Şiileri bu kadar radikal yapan inanç sisteminin özellikleri nelerdir?
Bunun adını en başta koymak gerekir ki; Ehlibeyt sevgisi. Başlangıçta masum ve güzel bir sempati ile başlayıp sonraları altı farklı anlamlarla doldurulan bu sevgi Şiacıların en büyük sermayesi olmuştur. İkinci sermayesi ise; sonradan icat ettikleri takiyye inancı. Eğer takiyye inancı olmasaydı Şiacıların ne sabit bir mezhepleri, ne devam eden bir dinleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu. Bu başlangıcın arka yüzü yüzyıllardan beri doldurulduğundan her gün şii inancının içine yeni bir şey girdiğini görebilirsiniz. Tıpkı Şah İsmail dönemine kadar ilk üç halifeye küfür edilmez iken, ondan sonra bahsi gecen yüce insanlara hakaretin en kötüsünün yapıldığı gibi.
Masum bir ehli beyt sevgisini, mazlumiyeti, haksızlığa başkaldırıyı Şiacılar öylesine işlemişler ki, ulaşabildikleri toplumlara bu onurlu duruş kullanarak uydurdukları inançlar etrafında kenetlemenin yol ve yöntemini bulmuşlardır. Eğer bu sevgiyi tabulaştırmamış olsalardı en takdir edilecekleri yönleri budur denilebilirdi. Ancak, bu sevgi onlarda ifrat derecesine cıkmış bir bidat haline dönüşmüştür. Zaten onlar şii ideolojisini ehlibeyt sevgisi ve Hz Hüseyin in şahadetini kullanarak nesilden nesile taşımışlardır. Yoksa burada tarihin, acının dışında inanç adına taşıyacak herhangi bir şey bulmak mümkün değildir. Her hakikatin yozlaştırıldığını amacından saptırıldığını gibi bununda mecrasından çıkartıldığı apaçık ortadadır.
Hz. Ali’yi makul bir yaklaşımla methedenlerin Şiilikle suclandığı pek görülmez. Ancak onun icraatlarıyla ilgili tenkidî mahiyette fikir beyan edenler ise hemen Ehl-i Beyt düşmanı veya Emevîci olmakla suçlanmaktadır. Hele Hz Ali ile ilgisi olmayan ancak ona mal edilen yalanlara karşı cıktınızsa vay halinize. Ne müslümanlığnız kalır, ne yezitliğiniz ne de vehabiliğiniz. Bu tarihte de günümüzde de böyledir. Bazen de bu konularla ilgili görüş beyan edenlerin ashâba saygısızlık ettiği şeklinde yorumlandığı sık sık görülmektedir.
Haricilik dışındaki görüşlerin hiç birinde ehlibeyt düşmanlığı yapılmamaktadır. Harici geleneğini fiili olarak sürdürenler olsa da inanç noktasında onlarında nesli tükenmiştir. Buğün Şiilerin kendileri dışında gördükleri inanc sahiplerinin tefsir kaynaklarına indiğiniz zaman birçok Şii düşünceyle çok farklı olmayan yorumları bulmamız mümkündür. Ehl-i Beyt meselesinde de Şia’nın anladığı tarzda da Ehl-i Beyt meselesini anlayan müfessirler olduğu gibi, farklı anlayanlar da var. Bu tarihi bir konudur. Böyle olması da gayet doğaldır. Bunu ayrılık meselesi olarak görmek ne kadar yanlıştır. Nitekim Ehl-i Beyti ifade eden Hz. Peygamber’in ailesinin tamamı bugün Allah ın rahmetindedirler. Ehlibeyt anlayışını İster Şia’nın dediği gibi Ali’nin Fatıma’nın soyundan gelenlere tahsis edilsin, ister Hz. Peygamber’in o zamanki eşleri ve ailelerinin hepsi katılsa bugün ne fark eder? Yani onların tamamının temiz kılınmak istenmesi bizim sermayemize zarar mı getirir? Esas olan İslam’a kimin hizmet ettiği değil midir?
Ehlibeytin temizlenmek istemesi onların hiç hata yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Zaten ehlibeyt sahabedendir. Ayrıca ehlibeyt olma özellikleri de vardır. Ancak, sahabe ve ehlibeyt hata yapabilirler. İslam inancında küfür ve düşmanlık etmemek şartı ile onlara eleştirilemez gibi kutsaliyet tanınmamıştır. Farklı anlayışlardaki sorumluluk herkesin kendini bağlar. Ancak eleştiri noktası hassasiyetleri yok edecek derecede olmamalıdır. Mesela hariciler Hz Ali yi tekfir ettiler diye ehlisünnet doğru söylüyorsunuz diye onların peşinden mi koştu? Hayır. Nedeni onlar cahil ve şekilciydi. İlk üç halifenin icraatlarından bazılarını beğenmeyebilir sonuçlarına bakarak eleştirebilirsiniz. Farklı yapsaydı daha iyi sonuç alabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak Hz Osman için, bütün akrabalarını vali yaptı. Devlete değil etrafına çıkar sağladı. Calıp cırptı diye ele avuca sığmaz iftiralarla Hz Peygamberin iki defa damadı olmuş bir zata, eleştiri dozunu bitirip çok ağır ithamlarla saldırıya geçerseniz, elbette o mazlumun hakkını savunacak birileri çıkacaktır. Buna karşın hakkında itham olmayan fakat konuşulmasın da hiçbir fayda görülmeyen başka eleştirileri gündeme taşıyacaktır. Hakiki tarihe bakılarak Hz Ali ile Hz Osman mukayese edilecektir. Kim daha çok akrabalarını vali yaptı. Öldükten sonra kim daha çok geriye miras ve köle bıraktı! Kaç tane evlilik yaptı gibi hususların karşılaştırılması birilerini ister istemez üzecektir. Çünkü bazı anlayışların masum sıfatı yakıştırdıkları İslam büyüklerinin farklı yönlerini öğrenme lüksü yoktur. Ama ehlisünnetin böyle bir kompleksi yok. Nedeni hep mütedeyyin davranmış orta yolu tercih etmiş ifrat ve tefritten bu tür şeyler yüzünden kaçınmış, geçmişi hayırla yad etmişlerdir. Yine Muaviye’nin İslam’da şura prensibini göz ardı edip halifeliği saltanata çevirmesini de görmezden gelmeyip eleştirmişler, bu süreçdeki yanlışları kamufle etmemiş veya bir hikmet vardır mantığı ile bir değer izafe etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım yerine haklı eleştiriyi tarihten ders almak adına yapmak dururken, ona kâfir demek İslam ahlakına ne derece uygundur. Biz onun Allah’ı inkâr ettiğini gördük mü? Hayır. Bunu konuşmamızın bize bir faydası, konuşmazsak bir zararı var mı? Hayır. Pekiyi bunu konuşmak iyi bir şeyimi- kötü bir şey midir? İyi olması muhtemel bile değil. Onu bunu şirk ile itham ederken kendimizi kimin yerine koyduğunumuza bakıyormuyuz!? Hayır. O halde bunu sakız gibi çiğnemenin ne faydası var? Koskoca bir hiç….
Sürecin böyle gelişmesini sağlayan meselenin bir başka boyutunda yer alan ümmetin çoğunluğu temsil eden bir İslam dünyası var önümüzde. Sütten çıkmış ak kaşık diyemeyeceğimiz bu cenahda elbette hatalar var ki bu bölünme oldu. Konuyla ilgili araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Yani ümmet olarak hiç kimse masum değil. Kiminin inanç noktasında saplantıları var kiminin uygulama noktasında.
Sünnet ehlinin yani ehlisünnetin, ehli ehlibeyt sevgisi ve bundan daha önemlisi olan Allah ın “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım “dediği Resûlallahı sevme ve sevdirme adına ürettiği eser ya da toplumdaki etkileşimin etkisinin ne olduğu konusunda eldeki verilere bakıldığında; Şiilerin ürettikleri destanlara, taraftarlarını etkileme gücüne, diğer İslami kesimlerden insanların sempatizanlığını kazanma faaliyetlerinin yanında İnsanın utanası geliyor. Bu anlamda inancalarına güvenip yatanlar acısından ortada büyük bir boşluk olduğunu görmek mümkündür. Tabi ki bu boşluk bıraktırılırsa birileri gelir yanlışlarla doldurmaya kalkar. Bir de itikadım inancım sağlam düşüncesinden yola çıkarak, inancı ile yaşamı arasına mesafe koyanları, inandığı gibi yaşamayı unutarak, yavaş yavaş yaşadığı gibi inanmaya ve gittikçe zillete doğru yol almaya başlayan bir dünyayı görmezden gelebilirliyiz. Bizler bu felsefenin neresindeyiz?. Eğer inancın için bir şey yapmazsan inanç senin için asla bir şey yapmaz. Sen onu terk edersen, o da seni terk eder kendini yaşatacak daha ehil eller bulur. Şia bunca eleştiri alan itikadına rağmen bugün kendini inandığı islamı temsil etmeye adamış görünüyor. İnancı sapkın ve sapık da olsa sonuçta bu inanç sınırlarını kendileri çizmediler. Bugünkülerin yaptıkları kendilerine bırakılan emanetleri hissiyatlı bir şekilde yaşarken geçmişte bırakılan boşlukların doldurulması. Keşke bu boşlukları doldururken meshebi inançlarını pekiştirme adına değil de bazı şia âlimlerinin yapmaya çalıştıkları ancak tabulaşmış fikirlere dokundukları için büyük dirençle karşılaşan Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah, Ali Şeraiti, Seyyid Murtaza Askeri, Ahmed el- Kâtip adlı kişiler gibi tevhit inancında hakikate ulaşma ve birleştirme adına yapsalardı.
Bölünmüşlüğü meydana getiren o dönem hadiselerinin ve hadiselere doğrudan veya dolaylı müdahil olan şahısların rollerinin hissî bakış açısı yerine aklî plânda ortaya konulup değerlendirilmesi gerekmektedir.. Ayrıcalığın sebeplerinden sayılan ve zalimce şehit edilen Hz. Hüseyin’e ağlamak, ya da Yezid’i/Ubeydullah b. Ziyad’i tekfir etmek şeklindeki ifrat ve tefritten kurtarmak, olayları olduğu gibi anlamaya çalışmak, nihayetinde daha soğukkanlı yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Zira tarih ağlamak veya tahkir/tekfir etmek, teselli bulmak veya psikolojik tatmin sağlamak amacıyla okunmaz, okunmamalıdır; tarih ancak anlamak için okunursa o zaman yol gösterici olur.
Şu hakkı da teslim etmek gerek. Ehlisünnetin sahabeleri koruma altına almış olması aslında çok doğru bir yaklaşımdır. Eğer öyle olmasaydı yani sahabeyi eleştiri kapısı çok açık tutulsaydı bu eleştiri normal bir dozda kalmayıp bugün her cenahtan islama büyük hizmetleri dokunmuş kimseler; bazı kesimlerce yapıldığı gibi ağız dolusu haksız haraketlere maruz kalacaklardı. Bu insanlara düşmanlık etmenin hangi inanca hizmeti olabilir ki..?. Bu bölünmüşlüğü derinleştirmeden ziyade neye yarar. Kaldı ki, İslam dünyası şu an ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda ortak paydaları ön plana çıkarmak, ihtilafları daha ötelere itelemek veya gündemin merkezinden uzaklaştırmak gerekmez mi?. İslâm’ın yeryüzündeki hedefi; Seyyid Kutup’un Fizilal’de, “insanlık, üzerine şahit olmak, insanlığa her şeyin doğrusunu yaymak ve yeryüzünde adaletin egemen olmasını, insanların yeryüzünde insan gibi hayat sürmelerini sağlamaktır” dediği gibi… Bizler bu amacı gerçekleştirmesi gereken bir ümmet iken birbirimize düşmenin ya da Sünnileri Şiileştirmeye çalışarak tefrikayı körüklemenin islamı yücelere taşımış insanlara iftira atarak hassasiyeti olan insanları vahdetten uzaklaştırmanın kime ne faydasının ya da zararının olduğu düşünülmez mi? Tarihin fulu sayfalarında yer alan doğru bildiğimiz yanlışlar ile yanlış bildiğimiz doğruları buğün değiştirme imkanı bulabilir miyiz? Yüzdelik oran olarak ne kadarının doğru olduğundan emin olmadığımızı tarihi mevzuları, tefrikayı artırmak adına olmasa bile sürekli gündeme taşımak birilerinin bunun yanında başka birilerini de bunun karşısında varsayarak tahrik unsuru olarak kullanmak kimin ekmeğine yağ sürmek olur? Hem bu kadar net olmayan bir destana inanç iman emanet edilebilir mi? Yani yalanın iftiraın yön verdiği bir oluşum imana nasıl cığır acar!? Birilerine emanet edilmeyen akıl elbette bunu kavrar. Ancak birilerine tepe tepe kullan diye emanet edilen akıllar ne diyeceksin!?
Şii itikadını oluşturan hususlar ile bu itikadı oluşturdukları bilgi kirliliğinden oluşan tarihi hikâyelerin hangi yalancılardan geldiğini, bunlardan sağlanan çıkarların ne olduğunu, itikatlarına delil oluşturdukları ayetlerin hakiki anlamlarını, uydurulan hadislerini kısaca islamın reddettiği hususları elimden geldiğince her iki tarafın kaynaklarından toparlamaya çalıştım.. Bunların iceriğini merak edenler bu çalışmayı bir bütün halinde okumalıdırlar. Şiiliğin oluşumunu sağlayana tarihi süreç bu sürecte, sonradan oluşturulan itikat ve bu itikadin ayaklarının yere basması için uydurulan hadisler ve daha neler… neler!...? Tabii ki bu çalışma bu kadarla da bitmedi. Bu çalışmaya devam edeceğim.
Son yıllarda yapılan bir araştırmada göstermektedir ki, İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarında ilmi bir yanı olmayan güncel olaylardan meydana gelmekte. Oysa İran klasiklerinden tutun da kitapevlerine düşen hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmektedir. Türkiye deki bilim adamları din adına yaptıkları çalışmalarında bağnazlığa düşmeden bunlardan faydalanıp kaynaklarını göstermekteler. Yani bizim toplumumuz yavaş yavaş meseleye daha bir farklı yaklaşımla Müslümanları kendi kişiliklerinden ayırmadan birleştirme çabası içindeler. Bu benim gerçeğim.
Sonuçta bugün şia toplumu da hem devlet olarak hem de toplum olarak onurluca inançlarının arkasındalar. İslam âleminin gerçeği de bu! Pekiyi bu inanç dünyasına sadece eleştirel gözle bakanların hali ne?!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder