15 Haziran 2011 Çarşamba

İSLAMIN EN GÜZEL GÜNLERİ

   İslam’ın gelmesiyle insanlığın şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşması ve Hazreti Peygamber döneminde İslâmiyet’in Mekke, Medine ve diğer bölgelere yayılması, cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrinin başlaması ile ışığı sönen Yahudiliğin kan kaybetmeye başlaması, birçok Yahudi cemaatinin İslamlaşması Yahudilerin harekete geçmesini gerektiren en büyük neden olmuştur. Geçmişte Hz. İsa ve havarilerine yaptıkları düşmanlıklar meyvesini vermiş Hıristiyanlığı gerçek mecrasından uzaklaştırıp amaçlarına ulaşmışlardı. İslam peygamberinin kendilerinden olmamasını bir türlü hazmedememeleri bir yana, asrısaadetin ilk dönemlerinde Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın gibi bir çok yerin fethedilmesi onları çıldırtmaya yetmişti.


Ancak, İletişimin çok ilkel, okuma yazmanın aynı ölçekte çok zayıf, cehaletin zirvede olduğu bir dönemde İslam’ın kıtalara doğru hızla yayılarak her gün binlerce insanın İslami kabul ediyor olması beraberinde büyük sorunları getirmekteydi.


Büyük kitlelerin ıslama girmesi nicelik olarak İslam da hızlı bir büyümenin olduğunu gösterse de nitelik olarak aynı ölçekte gelişmeyi sağlamanın mümkün olmağı ortada idi. Yani İslama giren toplumlar aynı hızla İslamlaşamıyordu.. İslam coğrafyasının içinde kalan İslam karşıtı güçler de coğrafya dışında kalanlar gibi boş durmuyor inançları farklı olsa da amaçta birleşiyor inananların önünde sürekli engel çıkartıyor yeni yeni stratejiler geliştiriyorlardı.


İslam’ın ilk günlerinden, ilk fitne tohumlarının ekilmeye başladığı günlere kadar; İslam medeniyetinin güçlü olduğu Mekke, Medine ve çevresindeki bölgelerde yaşayan insanların çoğu, İslam’ın oluşturduğu hayat tarzını, olayların İslami manadaki yorumlarını, hazreti peygamberimizin, söz ve davranış biçimlerini, aile ilişkilerini, ayetlerin gelme sebepleri ve bunlardan ne anlaşılması gerektiğini yani bilinmesi gereken bütün gelişmeleri doğrudan Hz. peygamberimizden öğreniliyordu. Bu öğrenme bazen sorular yöneltilerek bazen takip edilerek oluyordu. Tabi bunların inananlar içindeki yorumları ve herkesin her şeyi aynı ölçüde öğrenmesi her zaman mümkün olamayabiliyordu. Aile mahremiyetleri ile alakalı hususları hanımları, aile ilişkilerini ilgilendiren konuları çocukları, hısım ve akrabaları, sosyal ilişkiler ile hayatın biraz daha dışarısını ilgilendiren konuları ise sohbet ortamına en çok iştirak edenlerin öğrenişi diğerlerine göre daha avantajlıydı. Bunlarla birlikte peygamber efendimizden bilgilenen ondan İslami öğrenen, O’nun dürüstlük abidesi hamuru ile yoğrulan en yeni en taze ve gerçek bilgileri öğrenen ezberleyen ve toparlayan bir cemaat daha vardı ki bunlara ashabı suffa deniyordu. Ashabı suffa Mekke ve Medine ye hicret eden "fakir" ve "kimsesiz" aynı zamanda da zeki Müslümanlardan oluşmaktaydı. Sayılarının en çok 400 kadar olduğu rivayet edilmektedir. Mescidi Nebevi sofasında kaldıkları için bu isimle anılmışlardır. Talebelerin çoğu uzun sureleri bile bir dinleyişte ezberleme yeteneğine sahip son derece zeki ve Resulullah’a bağlı, gecesini gündüzünü Hz peygamberimizin etrafında ilim öğrenmeye ayırmış kimselerdir. Bunlar, ayetlerin geliş sırasını, hangi olay üzerine geldiğini ve bu ayetlerle ilgili Hz peygamberimiz ne söylediğini, bu ayetleri nasıl uygulandığını, bunun nasıl anlaşılması gerektiğini, hiçbir tereddüt bırakmayacak şekilde öğrenmekteydiler. Çünkü bunların görevleri buydu. Hz peygamberimizin mektebinin öğrencisiydiler. İşte bu güzide insanların önderliğinde sünnet anlayışı şekillenmiştir. O günkü ortamda Sahabeler, anlamadıkları konularda veya bir problemle karşılaştıklarında Peygamber efendimize müracaat ederek ona soruyorlardı. Rasulullah da o sorunun cevabını biliyorsa onlara öğretiyor; Eğer bilmiyorsa vahyin gelmesini bekliyor; vahiy gelmediği zamanlarda da kendi içtihadıyla hüküm veriyor onları yetiştiriyordu. Peygamber efendimiz (s.a.v) in bu öğretisi ashaba-ı kiram-ı sadece zâhirî bilgi vermek yoluyla değil, aynı zamanda onların manevi hastalıklarıyla bizzat ilgilenerek çeşitli tavsiyelerde bulunarak ve manevi tedavi usulünü kullanarak da yapıyordu. Bununla ilgili İslam tarihinde çok örnek mevcuttur. Birkaç örnek de verilebilir. Ubeyd bin ka'b şöyle buyurmuştur: "bir gün camide bulunduğum bir sırada adamın biri geldi ve kur'an okudu. Ben onun okumasını beğenmedim. Başka bir adam gelerek yine kur'an okudu. Onun kıraati önceki adamın kıraati gibi değildi. Namazlarımızı bitirdikten sonra hepimiz peygamber efendim iz’in (s.a.v) yanına gittik. Ben dedim ki: "ya resûlallah! Bu kur'an okudu, ben onun okumasını beğenmedim. Bu da okudu daha çok beğendim. Peygamber efendimiz (s.a.v) ikisine de kur'an okuyun buyurdu. Onlar kur'an okudular, ikisinin kıraatini da güzel buldu. O zaman nefsime, önce okuyan kişinin okuması yanlış geldi. Cahiliye buğzu kalbime geldi. Peygamber efendimiz (s.a.v) kalbime vurdu ve bende şiddetli bir terleme oldu. Sanki Allah-u zülcelâl’ın tecelliyatını görüyor gibi oldum ve o düşünce benden gitti." (muslim; fi beyan'il kur'an.) Zaman zaman islamdaki incelikleri anlayamayan sahabeye Peygamber efendimiz (s.a.v)' farklı yöntemler uygulayarak meseleyi kavramasını sağlıyordu. Söz konusu ashabın kalbine vurması da o'nun bir yöntemi ve manevi tasarrufudur. Allah-u zülcelâl âyet-i kerimede: "O'dur ümmiler içinde kendilerinden olup onlara ayetlerini okuyan, onları temize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet öğreten.." (cuma;2) buyurmuştur. Buna benzer örneklerin çok yaşandığı o toplumda bir kısım insanlar her konuda yeterli terbiyeye tabii olup istenilen olgunluğa farklı metotlarla ulaşırken, diğer tarafa aynı ortamda yaşayıp aynı havayı teneffüs etme şansını geri tepen yapıda münafıklarda mevcuttu. İslam toplumu içinde görünüp çıban oluşturan bu yapı daha sonraki fitne hareketlerinin de başlangıcı oluşturuyordu. Çünkü münafıklar kendi davalarından asla vaz geçmediler. Her zayıf dönemde islami gelişmelerin önüne engel olmaya devam ettiler.





KONUNUN DEVAMI .
http://kevseryaymaclk.blogspot.com/2011/06/islamin-gelisiyle-nitelikli-ilk.html
 
İslam İçinde görünen Münafıklar ve çeşitli manevraları



HAKİTEN SAHEBENİN BİR KISMI MÜNAFIKLAŞTI MI ?

      İslam İçinde görünen Münafıklar ve çeşitli manevraları
                  Münafıkûn Suresi’nin muhatapları


      Hz Peygamberimizin hicretinde Medine de yaklaşık on bin insan yaşıyordu. Bunlardan beş bini Yahudi idi. Peygamberimizin Medine ye hicreti ile liderlik sevdasında olan bazı grupların hayallerinin suya düşmesi ISLAMa olan düşmanlıklarını artmasına sebep olmuş uzun süre fitne hareketlerinden vazgeçmemişlerdir. Bu hareketler daha sonra da fethedilen bölgelere sirayet etmiştir. Bu süreçte münafıkların her an ISLAMa bir sekte vurmak için pusuda yattığı fırsatını buldukça da hedefleri doğrultusunda eylemler yaptığı görülmüştür. Bir birinden farklı amaçlarla ortaya çıkan fitne hareketleri, sonuçta birbirini doğurarak ISLAMın birlik ve bütünlüğünü tevhit inancını yok etmek amacında birleşiyorlardı. Bunlardan bir kısmını özetlersek;
Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik Araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münafıklardı.
Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.(Müslim, 5/182-183)
Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve imamlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü. (Tabakât, 3/540)
Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve "Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münafıklar hakkında Münafıkûn Sûresi nazil olmuştu.
Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e, "Ey Ebû Hubab! Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için ALLAH'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:"Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, verdim. MUHAMMED'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!" (Tefsir-i Taberî, 28/116)
Abdullah bin Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:
Bir gün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudilerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.
Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:
"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"
Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:
"Yâ ResûlALLAH! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı indiren ALLAH'a yemin ederim ki, ALLAH'ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce ALLAH, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!" (Müslim, 5/183; Müsned, 5/203)
Münafıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan birçok kimse de vardı.
Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak, Uhud Harbinde Müslümanların moralini bozmak psikolojik yıkıntıya uğratmak için Abdullah bin Übey'e uyarak savaşı ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki Yahudiler, 1.Müslim, 5:183; Müsned, 5203.
"Tevrât'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!" diyerek bir kısmı iman etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudilerden de münafıklar türedi. Yahudi münafıklarının çoğu, Yahudi âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nispetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.(Sîre, 3/174-175; Tabakât, 1/174; Müslim, 8/128-129; Müsned, 4/239-240)
Bedevî diye adlandırılan çöl arapları arasında da münafıkların bulunduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Medine çevresindeki bedevîler arasında münafıklar da vardır. Medine halkından da münafıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..." (Tevbe Sûresi, 101)
Bütün bu münafıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: "Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti." (Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9)
Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize birçok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı.
Münafıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de "Îmân edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz' derler." (Bakara Sûresi) 14 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avenesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, "Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar: "Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarf etmiş bulunan Sıddık!" der.
Sonra Hz. Ömer'in elini tutar, "Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.
Sonra Hz. Ali'nin elini tutar: "Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in Efendisi" der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, "Abdullah! ALLAH'tan kork, münafıklık etme! Çünkü münafıklar ALLAH'ın en şerir mahlûklarıdır" der.
Bunun üzerine İbni Übey, "Ey Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? VALLAHi, bizim imanımız sizin imanınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.
Sonra Abdullah bin Übey arkadâşlarına dönerek, "Gördünüz mü nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der. (Hamdi Yazır, Tefsir, 1/237-238)
Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur.
Münafıklar, Müslümanların ibadetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemadatından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dâhili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü dâhili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salâbeti artırır. Bu sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münafıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda birçok ikazlar yapılmıştır.
Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabelere de bildiriyordu. Fakat umuma açıklamıyordu. Kabahatlerini da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslâmın ve Müslümanların menfaatine bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesat ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur. (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s.35)
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münafıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin münafıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muamelede bulunup, İslâm cemaati haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onların, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına geçmelerini temin edebilmek.( Hamdi Yazır, Tefsir, 1/241)
Münafıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.
Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münafık onu bostanından geçirmek istememiş ve "Yâ MUHAMMED! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: "VALLAHi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!"
Azılı münafıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, "Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür."
Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münafıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münafıklar derhal harekete geçerek, "Eğer, MUHAMMED gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi" derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, "Evet, vALLAHi, ben ancak ALLAH'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip a513. Müsned, 5/203
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur. (İstiâb, 1/288)
Peygamberimiz zamanındaki münafıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münafık Abdullah bin Übey'in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münafıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münafıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hâsıl olmuştu. Hattâ geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi. (Tefsir-i Taberî, 4/73rayın!")
Aynı şekilde, Hendek harbinin en kritik anında zor koşulları altında bulunan Müslümanların direncini yıkmaya çalışan Münafıklar, "Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefîletle beklemek akıl kârı değildir" diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.
Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, "Evlerimiz Medine'nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır" diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, "Yâ ResûlALLAH! Bunlara izin verme! VALLAHi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye konuşmuştu.
Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir. O zor şartlara rağmen Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.
Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim Sa'd bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:
"Yâ ResûlALLAH! Bunlara izin verme. VALLAHi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar."
Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:
"Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz."
Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
"Onlardan bir topluluk da, 'Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün' diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, 'Evlerimiz korunmasız' diyerek Peygamberden izin istiyordu; hâlbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu."
Müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.
Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat "Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?" diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:
"MUHAMMED size Kayser ve Kisranın hazinelerini va'dediyor! Hâlbuki şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!
"Va'dettiği nerede, biz nerede? ALLAH ve Resûlü, bize aldatıştan başka bir şey va'detmiyor.
"Kur'ânı Kerim bu hususa da işâret eder.
Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü'minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü onlar, Yüce ALLAH'ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va'dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. ALLAH'ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. ALLAH ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.


Münafıklar ise, tam tersine, Medine'yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashabı Kirâmın vücutlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.
Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü'minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı.
Kur'an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:
"Yoksa sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musibetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü'minler 'ALLAH'ın yardımı ne zaman?' diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, ALLAH'ın yardımı yakındır."
Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaat, "Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarından şöyle bahseder:
"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. ALLAH yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"
Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezasıdır." (Tevbe Sûresi , 81-82)
Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü'l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahitlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: "MUHAMMED güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!
"VALLAHi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"
Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.
Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Mustalık gazası dönüşünde defi hacet yapmak amacıyla devesinden inen hz Aişe yitirdiği kolyeyi aramaya koyulunca seferden geri kalmış kafilenin gittiği görünce çok korkmuş benim devede olmadığımı anlarlarsa geri dönüp beni alırlar düşüncesiyle olduğu yerde beklemeye başlamış ve uyuyakalmıştı. Ordunun ardında kalıp geriden takip eden Safvan b. Muattal, Hz Aişeyi tanımış devesine bindirerek kervana yetişmeye çalışırken Yolda kendi kabilesinden bir topluluk içinde bulunan baş münafık Abdullah b. Übeyy´e rastlamışlardı. Abdullah b. Übeyy: gelenin Hz Aişe olduğunu öğrenince
"Ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam Âişe´den dolayı kurtulur.[ Zemahşerf, Keşşaf, c. 3, s. 52, Neseff, Medârik, c. 3, s. 134]
Demek peygamberinizin ailesi bir adamla gecelemiş, sabaha kadar kalmış!
Sonra da, adam devesinin yularından tutup onunla yanınıza gelmiş hâ?" diyerek ilk yaygarayı koparmıştı. (Taberî, Tefsfr, c. 18, s. 89, Zemahşerf, Keşşaf, c. 3, s. 52.]
Bu iftira dilden dile dolaşmış muhataplarını son derece üzmüş ve bütün ümmeti sıkıntıya sokmuştu. Bu iftiradan haberi olmayan Hz. Âişe günlerce hasta yatmış meseleyi öğrendiğinde “O kadar gözyaşı döktüm ki, annemle babam, ağlamaktan ciğerlerim parçalanacak sandılar, iftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış. VALLAHi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu.[ İbn İshak, İbn Hişam, c. 3, s. 311 , Vâkıdî, c. 2, s. 429] demiştir.
Bu iftiracıların, başta Abdullah b. Übeyy b. Selûl ve Haz recilerden yanında bulunanlar olmak üzere, Hassan b. Sabit, Mıstah b. Üsâse ve Hamne binti Cahş ile halktan birtakım kimseler olduğunu görmekteyiz. Bu olay süresince Müslümanlar arasında bir sürü çalkantılar olmuş, müminler büyük üzüntüler yaşamış sonunda Cenabı ALLAH Hz Aişeyi Nûr sûresi: 11-20. ayetler ile aklamıştır.
Müriysi Gazası sürecinde ordu, uygun bir yerde birkaç gün kamp kurdu, fakat beklenmedik bir olay daha fazla orada kalmalarını engelledi. Sahilde komşu olan Gıfar ve Cuheyne kabilelerinden iki adam kuyulardan birinin başında hangi tulumbanın kime ait olduğu konusunda tartışmaya başladılar. Tartışma bir sûre sonra kavgaya dönüştü. Ömer (r.a.)'in atını yedeğinde götürmesi İçin işe aldığı Gıfar'h: «Ey Kureyş,» diye yardım istedi. Cuheyne kabilesinden olan adam ise geleneksel müttefikleri olan Hazreçlileri yardıma çağırdı. Kızgın olan Muhacirler ve Ensar da hemen sahneye çıktı. Kılıçlar çekilmişti. Eğer Ashab'dan bazıları iki tarafın arasına girmeseydi kan dökülebilirdi. Burada mesele sona ermiş olmalıydı. Fakat bu sefer de genelde olduğundan çok münafık sefere katılmıştı. Bunun sebeplerinden biri de bölgenin tanıdık ve sulak bir bölge olması ve kolayca ganimet elde edilebileceği ümidi idi. Aslında kendi eski bakış açılarını değiştirmemişlerdi. Hâlâ Medine'den yapılan seferleri, dışarıdan biraz destekle Kureyş yapılan Hazreç ve Evs seferleri olarak görmekte ısrar ediyorlardı. Bu nedenle onlara göre kamp Kayleoğullarına aitti: Kureyşli sığıntılar ise her yerde olduğu gibi orada da himaye altındaydılar, îbn Ubey bu kafa yapısıyla etrafında bir grup yakın arkadaşı ile otururken kavga seslerini duymuştu, içlerinden biri meselenin ne olduğunu anlamak için gitti. Döndüğünde Ömer'in adamının suçlu olduğunu, çünkü ilk darbeyi onun vurduğunu söyledi. Gerçekten de öyleydi. Bu sözler, Hendek'te çekilen sıkıntılarını' hâlâ yanmakta olan korlarının birden bire alevlenmesine yol açtı. MUHAMMED (s.a.v.) ve diğer Muhacirler tüm Arabistan'ı onların aleyhine çevirene dek, beş yıl boyunca gerilim sürekli olarak artmıştı. Bunun yanı sıra toplumda Önemli bir rol oynayan zengin ve komşu yahudi kabilelerinin de kökü kazınmıştı, ikisi sürgün edilmiş, biri ise katledilmişti. Vadideki iç savaşa bir çözüm bulunması gerçekten gerekliydi. Fakat îbn Ubey, kendisi kral seçilse idi, buna mutlaka bir çözüm bulacağından emin olduğunu söylüyordu. Şimdi de bu zavallı sığıntılar, efendilerinin kuyuya ulaşmasını engelleyecek kadar küstahlık edebiliyorlardı. «Bu kadar ileri gittiler ha!» dedi îbn Ubey. «Başa geçip, bizi geride bırakmaya ve kendi ülkemizde bizi bastırmaya çalışıyorlar. Bu Kureyşli Paspallarla bizim halimizi şu söz ne iyi ifade ediyor: 'Besle kargayı oysun gözünü. Tanrıya hamdolsun Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı sürüp çıkaracak». "Bu muhâcirleri Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ortak ettiniz, şimdi size rakip olup üzerinize egemen oluyorlar. Medine'ye varınca bunları şehirden atalım" dedi. Halkanın yanında oturan Hazreç'li Zeyd adında bir çocuk doğruca Peygamber (s.a.v.)'e gitti ve İbn Ubey'in söylediklerini haber verdi. Peygamber' (s.a.v)'in birden bire rengi değişti. O sırada yanında olan Ömer, bu haini hemen öldürmeyi teklif etti. Fakat Peygamber (s.a.v.); "Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'MUHAMMED Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?"
"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!" Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münafıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. O sırada Ensar'dan biri gidip İbn Ubey'e çocuğun haber verdiklerini gerçekten söyleyip söylemediğini sormuştu. îbn Ubey doğruca Peygamber (s.a.v.)'e geldi ve böyle birşey söylemediğine ye;min etti. Sorun çıkmasını engellemek isteyen ve onun yanında olan birkaç Hazreç'li de onun söylediklerini doğrulamış, "Biz de müslümanız!" demişler ve Zeyd'i yalanlamışlardır. Resulullah ise vahy gelmediği için ve ALLAH o süreçte gaybını bildirmediği için konu ile alakalı kesin bir hükme varamamış, hatta bu sebeple Zeyd yalancı durumuna düştüğünü düşünerek üzüntüye kapılmıştır. Peygamber (s.a.v.) sanki mesele kapanmış gibi davrandı. Fakat sorundan uzaklaşmanın en iyi yolu insanların kafalarını başka bir şeyle meşgul etmekti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen yola çıkılmasını emretti. Daha Önce hiç bu vakitte yola çıkmamıştı: Hemen hemen öğle vaktiydi, namaz vakitlerinde kısa molalar vererek Öğleden sonra ve tüm gece, ertesi günün sıcaklığı bastırıncaya dek yolculuk ettiler. Kamp kurulması emredildiğinde adamlar o kadar yorulmuşlardı ki, hemen uykuya daldılar. Yolculuk sırasında Peygamber (s.a.v.), Müslümanlar için İbn Ubey'in yerine Hazreç'in en ileri geleni olan Sa'd İbn Ubade (r.)'ye gizlice, kendisinin Zeyd'in doğru söylediğine inandığını belirtti. «Ey ALLAH'ta Rasulü» dedi Sa'd, «Sen eğer istersen onu ortadan kaldırabilirsin. Çünkü o alçak ve zayıf, sen ise yüce ve güçlüsün.» Bununla birlikte Sa'd ondan îbn Ubey'e iyi davranmasını rica etti. Peygamber (s.a.v.) de bu konuyu bir daha gündeme getirmemeye karar vermişti. Fakat Sa'd'la konuştuktan kısa bir süre sonra artık mesele onun kontrolünden çıkmıştı. Bunun üzerine münafıklar hakkında, Münafikûn Sûresi adını alacak olan bir vahiy geldi. Sûre'nin bir âyetinde Zeyd'den isim olarak bahsetmese de onun söylediklerini sayıp, bunları söyleyenin doğru olduğu çınlatılıyordu. Peygamber (s,a.v,) Medine'ye varıncaya kadar bu sureyi Müslümanlara okumadı. Fakat Zeyd'in yanına yaklaşıp kulağına eğilerek: «Senin kulağın doğru duydu ve ALLAH senin söylediklerini tasdik etti» dedi. Kur'ân-ı Kerim, münafıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret ediyordu.


"Münafıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen ALLAH'ın Resûlüsün' dediler. ALLAH bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münafıkların yalancı olduklarına da ALLAH şâhittir." (Münafıkûn Sûresi)
Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.


Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve "Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd: "Yâ ResûlALLAH, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti. O sırada îbn Ubey'in oğlu Abdullah, bu sözleri babasının söylediğini bildiği için büyük bir üzüntü içindeydi. Ona Ömer'in babasını öldürmek için Peygamber'den izin istediğini de söylemişlerdi. Abdullah kararın hemen verilip öldürme emrinin hemen uygulanmasından korkarak Peygamber (s.a.v.)'e gitti ve şöyle dedi. «Ey ALLAH'ın Rasulü. Bana Abdullah îbn Ubey'i öldürmeye karar verdiğini söylediler. Eğer bunu mutlaka yapacaksan, bana emret, gidip kafasını getireyim. Bütün Hazreç, babasına benden daha çok bağlılık ve acıma gösteren kimse olmadığını bilir. Öldürme görevini başkasına verirsen, nefsimin babamın katilinin aramızda dolaşmasına dayanamayacağından korkuyorum. Buna dayanamayıj onu öldürebilirim. Böylece de bir kâfirin yerine bir mümini Öldürmüş olurum ve Cehennem ateşine atılırım.» Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: «Hayr, bırakın ona iyi davranalım, o bizimle olduğu müddetçe arkadaşımız olarak kalsın.»


Yine Benî Müstalık seferi esnasında İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, "Yâ ResûlALLAH, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:


"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."
Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hatta ölümü anında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münafık, hulûs-u kalple gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmal etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, "Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın ALLAH'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:
"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar." (Münafıkûn Sûresi,4)
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemadatından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
Abdullah bin Ubeyy ve ekibi her fırsatta ALLAH'ın dininden insanları alıkoymaya saptırmaya çevirmeye çalışmış ve bu yolda yeminlerini sözlerini kalkan yapmıştır. Hz. Ayşe'ye zina iftirası atan, Uhud'da peygamberi yalnız bırakan, her savaşta casusluk yapan ciddi bir düşmandır. Tebük savaşında da nice münafıkla birlikte savaşa katılmamıştır. Sefer dönüşü herkes Resulullah'a gelip mazeretlerini bildirmiştir. "Hastaydım, başım/midem ağrıyordu, karım hastaydı..." gibi tarih kaynaklarında bulunabilecek basit ve sudan/yalandan sebeplerle münafıklar Müslümanların gazabından sıvışmışlardır, fakat ahirette ALLAH'ın azabı çok çetin olacaktır. Zaten Resulullah hiçbirine "Niye gelmedin?" diye sormamıştır, zira onların ne şerefsiz, yalancı adamlar olduğunu ALLAH Kur'an'da anlatmıştır. Hatta ALLAH onları öylesine aşağılamıştır ki, "elbise giydirilmiş keresteler" bir başka mealde "duvara dayandırılmış kütükler" olduklarını söylemiştir.
Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! ALLAH onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! (MünafıkÛN suresi 4. ayet)
Bunların dışında birçok hadisede münafıklar Müslümanlar içindeki birlik ve beraberliği yıkmak amacıyla her türlü hinliği yapmışlar bunu da Müslüman kisvesi altında yapmaya çalışmışlardır.
Bu tür kirli oyunların içinde asla sahabe yer almamış ancak, Yalnızca üç sahabe hiçbir mazeretlerinin olmamasına rağmen savaşa katılmamaktan dolayı pişman olmuş bu durumu Hz peygambere ifşa etmişlerdir. Savaştan geri kalma günahıyla alakalı konuşan sahabe, Resulullah seferde ve kendisi evdeyken, göğün üzerine yıkıldığı gibi bir hisse kapıldığını anlatmış, derin pişmanlığını böyle ifade etmiştir. Bu üç sahabe diğer sahabeler tarafından dışlanmış, onlarla bütün ilişkilerini kesmiş hanımları yataklarını ayırmıştır. Bu sahabeler haftalarca gözyaşı dökmüş, tövbe etmiş, bir tanesi kendini mesciddeki sütunlardan birine bağlamış ve affedilene kadar yerinden ayrılmamak üzere söz vermiştir. Nihayet vahiy geldiğinde, ALLAH bu üç sahabenin tövbelerini kabul ettiğini haber vermiştir. O gün mescidin bayram yerine döndüğü, sahabelerin ve bağışlananların mutluluk ve sevinçle şükrettiği, coştuğu, muteber hadis kitaplarında yazılıdır.
Diğer tarafta, münafıklar tevbe etmek şöyle dursun, Resulullah'ın yanına çağrıldıklarında bile yüzlerini çevirip büyüklenmişlerdir. "Biz de müslümanız! Biz de inanıyoruz!" sözleriyle kendilerini mü'min çoğunluğun tepkisinden korurken, diğer taraftan insanları ALLAH yolundan alıkoyacak işler yapmış, sözler söylemişlerdir.




SONRAKİ KONU: RAŞİT HALİFELER DÖNEMİ


http://kevseryaymaclk.blogspot.com/2011/06/s.html

6 Haziran 2011 Pazartesi

RAŞİT HALİFELER DÖNEMİ

 HZ. EBU BEKİR (r.a)

Bu tür faaliyetler, Hz Ebu Bekir döneminde şekil değiştirmiş yalancı peygamber olarak devreye sokulmuştur. Hz Ebubekir in yalancı peygamberler ve münafıklara karşı açtığı mücadele ile Halid bin velid’in kahramanlığı sayesinde yatıştırılmıştır. Hz Ebu Bekir halifeliği boyunca beytülmalin tek kuruşunu zimmetine geçirmemiş, bilakis kendisine ısrarlar sonucu yıllık 4.000 dirheme ulaşan bir maaş bağlanmıştı. Ancak vefatında kesesinden 8.000 dirhemin beytülmale ödenmesini vasiyet ederek bu konudaki hassasiyetini göstermiş yani aldığını daha faz¬lasıyla iade etmiştir.

Ebu Bekir(r.a.), yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdığını ve Hz. Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırıp altını mühürlediğini, sonra da bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmelerini teklif ettirdiğini İnsanların bu teklifi kabul ettiğini, sıra Hz. Ali'ye (r.a.) gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dediğini tarihi kaynaklardan görüyoruz.
HZ. ÖMER ( r.a)
Hz Ömer halifelik döneminde en küçük gayri meşru bir haksızlığı hoş görmemiş sık sık halkın karşısında kendini test etmiştir. Dünya malına ve makama meyletmemiş üzerine aldığı görevin vebalini taşımamak için elinden gelen tüm gayreti sarf etmiştir. Bunu doğrular türde ki İbn Sa'd'm Tabakat'mdan naklederse
Hz. Ömer ile Selman-ı Farisi arasında şu konuşma geçer
"-Ben halife miyim, yoksa sultan mı?
"-Eğer sen, Müslümanların malından bir dirhem dahi olsa, kanunsuz olarak (hakkın olmadığı halde) alırsan ve bu¬nu da keyfin için harcarsan o zaman sultansın; değilse halifesin.
Bu sözler Ömer (r)'i ağlattı." Bir gün Ömer (r) dedi ki
"-Allah'a yemin ederim ki ben halife miyim, sultan mıyım bilemiyorum. Eğer sultansam vay halime."
Bu sözler üzerine oradakilerden biriyle Ömer arasında şu muhavere geçti:
"-Ey müminlerin emiri! Halifelikle sultanlık arasında çok büyük farklar vardır." Ömer sordu:
"-Ne gibi farklar var?"
"-Halife, hakkı olmadan kanunsuz bir şekilde hiç bir şey alamaz, harcayamaz. Ancak hakka muvafık bir şekilde harcamalar yapar. Allah'a hamdolsun, sen de böyle yapıyorsun. Padişah halka zulmeder, devlet malını istediği gibi kullanır, başkalarına verir, kimse de kendisine bir şey diyemez."
Rasulullah'ın yolundan giden raşid halifeler insan haklarına ve dinin emirlerine uymaktan en ufak bir taviz vermediler.
Bu konuda İmam Ebu Yusuf un Kitabu'lHarac'mda anlamlı bir örnek yer alır:
Hz. Ömer hac mevsiminde orada bulunan valileri halkın huzuruna toplayarak dedi ki:
"İnsanlar! Valilerimi size hak ile muamele etsinler diye gönderdim. Değilse onları sizin kanınıza, teninize, malınıza dokunsunlar diye göndermedim. Kimin hakkı yenmişse kalksın!
O gün birisi kalktı ve dedi ki: .
"-Senin memurun (vali) bana yüz kamçı vurdu. Ömer:
"-Onu bul, buraya getir. Ben de ona yüz kamçı vuracağım.
Amr b. As ayağa kalkarak kendini şöyle savundu:
"-Ey Müminlerin emiri! Senin valilerine karşı böyle davranman bir geleneğe dönüşür ve onların zoruna gider.
"-Andolsun Rasulullah (s.a.v)'ın kendi nefsine had uyguladığım gördüm. O'na olacak da Amr'a mı olmayacak? Hak sahibine dönerek: Kalk ve kısas yap!
"-0 zaman bırak da onu razı edelim.
"-Bu ikinizin arasında bir şey.
Hak sahibini her kamçıya iki dinar olmak üzere ikiyüz dinar (altın)a razı ettiler
" ( Et-Kadİ Ebu Yusuf, Küabu'l-Harac, s. 116.)
Hz ömer atadığı valilerin icraatlarıyla yakından takip eder birinin kusurunu gördüğü zaman hatır gönül dinlemez hukuk (şeriat) neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan çekinmezdi. Onun döneminde Emir Muaviye'nin ciddi bir açığı olmadı. Valileri sık sık değiştirdiği halde bu nedenle onu yerinde bıraktı.
Bu dönemde büyük fetih hareketleri gerçekleşmiştir. Yeni İslamlaşan bölgelere gönderilen Sahabeler, sorunların çözümü konusunun merkezi idiler. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir bir çözüme ulaşmaya çalıştılar. Her ne kadar Sahabenin hadis ve sünnete karşı yaklaşımları da birbirinden ufak tefek farklılık arz etse de, Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadı yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah şekilci yaklaşması Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli daha çok öne çıkarması merkezde ilk zamanlar fazla bir sorun üretmese de bu daha ileriki zamanlarda farklılıklar büyütülmeye ve istismar edilerek farklı alanlarda kullanılmaya başlandı. Yeni kazanılan topraklardaki nüfus yoğunluğuna yetecek sayıda eleman bulunamıyor bu sebeple islam öğretisi, ve uygulaması yeterli etkinlikte sürdürülemiyordu. Okuma yazma yetersiz, iletişim haberleşme yok denecek kadar azdı. Bu şartlarda merkezdeki birikimi değiştirilmeden yeni coğrafyalara taşınmasının ne kadar gerçekçi olabileceği ortadır. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, ulaştırmak, yapıları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a yoğun katılmalar oluyordu. Bu durum, Müslümanları sevindirse de manevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, Müslümanlar istenilen kıvamda yetişemiyordu. Bunları bir anda İslami konularda eğitecek, aydınlatacak imkânı bulmak oldukça zordu. O günkü şartlarda yeni kazanılan bölgelere nasıl ulaşılıyordu denilirse? Öncelikle o bölgeye bir vali atanıyordu. Arkasından o beldelerin sakinlerine islamı inanç ve ibadet sistemini öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler camilerde bütün insanlara dinin gereklerini aktarıyorlardı. Hatta Hz. Ömer halifeliği döneminde bu görevi sürdürenlerin içinde Hz. Ali de vardı.
Merkezden taşraya giden vali ve eğiticilerin gittikleri günden itibaren İslami yeni gelişmelerden yeterince haberdar olamayabiliyordu. O günün haberleşmesi buna izin vermiyordu. Merkezin gönderdiği insanların bile merkezdeki yeni gelişmelerden haber alamadığı bir zaman dilimi!.
Bu dönemde haç mevsiminde bütün valilerin merkeze gelerek merkezle istişare yapma sistemi oluşturuldu. Ama fetih hareketlerindeki sürate karşı alınan önlemler yetersiz kalıyordu. Büyük değişimden dolayı, olgunlaşma gelişme dönemlerinde islamın merkezinden uzak kalan toplumların dini anlayışlarında; hayat tarzlarında islam gerçeği ile örtüşmeyen hususların yaşandığı, bazı geleneklerin din gibi algılandığı ve alışkanlıkların yıkılamadığı bilinmektedir. Bu da şartların getirdiği bir vakıadır. Burada şunu da söylemeden geçmek sanırım doğru olmayacaktır. Hz Ömer fetih hareketlerini yürüten komutan Halit bin Velid’e yazdığı mektupta “ Mısırı fethetmemişsen fethetmeden geri dön” diye mektup yazmıştır. Sebebine gelince Hz Ömer şunu iyi biliyordu ki, İslam içselleştirilmeden fethedilen topluluklarda toplum gerçek anlamda İslamlaşmıyor ancak, İslam fethedilen toplumların geleneksel anlayışlarına dönüştürülüyor. Halit bin velit mektubu amcadan mısırı fethettiği, ve daha sonraki süreçte İran’ın aynı şekilde fethedilmesi yüzünden bu toplumlarda islamın mısırlılaştığını, yine islamın İranlılaştığını görüyoruz. Oradaki gelenekçi yapı ve özden kopamama daha sonraki süreçte islamın başına çeşitli sorunlar yaşattığı görülecektir. Yani buralar çıbanbaşı olmaya namzet iki ayrı coğrafya olacaktır.
İlk iki halife devlet kademelerine yaptıkları atamalarda Öylesine titizlik göstermişlerdir ki kendi kabile ve ailelerinden hiç kimseyi göreve getirmedi¬ler. Hz. Ömer kendisinden sonra halife olması muhtemel olanları çağırıp onlara mensup oldukları kabile fertlerine imtiyazlı davranmamalarını vasiyet etmiştir. Bir defasın¬da, Hz. Ömer, ölüm döşeğindeyken kendisinden sonra Rasulullah'ın yasakladığı kavmiyetçiliğin hortlamasından korkarak Hz. Ali,, Hz. Osman Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'ı çağırarak her birine şöyle vasiyette bulundu:
"Allah aşkına Ali, eğer inşaların yönetimini üstlenirsen Beni Haşim'i (kendi soyunu) insanların başına getirmekten sakın!
Allah aşkına ey Osman, eğer yönetimi üstlenirsen Ebu Muayt Oğulları'ni insanların başına geçirmekten sakın!
Allah aşkına ey Sa'd, yönetimi üstlenirsen akrabalarını insanların başına geçirmekten sakın!
Haydi, kalkın ve istişare edin. Sonra da işinizi yerine getirin. İnsanlara namazı Suheyb kıldırsın. ( Tarihi Taberi 1V1192.)
Hz Ömer’in ileri görüşlülüğü, öngörüsü yine aynı kaynakta gecen şu konuşma ile daha acık bir şekilde anlaşılacaktır.
Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Hz. Osman'ın yanında bulunduğu bir gün şunları söylemişti:
"-Eğer benden sonra herhangi biriniz yerime geçerseniz, aman dikkat ediniz. Beni Muayt'i (Ümeyye oğullarını) ve efradını halkın ensesine musallat etmeyiniz. Bu zümre bir kere halka musallat oldu mu Allah'a karşı itaatsizlik yoluna gidebilirler. Yemin ederim ki ben bunu söylemezsem Osman böyle yapar. Osman böyle yapınca da bu zümre ister istemez vasiyet yolunu tutar. Halk da ayaklanır ve Osman'ın ölümüne sebep olur”

KONUNUN BAŞI AŞAĞIDAKİ LİNKTEDİR
http://kevseryaymaclk.blogspot.com/2011/06/islamin-gelisiyle-nitelikli-ilk.html

KONUNUN DEVAMI AŞAĞIDAKİ LİNKTEDİR.
http://kevseryaymaclk.blogspot.com/2011/05/ehlibeyt-sahabeyi-nasil-goruyordu-ve-bu.html