlarda, mağaralarda, talebe yetiştiren ilim ve irfanın fetih ülkelerine yayılmasını sağlayan vizyon sahibi ekip ve onların medrese faaliyetleri.
İslam coğrafyasındaki genel görünüm çok net olmasa da aşağı yukarı birbirinden farklı amaç ve bilinçte dört ana grup olarak sıralayabiliriz.
Pekiyi şiilik bu sürecin neresinde başladı sorusunun cevabına cok somut belli bir nokta ve zaman diliminde denmesi mümkün değildir. Bu husus uzun soluklu bir süreçle bazı Müslümanların yanlışlarından, meydana gelmiştir. Şöyle ki: yukardan beri sayılan hususların her birisinin belirli katkıları olmuş ama özellikle Hz Hüseyin in şehit edilmesinden sonra ehlibeyt sevgisi ile yanıp tutuşan insanların camilerden uzaklaştırılması neticesinde boş durmayan islam düşmanlarının bu insanları istismar etmeleriyle bu mazlum insanlara din diye verilen bir takım saplantıların kemikleşmeye başladığını şianın Şiacılığa, Şiacıların da Şiiliği kurumsallaştırdıklarını söyleyebiliriz.
Ehli beyt imamları ise; emevi hanedanlarınının uzağında durmuş ancak, belirli zamanlarda kendisini ehlibeyt taraftarı gösteren gruplarla birliktelik sağlasalarda onların amaclarını öğrenip yollarından döndüremeyince onlardan da uzaklaşıp, islam kaybolmasın diye bütün enerjilerini dine hizmete çevirip boş durmadan talebeler yetiştirmişlerdir. Bu hizmetlerini de o günkü şartlardan dolayı gizli sürdürmek zorunda kaldılar. Yetiştirdikleri öğrencilerini ilmi ve irfanla yoğurarak islam âleminin her tarafına yaydılar. Bu talebeler gittikleri beldede islamı anlatıp yayma faaliyetine devam ettiler. İşte bu zamanda ilhamını yine ehli beyt imamlarından alan bu talebeler islamı yaymaya gayretinden geri durmadılar. Bunların samimi gayretlerinin sonucu mezhepler olarak tezahür etti. Farklı yorumlarla gün yüzüne cıkan bu meshep imamları hiç bir zaman ehli beyte ihanet etmediler. İmamı azam beni ümeyyeye karşı kıyam eden hazreti zeyd’in yanında oldu. Yönetimin yanında olmamak için hapishanelerde yıllarını geçirdi hatta orada öldü. İmam Şafii hazretleri sultanlara karşı " Rafızilik ehli beyti sevmek ise ben nafiziyim" dedi. Ehlibeyt anlayışı ile kendi anlayışları arasında bir fark olmadığını herkese ilan etti. İmam Ahmet bin Hanbel ehli beyt sevgisinden dolayı zindana atıldı. Yani velhasıl ehlisünnet gerçek anlamda ehli beytin talebelerinden başkası değildir. Ehlisünnet ile ehlibeyt arasında temel konuların hiç birinde ayrılık bulunmamaktadır. Bunlar göz ardı edilmeyecek ve aslla kaybolmayacak tarihi gerçeklerdir.
Bütün bu sorunlara rağmen, Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir. Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi boşuna söylenmiş bir söz değildir.
Bu sürecle ilgili El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Burada esas dikkati çeken işin acı yönü şia karşıtı olarak bilinen alimler toplum önderleri ve imamlar saltanat şak şakşakçıların yanlarında, çevrelerinde olmamalarına ve onlara karşı olmalarına rağmen, o günkü zulmün tarafıymış gibi gösterilmeye çalışılmasıdır. Oysa bunlar; ehlibeyt imamlarının yetiştirdiği, ya da hocaları ehlibeyt imamı olan âlimlerin yetiştirdiği, mezhep imamlarıdır. Bunlar; beni ümeyye zulmüne sonuna kadar karşı durmuşlar, çalışma azmi keskin zekası ve vefası sayesinde ıslamın orijinalinin bozulmadan, temel felsefesi değişikliğe uğramadan, gelecek nesillere taşıyan güzide insanlar olmuşlardır.
Minberde Ali’nin kötülenmesini emrinden sonra ayaklanmalar olmuş ve bunlar Emevi Hilafetini sarsıp belini kırarak, Abbasi Hilafet’ine yol açmıştır. Abbasilerin devlet yönetimini ele gecirmesi ile de umut edilen gelişmeler olmamış benzer olaylar devam etmiştir. Şöyle ki;
Eba Müslim’in desteği ile halife olan ebül Abbas, "nerede bir emevi varsa, kılıçtan geçirilmesini" emretti!. Bu düşmanlık sonucu Haşimiler Emevilerin topluca öldürülmesini sağlayarak olayı korkunç bir katliama dönüştürdü.
Tarihe baktığınızda siyasetin çok acımasız, figuranların kimi nerede ne zaman desteklediği konusundaki değişkenliğin ne kadar hızlı olduğunu bununla birlikte bu değişkenliklerde esas sebep cıkar olmasına rağmen bunun saklanıp bu uğurda inancların istismar edildiğini görüyorsunuz. İşte esas amacı ehlibeyte yardımcı olmak onları korumak amacıyla ortaya cıkan Ebül Abbas, halife olduktan hemen sonra Şam’da 90 kadar emevilerin ileri gelenini yemeğe çağırdı. Onları sopa ile döve döve öldürttü. Sonra da cesetlerinin üzerine sofra kurdurtup keyifle yemeğini yedi. Sofranın altındakilerden bazıları hâlâ ölmemiş, can çekişiyordu.
Basra’da Abbasi komutan Abdullah sokaklarda emevi avlayarak birer birer öldürttü, cesetlerini yerlerde sürükledi, köpeklere yedirtti. zulüm bir taraftan kapanırken bir başka isim le yeniden hortlamıştı. Bu süreçte eba müslim-i horasani de intikam amacıyla çok emevi öldürdüğünü görmekteyiz. Bu sülaleden bir tek kılıc artığı emevinin gizlice endülüse kactığını orda büyük hizmetlere vesile olduğunu görüyoruz. Bu süreclerde İyilik ve kötülüğün sülale, soy, sopla alakalı olmadığını tamamen kişilerin kendisiyle ilgili olduğuna çok defa şahit oluyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılması acısından bazı tarihi gerçeklerinde ifadesinde fayda var;
Mesela bazı yaklaşımlarda her halife'ye baş kaldıranı şia, her halife'den yana olanı "yezid" sayma gibi bazı saplantı görünmektedir ki bu hiç doğru değildir. Bunun en bariz örneğini eba Müslim ve ebu Hanife’yi görmek lazım. Halifeliğin Abbasilerin eline gecmesini sağlayan Eba Müslim’i, bizzat imam Cafer şia saymamıştır. Oysa Ebu Hanife’yi i kendi meclisine katılmasından dolayı şia saymıştır. Bazı imamlar kendileri dışında gelişen şiacılık yapan gruplara karşı olmuş hatta onların yanında değil halifenin yanında yer almışlardır. Bunun en büyük örneği İmam rıza'nın halife me'mun'a gelip şiiler'e ve Muhammed mehdi oğlu İbrahim’e karşı uyarmıştır. Kendilerine şia adı veren ve bu grupları sürekli yöneten ve yönlendiren bazı menfaat ve fitne amaçlı kişiler, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi ehlibeyt mensuplarını öldürmekten bile çekinmemişlerdir. Yine büyüt fitneci, meymun İsmail’in imam'lığını savunma, imamlık postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadeleesine girerek Şiilik'ten büyük kazançlar elde etmiş, Şiilik inancını önce ifrata götürüp sonra da inkâra yönelmiştir.
Görüleceği gibi o dönemlerde kendini şia diye adlandıran gruplar homejen bir yapıda değildi. Ehlibeyt önderleri etrafında olan şia olduğu gibi ehlibeytin dışında gelişen islam ilmiyle örtüşmeyen bilgilere haiz aşırı radikal grupların da kendilerini şia diye adlandırdıklarını görmekteyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder