2 Eylül 2010 Perşembe

ŞİİLERCE YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN SANIK YAZI 5

ŞİA HAREKETİNİN ŞİACILIĞA DÖNÜŞMESİ


Mezhepler islamın kendisi değil bir yorumudur. Ancak islamın ötesinde bir şey de değildir. Mezhebi, Hz Peygamberin İslamı anlama ve yaşama biçimini bize ulaştıran ana bir yol diye nitelendirilebiliriz. Kuranda, ibadete yönelik emir ve telkinlerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiği konusu detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Bu hususları Hz Peygamber uygulayarak ümmete örnek olmuştur. Bunu yakından gören öğrenen ve uygulayan sahabe onları takip eden tabiin kendi nesillerine gerek yazılı gerek eylem olarak ulaştırmışlardır. Bu böyle devam ederken İslam dışı eserler ile başka dinlere ait eserlerin arabca’ya tercüme edilmeye başlaması sonunda bunu okuyan ilimi sahiplerinin bir kısmı islama farklı cerceveden bakmayı bir ayrıcalık saymaya başlamışlar bunun sonucu islamın kendi geleneği bozulmaya başlamıştır. Bununla birlikte, her gün binlerce insanın islama girmesi neticesinde bunlara aynı hızda islamı öğretinin verilememesi, islamı bilmeyen bu grupların islama yamamak istedikleri kendi kültürleri (örf adet ve görenekleri), yine bu kültürlerin içinde yetişen islamı bir türlü hazmedemeyen grupların İslam düşmanlığına yönelik hazırladıkları eylem planlarını uygulamaya koymaları, üst üste oluşan süreçlerdir. Bu olumsuzlukların üst üste gelmesi sonucunda bir okul konumunda olan o günkü İslam âlimleri, tehlikenin boyutunu hemen görmüşler bunun önünü kesmek için çok dikkatli ve güzel bir çalışma sergilemişlerdir. Bunlar, uygulaması Hz Peygambere dayanan İslami fiiller ile sonradan oluşan sorunlara yine kuran ve sünnet ışığında yaptıkları içtihatların bütününü toparlamışlar, onların talebeleri de bu sürecin devamında çıkan sorunlara aynı yöntemle cevap oluşturmuşlardır. Bu birikimlere mezhep denmiştir. Bunların geneli fıkıh konularıdır. Bunların dışında aynı süreçte itikadı sapmaların yaşandığı da görünmektedir. Bu sapmaların boyutlarını gören İslam âlimleri bir müslümanın neye nasıl inanması gerektiğini hangi hallerin insanı küfre götürdüğünü yine hadis ve Kuran ışığında yazılı metin haline getirmişlerdir. Tabi yorumların girdiği alanlarda âlimlerin bir birinden farklı görüşleri olmuştur. Bugün Müslümanlar arasındaki tefrikanın sebeplerinden birisi de bu yorum farklılığından gelmektedir. Çünkü her yorum kaynağını her ne kadar Kurandan aldığını ifade etse de Kuran dışı bir takım şeylerden etkilendiği bir hakikattir. Yine bu dönemde bazı grupların benimsediği görüşlere ayetlerden delil bulma çalışmalarına gidilmiştir. Hatta öyle bir durum hâsıl olmuştur ki, her görüş ün isbatını sağlamak için ayetlerden delil bulmaya çalışılmıştır. O dönemlerin yetişkin âlimleri bu yöntemin yanlış olduğunu bir görüşe delil Kuran’ın bütünlüğüne dikkat edilerek görüş oluşturulacağını, İtilaflı konuların yorumlarında çok aşırılığa gidildiği Kuran’ın o konudaki ifadesinden uzaklaşılıp başka anlamlar yüklendiğini söylemişlerdir. Asırlardan beri söylenegelmektedir. Ancak, bunu duymak istemeyen farklı anlayıştaki gruplar bu konularla ilgili Kuran’ın bütününe ve Arapça ifadelerinin karşılığına itibar etmemişler, Kuran’ın herkes tarafından anlaşılamayacağı tezi üzerinden konuyu farklı mecralara çekmişlerdir. Mesela “Kuran bir fitnedir. Bunu biz anlayamayız. Bunu ancak yaşayan Kuran Ali anlar “ söylemi ile kendi yorum ve düşüncelerini Hz Ali nin adı ile güçlendirmeye çalışmışlardır..

Aslında bu süreçlerin yaşadığı dönemlerde Bugün herkezce çok iyi tanınan İslam âlimleri arasında hemen hemen hiçbir konuda farklı itikadi anlayışlar mevcut değildi. Hatta onlar Emevi ve Abbasi zulmüne karşı ortak tavır içindeydiler.

Ancak, kendisine taraftar adını veren gruplar, imamlara giydirdikleri masum zırhı ile imamlar adına oluşturdukları akideleriyle çevrelerindeki bilgisiz insanlarca kabul görmeye başlamasıyla o dönemin hakiki imamlarına da kafa tutmaya başladığını görüyoruz. Bunun örneklerinden biri hatta en belirgin olanı Hz

O (r.a.), Raşid imamları kötülcyenlerlc birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman fr.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapma¬cık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka birşey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep ol¬dunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüle¬memeye, bu kişilerin Rasulullah'a nisbetle, Hz. İsa'ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.

Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman'a geldi. Onlar'a şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan ,Allah'ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, Allah ve Resulüm''" yardımına koşan ilk muhacirlerden." (Haşr 8) misiniz?

Onlar:

- Hayır, dediler.

Allah'ın "Muhacirler'den önce Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip «etenlere sergi beslerler. (Haşr 9) buyurduklarından mısınız?

- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:

- Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, Allah Teala'mn şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa¬hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma" (Haşr 10)

Yanımdan kalkıp gidin! Allah ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! "(-lBidaye Ve'n-N'haye 9/107 Bu rivayel Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin'e hirH fK vk nakledilmi§tir)

Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona gö¬re dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyor-du.

Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali'nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin'e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:

- Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:

- Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirile¬cektir.



ile kendilerini taraftar olarak belirten grupları arasında gecen tartışma ve ardından Hz Zeyde yapılan ihanet!

Ehlibeytten olan Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş başarısı için çok büyük gayretleri olmuştur. Bu yüzden zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa¬vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı¬şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.

İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları ona; " Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir. İşte tarihte gerçek anlamdaki “şia” yani ehlibeyti hakiki sevip onun yolunu takip ettiğini söyleyen grupların bu süreçten sonra bu sevgiyi bir tarafa bırakarak Şia’nın Şiacılığa dönüştürüldüğünü görüyoruz. Ehlibeyti sevenlerin yezit döneminden başlamak üzere camiden uzak kalmaları İslam adına sadece Ali ve evlatlarını sevmeleri onları hakiki İslam anlayışı içinde tutamamış bir takım fitne hareketlerinin güdümüyle yönlenmeye başlamışlardır. Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd atası Hz Hüseyin gibi mücadelemsinde ihanetle karşılaştığı için yenik düşüp şehit edilmiştir. Bu olaydan sonra Şiilere "Rafızi" (ayrılanlar) denilmiştir. Bu sürecin devamında ehlibeyt imamlarının içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Bunlarda kendi aralarında bölünmeler yaşadı. Her ayrı grup kendini hak yolda olduğunu göstermek için ehlibeyt mensuplarını bu sürecin içine müdahil kılmaya çalıştılar. Bunların ortak kullandığı zemin ehlibeyt sevgisi, ehlibeyt mektebi, sahabe düşmanlığı gibi söylemleri mevcuttur. Hz Ali den yaklaşık iki asır sonra onun vaazlarından derlendiği iddia edilen Nehcul Belaga’nın tercümesi bile farklı farklıdır. Her grup kendisinin hak diğerlerinin batıl olduğunu iddia etmektedirler. Bu sebepten dolayı bu inancın içinde olanlar kendileri dışındakileri “Gullat” olarak adlandırmaktalar. Bu alanın geniş bir araştırılması sonucunda görülen şudur ki; ehlibeyt mensuplarının büyük bir çoğunluğu bu grubun ne içinde, ne de yanında olmuştur. Ancak bazıları tamamen insanı duygular eşliğinde, Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından duydukları rahatsız nedeniyle zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak onların niyetlerini anladıkları an İmamı Cafer, İmamı Bakır, İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Özellikle şu hususun altı çizilmelidir ki hiçbir ehlibeyt imamının itikadi ve İslami düşüncesi bugünkü “ehlibeyt mektebi” felsefesiyle ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar.

Zeydilerin bu konularla ilgili anlayışına gelince; ilk üç halifeyi kabul ederler, imamların masumluğunu kabullenmezler. Resulullah (S.A.V.)'in vasiyetle beyan ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zik¬redilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)'den sonra Hz. Ali'nin imam ol¬duğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali'den sonra ise, ima¬mın, Hz. Fatıma'nın soyundan olması gerekir.
İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd'e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.» İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şar¬tı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulu¬nan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İs¬lâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların ta¬mamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat eder¬lerse bunların biatleri geçerlidir.

Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliklerini kabul eder, sahabelerden herhangi birini kâ¬firlikle itham etmezdi. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki 'Ali b. Ebî Tâlib, sahabelerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir'e bırakıldı. Bu fay¬dalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnut etmekti. Çünkü peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali'nin kılıcında bulunan müş¬riklerin kanı henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam 'duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali'ye meylet¬miyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşak¬lığı ile sevilmesiyle, yaşlılığıyla, ilk Müslümanlardan oluşuyla ve Resulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»

Bu anlayış, birçok Şiilerin Zeyd'e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir. Zeydilere göre; aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân et¬tiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfat¬lara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur. O günkü şia mimarları ehlibeyti terk etmesine rağmen o aşamadan sonra ehlibeytin gölgesinde görünerek kendi görüşlerinin ehlibeytin görüşleriymiş gibi topluma inandırılmasını sağlayıp yaymaya çalışmasıdır. İktidara getirmek istedikleri bir ehlibeyt mensubundan ziyade Şiilerin ehlibeyt adına oluşturduğu görüşlerin inanç akidesi haline getirilmesidir. Bunu sağlamak için de onlar adına destanlar yazmışlar, hadisler uydurmuşlar ancak, imamların görüşlerine itibar bile etmemişlerdir. Gelinen bu aşamada Şiacıların görüşü ehlibeyt imamlarının görüşü haline getirilirken, yani bu planın uygulayıcıları süreçlerinin başarıya ulaşmasını sağlamak için durumu kurtarma adına uydurdukları tüm yalanları ehlibeyt imamlarına yamarken, İslam’ın Kültür Merkezi ve İmamların sığınağı olan Mekke de, İslam, ehlibeyt imamlarının desteği ve katılım ile bütün rükünleriyle yaşanması canlı tutulmuştur. Buradaki anlayış imamların görüşleriyle bire bir örtüşmesine rağmen, Şiacılar tarafında “Emevi saraylarında uydurulan İslam “yaftasını vurmaktan çekinmemişlerdir!. Burada taraftarlığın yani masum bir şia anlayışının çeşitli dalaverelerle korkunç bir karanlığa doğru yönlendirilerek Şiacılığa nasıl dönüştüğü görülmektedir!.

Yine o dönemlerde Hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yad ederlerdi. Hz Zeyd döneminde iyice belirginleşen Şiacılık, Şiilerin büyük kayboluş diye adlandırdıkları olaydan sonra meydanın iyice boş bulunmasıyla iyice palazlanmıştır. Bu dönemden sonra ihanet planlarının bir bir hayata gecirilmeye başlandığı görülmektedir. Bu konuyu dile getiren tarihi vesikalara baktığımızda alt niyetli provakatif düşüncenin amacına ulaşmak için var güçleri ile çalıştığını görmek mümkün olur. Mesela Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:

“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:

“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.” Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:

Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.

Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.

Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)

Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:

“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”

Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “

“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”

Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):

“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.

Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.

Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:

Cennetin kapıcısı olsaydım,

İki Hemadaniye selametle girin, derdim.

Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:

“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”

Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.

Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:

“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”

Yin bu konu ile ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)

Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.

Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular. Ama hem sahabenin hemde sahabeden biri olan Hz Ali nin kabul ettiği bu halifeleri daha sonraları Ali adına reddetmişlerdir. Hakikatler böyleyken şiacılar düşmanlıklarını, Tarih boyunca kademe kademe sinsi sinsi etkin oldukları grupların içine sokmayı başarmışlardır. Ancak bugünün aydın şii düşünürleri bu sapkınlar ile hakikatleri bir birinden ayırtetmeye calıştığını da unutmamak gerek

Hakikati görünce ezberine devam etmeyen, yanlışından dönme meziyetini gösterebilen ey uyanık mümin bütün bu tarihi hakikatler kapansın mı? Yoksa bundan habersiz olan insanlara bu duyrulsun mu? Bu araştırmada bir art niyet görüyormusunuz? Bu bir meshep taasubu değil. Şu meshep haktır bu mesep batıldır meselesi değil. Yüz yıllardır bize bunu göstermeyip imparatorluklarını devam ettiren âlim geçinen gerceği inananlardan saklayanlara yazıklar olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder