İslamda ilk fitnenin nasıl filizlendiğini bilmek acısından Hz Osman döneminin iyi irdelenmesi ve doğru algılanması gerekmektedir. Yoksa ezberden konunun detayına inmeden o günkü şartları düşünmeden karar vermek ne konunun doğru algılanmasını sağlar ne de insanlara ilgili oluşturulan kaanatin doğruluğunu.
Hazreti Osman, iki defa hicret etmiş bir zattır. Son hicretinden Medine’ye geldikten sonra sahabenin en sıkıntılı döneminde, susuzluğun en büyük sorun olduğu bir anda Efendimizin işaretiyle Rume kuyusunu Müslümanlar için satın alarak Müslümanların hizmetine sunmuştur. Tebük seferi hazırlığında ceyşü’l-usre’ denen İslam ordusunun hazırlanmasında vermez.” Buyurmuştur. Ayrıca Hz Peygamberimize iki defa damat olmuş iki sefer cennetle müjdelenmiş iki sefer hicret etmiş bir zattır.
Hz. Osman, muntazam mekanizma ile sevk ve idare edilen, her tarafta intizam ve asayişin hüküm sürdüğü bir devletin başına Hz Ömer’in şahadeti sonrası getirilmiş ve Hilafeti sırasında da İslam toplumuna pek çok iyi olay yaşatmıştırbüyük gayret sarf etmiş, ticaret için hazırladığı üç yüz kadar deveyi yüküyle birlikte sadaka olarak vermişti. Buna mukabil Efendimiz de “Bundan sonra Osman’a yaptıkları zarar . Ordu ve donanmayı güçlendirmiş, Kıbrıs ve Rodos alınmıştır . Müslümanlar onun zamanında bütün Kuzey Afrika'yı aşarak İspanya'ya geçmişlerdir. Tarık Bin Ziyad'ın İspanya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması olayı meşhurdur Böylece koca yarımada kısa zamanda islam egemenliği altına girmişti . Asya'da Horasan ve Taberistan bu dönemde fethedilmiştir. İslam toprakları yüz kat artmış buna mukabil genişleyen coğrafyada aynı oranda nitelik olarak islamı öğretim sağlanamamıştır. Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr naklettigine göre; “Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Bu dönemde Müslümanlar en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.” Denmektedir.
Toplum düzeni böyle giderken sürecin ilerleyen boyutunda seçkin sahabelerin yaşlandığını hatta birçoklarının ölmesi nedeniyle hükümranlığı Rasulullah'ı görme¬yen tecrübesiz gençlerin eline geçtiğini olumsuz etkenlerden faydalanan fitnenin planlarını devreye sokmasıyla iç karışıklıklar meydana geldiğini bunun ardından da büyük bir fitne toplumun her kesimini sardığını görüyoruz.
Bu olayların sebepleri konusu tarihçiler arasında farklı yorumlanmıştır. Bunlara bakacak olursak;
Hz. Osman’ın yumuşak huylu oluşu ve akrabalarına düşkünlüğü bunlara ilaveten bir de yaşının ilerlemesi sonucu kendisine yakınlık gösterenlere ihtiyaç duyar olması ile 12 yıllık hilafetinin özellikle son dönemlerinde akrabaları olan Ümeyye oğullarını devletin önemli kademelerine getirmesi. Suçlulara ağır ceza verilmeyip onların af edilme¬si, halifenin bu toleransından faydalanan bazı gençlerin itaatsizlikte bulunmaları kabile ve gençler arasında sürtüşmelerin baş göstermesi, İslam kardeşliğine gereği gibi riayet edilmemesi gibi.
Bir diğer görüş ise; Büyük fetihlerin ardından toplumlara yeterli İslam akidesinin verilememesiyle toplum değerlerinin din gibi algılanmasına yönelik faaliyetlerin Yahudi ve Hıristiyanlarca yürütülüyor olması, İslam inancının esası olmayan çeşitli bidatlerin dine dâhil edilme çalışmalarıyla birlikte çeşitli plan ve provakatif eylemlerle islamı yıkma çabalarıdır. Bu işin öncüsü olarak fitneci oluşumlardan ve Abdullah b. Sebe' den bahsedilmektedir.
Her ne kadar bu sebepler bir birinden farklı gibi görünse de sürecin içine girildiğinde aslında sebeplerin bir birini körüklediğini, tahrik ettiğini görmekteyiz. Bu hususları ön yargısız, mezhep ve meşrep taassubundan uzak, objektif bir yaklaşımla, olayı farklı yönleriyle değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Bu karışıklığın oluşumu siyah ya da beyaz gibi net değil, sürecin içinde ara renklerin olduğu bariz bir şekilde görünmektedir.
Önce Hz Osman’ın yaşlığının ilerlemesi ve yardıma ihtiyaç duyar hale gelmesiyle akrabalarını iş başına getirmesine ve bu konudaki yaklaşımına bakıldığında, bu meseleye ilk iki halife gibi yaklaşmadığını görülür. Hatta bunun gerekçesini ise şöyle açıklamıştır.
"-Ebubekir ve Ömer, beytü'l-mal konusunda, hem ken¬dilerini hem de akrabalarını sıkıntıya soktular. Fakat ben sı-la-i rahmi tercih ediyorum." (İbnü'l-Esir, el-Kâmil, 111/48,49; İbn-i Sa'd, Tabakat, IH/64.)
Ümeyye oğullarını bir bir önemli mevkilere getiren Hz Osman Sa'd b. Ebi Vakkas'ı Küfe valiliğinden azlederek yerine anne bir kardeşi olan Ukbe b. Ebi Muayt'ı daha sonra da baş¬ka bir akrabası olan Sa'd b. As'i getirmişti. Yine Ebu Musa el-Eş'ari'y i Basra valiliğinden azlederek yerine anne bir kardeşi olan Abdullah b. Amir'i tayin etti. Mısır valiliğine ise Hz. Amr b. As'm yerine kendisi¬nin süt kardeşi İbn Ebi Sarh'ı gönderdi. Hz. Ömer dönemin¬de Muaviye sadece Şam vilayetine bakarken Hz. Osman onun yetkilerini genişleterek Lübnan, Filistin, Ürdün, ve Humus'u da ona verdi.
Bu atamalar sahabe arasında itirazlara neden olurken, halk üzerindeki etkisi de bir hayli olumsuz ol¬muştu. Küfe valiliğine atanan Velid b. Ukbe ile eski vali ve güzide sahabe Sa'd b. Ebi Vakkas arasında geçen şu konuşma Mekke’nin fethinden önce Müslüman olanlarda fetihten sonra Müslüman olanların, meselelere bakış acısındaki anlayışı ortaya koyuş acısından anlamlıdır.!
"-Bizden sonra, sen bu memleketi daha mı iyi idare ede¬ceksin? Acaba sen, bizden daha akıllı ve daha bilgili misin, yoksa biz mi senden daha cahil ve ahmak insanlarız?
"-Ey Ebu İshak (Sa*d b. Ebi Vakkas) tasalanma. Bu bir saltanattır. Sabahleyin bu saltanatın tadım bir başkası çıka¬rır, akşam ise başka birisi.
"-Size bu saltanatın tadını tattıranın kim olduğunu bili¬yoruz."( İbn-u Abdi’l-Berr, el-İstiab, III/596. ).
Sahabe ve halk arasında endişeye huzursuzluğa ve hoşnutsuzluğa sebep olan elbette sadece bu değildi. Asıl sebep, yönetime getirilen insanların sahabe ve halk arasındaki itibarı ve yaşantılarıydı. Yani yönetime getirilen Beni Ümeyye fertlerinin çoğu islamı kabul etmede sonuna kadar direnerek Rasulullah ve ashabıyla savaşan, fetihten sonra af ta¬leplerinde bulunan kimselerdi. Bunlardan bazıları Muaviye, Sa'd b. Ebi Sarh’ Velid b. Ukbe ve Hz. Peygamber'in sürgün ettiği nakledilen Hz Osman’ın amcası Hakem b. Ebi'l-As’’ın oğlu Mervan b. Hakem’dir. Bunlar Beni Ümeyyenin ileri gelenleri idi. Bunların göreve getirilişinin hoş karşılanmamasının sebebi sadece Hz Osman’a yakın akraba olmaları ve islamı fetihten sonra kabul etmeleri de değildi. Hz. Peygamberin sahabesi, insanları kötü geçmişlerinden dolayı yargılamayacak kadar olgun kişilerdir. Özellikle Sa'd b. Ebi Vakkas, Hz. Aişe, Hz. Talha, Hz. Zübeyir b. Avvam, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mes'ud vb. gibi seçkin ashabın böylesine basit bir sebepten Hz. Osman'ı eleştirmeleri ve hoşnutsuzluk duymaları beklenemez. Ashab'a böyle bir isnadı reva görmek doğru olmaz. Yapılan bu uygulamalara tepkinin asıl sebebi sâbîkûndan, Bedr ehlinden, Rasulullah'ın dizi dibinde yeti¬şip onun terbiyesinden geçmiş insanlar dururken, islamı tam özümsememiş kişilerin işbaşına getirilmelerindendi. Bunlar da zaten her hareketleriyle kendilerini o makama getireni zor durumda bırakıyorlardı.
Mısır valiliğine Amrb. As'ın yeri¬ne getirilen Hz Osman’ın sütkardeşi Abdullah bin Sa'dbinEbi's-Sarh ‘ın geçmişi hiçte aydınlık değildi. Kaynaklarda bu kişinin Mekke’nin fethinden önce müslüman olduğu, bir müddet Rasulullah'ın vahiy kâtipliğini yaparak vah¬yin gelişine bizzat şahit olduğu, daha sonra inkâra giderek bildikleriyle ilgili her fırsatta alay ettiği, bunları Mekke müşriklerine Rasulullah'la alay malzemesi etme¬leri için aktardığı yazılmaktadır. Bu durumdan çok incinen Hz Peygamber bu kişi ile alakalı "Kâbe’nin örtüsüne bürünmüş halde bulsanız bile Öldürünüz!" emrini vermişti. Fetihten sonra Hz. Osman onun için Allah Rasulü'ne tavassutta bulundu. Onu himaye ederek sakladı. Uygun bir zamanda Nebi'nin huzuruna getir¬di. Affedilmesini istedi. Biat'inin kabulü için yalvardı. Fakat Rasulullah (s.a.v) bu isteğe cevap vermediler. Bu rica üç kez tekrarlandıktan sonra ancak Rasulullah İbn Ebi's-Sarh'm biatini kabul etti. Ashabına dönerek:
"-Biat etmeden evvel içinizden bu adamı katledecek doğru biri çıkmadı mı? Diye sordu. Onlar da:
"-Biz işaretinizi bekliyorduk" cevabını verdiler. Bunun üzerine Rasulullah (sav):
"-Bir peygamber İma ile adam öldürtmez, açık konu¬şur." (İbn-i Sa'd, Tabakat, 11/141; ayrıca: Ebu Davut, Sünen, "Babu'l-Hükm fi men İrtedde"; Nesei, SünenK Babu'l-Hükm fi'l-Mürted; Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-Meğazi; İbn-i Hişam, es-Sire; İbn-i Hacer, el-lsabe ) buyurdu.
Bu hadise İbn-i Kesir’in tefsirinde bile yer bulmuştur.
Halifenin başkâtipliğine getirilen Mervan b. Hakem ise; Fetihten sonra müslüman olup Medine'ye göçen ve Rasulullah tarafında Ta¬ife sürülerek mecburi ikamete tabi tutulan, Hz. Osman’ın amcası Hakem b. Ebi'I-As’ın oğludur. Mervan b. Hakem sürgüne gönderildiği tarihte 7 yaşları civarındadır.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hilafetleri döneminde Hakem'in Medine'ye dönme isteğini reddetti. Hz. Osman (r.a) halife olunca baba-oğulun dön¬mesine müsaade etti.
Peygamber terbiyesinden mahrum yetişen mervan bin hakemle ilgili Ibn Sa'd'da geçen bir
rivayette şunlar söylenmektedir : "İnsanlar, Mervân b. Hakem'i kendisine yaklaştırdığı ve onun sözlerini dinlediği için Hz. Osman'ı ayıplıyorlardı. Halk Hz. Osman'a isnad edilen birçok hususu Onun emretmediğine, bu yapılanların ancak Mervân'ın şahsî görüş ve tasarrufu olduğuna inanıyorlardı."
Kâtiplik görevinin Hz. Osman'ın asiler tarafından öldürülmesine kadar devam ettiği nakledilen Mervân’ın bu görev süresince, insanlarla iyi geçinmediği Hz Ali’ye saygısızlık ettiği, halifeyi çok defa sıkıntıya sokarak mektup olayına bulaştığı ayrıca çok haksız kazanç sağladığı, hatta fedek arazisinde ona tahsis edildiği iddiaları yer almaktadır. Bu iddialara çeşitli kaynaklarda yer aldığı şekliyle baktığımızda;
Mesela şii olduğu bilinen Ebû Mıhnef'ten gelen bir rivayette 27/648 yılında Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh'le birlikte Mervân b. Hakem'in İfrîkıyye savaşına katıldığını nakletmektedir. Buna göre savaşın sonunda Mervân, ganimetin beşte birini 100.000 veya 200.000 dinara satın aldı. Hz. Osman'la konuştuktan sonra halife onun bu borcunu bağışladı. İnsanlar bu durumu hoş görmediler. (Prof Dr İsmail Hakkı Atçeken doktora tezi- Hz. Osman dönemi iç olaylarında mervân b. hakemin rolü).
Bu ve bunun gibi birçok durumda söz konusu kişinin haksız kazanç elde ettiği Hz Osman’ında akrabalarına ganimet dağıtırken akrabalarını kayırdığı iddiaları da mevcuttur. Ancak, Hz. Osman akrabalarına yaptığı yardımlar konusundaki ithamlara karşı şunları söylemektedir : "Benim aile ve akrabamı sevdiğimi, onlara mallar verdiğimi söylediler. Ben tüm Müslümanlarla birlikte onların hukukunu gözetiyorum. Ben onlara her ne veriyorsam kendi malımdan veriyorum. Müslümanların malını ne kendim için, ne de bir başkası için helal saymıyorum. Ben Rasûlullah zamanında da, Ebûbekir ve Ömer dönemlerinde de kendi malımdan büyük miktarlarda atıyye veriyordum... Mülhitler ne derse desinler beytülmale gelen mal ancak beşte birdir. Bunları hiçbir zaman kendim için helal görmedim. Allah (c.c.)'ın malından bir kuruş veya daha fazlasına iltifat etmedim. Ben ancak kendi malımdan yiyorum”. Demiştir.
Fedek arazisinin Mervana tahsis edilmesi meselelisine gelince, bunun iddiadan öte bir şey olmadığını Hz. Ali'nin, Fedek konusunda ilk üç halifenin uygulanmasını devam ettirdiğinden
bilmektedir. Hatta bu konuda Makrîzî "Rasûlullah'a ait Fedek arazisinin durumu Râşid Halifeler döneminde aynen devam etti. Demektedir.
Hz. Osman'ın Mervân ve diğer bazı kişilere atıyye (bağış-hediye) olarak verdiği paraları,
halkın hoşnutsuzluğu üzerine geri aldığı yine tarihi kaynaklarda yer almaktadır.
Bu atamalarla “yönetimde Haşimîlik-Emevîlik rekabeti görünmeye başlamıştı. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, ayrıca devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olması istismara acık bir başka kapıyı gösteriyordu. Bunlardan başka İnsanlar arasında Rasulullah dönemindeki sadelik özleniyor, Ebu Zer (r.a) gibilerin refah ve lükse karşı ol¬maları hiç bir şey değiştirmiyordu. Hele Muaviyenin idare¬sinde olan Suriye’deki lüks ve saltanata Ebu Zer (r.a) daha da üzülüyor ve bu durum aleyhinde durmadan konferans¬lar düzenliyordu. Ebu Zer'in bu durumundan şikayetçi olan Şam Valisi Muaviye, onun tutuklayarak Medineye Hz. Osman'a göndermiş, Hz. Osman da Ebu Zer'i 'Rebze'ye sürgün etmişti. Ebu Zer’in sürgünde iken vefat etmesi mevzi de olsa bu tür olaylar toplanınca toplumda infial uyandırıyordu.
Meselenin diğer boyutu fitne ekibinin süreci körüklemesi ve mektup olayına gelince;
İslam coğrafyasının hızla genişlemesi ve bir o kadar İslami özümsemenin azalmasıyla, daha önce sürgün edilen sonra bu genişleyen topraklar içinde kalan Yahudi ve Münafıkların faaliyetlerine hız vermeye başladığını yöreye göre farklı eylemlerde bulunduğunu görüyoruz.
Halife aleyhinde durmadan propaganda yaparak, onu küçük ve ehliyetsiz olarak gös¬termeye çalışmaları faaliyetlerinin bir bölümünü oluştururken, Mısır, Küfe ve Basra'da ihtilalcı bir örgüt kurmuş ve bunun başına da İbni Sebe getirilmiştir. Bu konuda Şii tarihçisi Ravdatil safa da: “Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldiğini belirtmektedir.. Abdullah b. Sebe, o kritik dönemde ileri sürülecek bir takım olayları değişik kılıflara sokarak halka sunuyor ve gün geçtikçe taraftarları artıyordu. Bu davranışlarıyla Haşimileri öyle destekliyor görünüyordu ki Hz. Ali'yi ilah derecesine çıkartarak yeni görüşler ortaya atıyordu.
“ Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar.” (Ravdatil safa, s. 292 cilt 2, Farsça İran baskısı)
İbn Haldûn, Hz. Osman dönemi olaylarını değerlendirirken Basra, Küfe,
Şam ve Mısır bölgelerindeki halkın çoğunun kaba kişiler olduğunu, Rasûlullah'ın
meclisinde çokça bulunan insanlar olmadığından bahsetmektedir. Toplumun bu yapısını bilen İbni sebe ekibine şu yönlendirmeyi yapmıştır.” Gittiğiniz her yerde bütün devlet erkânını kötüleyin Osman’ın adil valileri azlettiğini, devlet hazinesini akrabalarına yedirdiğini, akrabalarına geniş arazi tahsis ettiğini, Ashabın ileri gelen¬lerinin sürgüne gönderildiğini, ceza alan kişilere cezanın tatbik edilmediği, kendilerinin ise buna mani olmak için iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle meşgul oldukları konusunda halkın güvenini, hürmet ve muhabbetini kazanın Hz. Ali’nin hakkının gasp edildiğini ve onun hakkının alınması gerektiğine onları inandırın”
Kendisi de bu arada boş durmamış çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarla; mevcut durumdaki halkın tedirginliğini, idari ve siyasi meseleleri, yalan ve iftiralarla abartarak, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajını vererek, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığına halkı inandırmayı planlamıştır.
Bu çok yönlü propagandanın etkisiyle yönetime karşı öfke, kin ve nefret duyguları beslemeye başlayan halk propagandacıların her söylediğinin gerçek olduğu kanaatiyle söylem sahiplerinin yönetimine kendilerini teslim etmişlerdir. Bu ortamı iyi değerlendiren İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu. Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasp etmişlerdi..."
İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Aliyi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..."
Bu olumsuz haberler Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderse de
Ayaklanmaların önüne geçilemedi. İslam düşmanlarının yönetimindeki cahil halk 656 yılında Mısır ve diğer bölgelerden yaklaşık 900 kişilik bir grup Medine'ye gelerek valilerinin icraatlarını şikâyet etmişler ve bu kişilerin görevden azledilmesini istemişlerdir. Hz. Osman Hz. Ali'nin evine gelerek karışıklığın yatıştırılmasında kendisinden yardım isteyince, Hz. Ali ona : "Bu karışıklığın sebebinin ne olduğunu biliyor musun ? Bunlar hep Mervân b. Hakem, Saîd b. el-Âs, Abdullah b. Âmir ve Muâviye sayesinde olmuştur. Sen bu kişilerin sözünü dinliyor, bizimkini dinlemiyorsun."
Hz. Osman : "Bundan sonra sizin sözünüzü dinleyeceğim" deyince Hz. Ali, Muhacir ve Ensâr'ın ileri gelenlerinden bir grup ile birlikte Mısır'dan gelen heyetin yanına gidip onlarla konuştu. Hz. Osman, Hz. Ali'nin aracılığıyla Mısır, Küfe, Basra valilerini değiştireceğine dâir söz verince heyetler Medine'den ayrıldılar. Hz. Ali bu işe kefil olmuştu. Mısırlılar, isteklerini yerine getiren ve Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh yerine kendilerinin teklif ettiği Muhammed b. Ebîbekr'i Mısır valiliğine tayin eden Hz.
Osman'dan memnun olarak yola çıktılar. Yeni Mısır valisi Muhammed b. Ebîbekr ile beraber Mısır'a doğru giden heyet Medine'ye üç günlük mesafede bulunan bir bölgede oldukça hızlı koşan bir devenin üstünde siyah bir köleye rastladılar. Bu adam sanki birisini kovalıyor, ya da birisi kendini takip ediyordu. Mısırlıların yanından geçti, biraz sonra geri döndü ve tekrar yanlarından geçti. Sanki onların dikkatini çekmek ister gibiydi. Daha sonra grupta bulunanlara kötü sözler söyledi. Mısırlılar bu köleyi yakaladılar ve ona : "Sen kimsin? Sende değişik bir hal var, ne istiyorsun?" diye sordular. O köle : "Ben halifenin kölesiyim, O beni Mısıra gönderdi" deyince Mısırlılardan birisi Muhammed b. Ebîbekr'i göstererek: "işte Mısır valisi bu kişidir" dedi. Köle ise : "Benim aradığım bu değil" dedi. Muhammed b. Ebîbekr o köleyi sorguya çekti ve: Sen kimin kölesisin?" diye sordu. O bir sefer : "Halifenin kölesiyim" derken, bir sefer de : "Mervân'ın kölesiyim" diye cevap verdi. Orada bulunanlardan birisi hizmetçinin Hz. Osman'a ait olduğunu tanıdı. Muhammed : "Sen kime gönderildin?" diye sorunca : "Mısır valisine" dedi. "Niçin gönderildin?" diye sorunca o : "Bir mektup götürüyorum" dedi. Muhammed mektubu isteyince köle mektubun üzerinde olmadığını söyledi. Mısırlılar kölenin üzerine aradılar ve bir su matarasından başka bir şey bulamadılar. Mataranın kının içinde bir mektup olduğunu gördüler. Bu mektupta şunlar yazılıydı : "Muhammed b. Ebîbekr ve falan falan kişiler sana geldikleri zaman onları öldür. Bu mektubu imha et. Yeni bir emrim gelinceye kadar işlerine devam et. Seni şikâyet için bana gelenleri hapset. İnşallah bu konudaki emrim sana ulaşacaktır." Mektup metni ile ilgili farklı bir rivayette ise, Medine'ye gelen bu grubun üyelerinin salbedilme, öldürülme, el ve ayakların kesilmesi gibi cezalara çarptırılmasının istendiği ifade edilmektedir. Mektubu okuyan Mısırlılar topluca Medine'ye geri dönmüşlerdi. Üç gün önce halifeden memnun bir şekilde yola çıkan Mısırlıların tekrar geri dönmeleri halkı şaşırtmıştı. Nakledildiğine göre
Mısırlılar, doğruca Hz. Ali'nin yanına gitmişler ve ona şunları söylemişlerdi : "Bizimle ilgili olarak şunları yazan Allah (c.c.) düşmanını görüyor musun ? Allah (c.c.) onun kanını helal kılmıştır. Haydi kalk, beraberce ona gidelim." Bu sözler üzerine Hz. Ali : "Allah'a yemin olsun ki sizinle beraber kalkıp gitmem" demişti. Heyette bulunanlar : "O halde bize neden mektup yazdın?" diye sorunca bu söze şaşıran Hz. Ali : "Vallahi size hiçbir mektup yazmadım"
demişti. Mısırlılar birbirlerinin yüzüne bakarak : "Bu adam için mi savaşıyor, yoksa öbürüne mi kızıyorsunuz" diyerek oradan ayrıldılar ve Hz. Osman'ın evine gittiler. Yukarda da bahsedildiği üzere fitne ekibince Hz. Ali ve diğer bazı Ashâb'ın dilinden uydurma mektuplar yazılmakta ve bunlar çeşitli bölgelere gönderilerek muhalif bir kitle oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Hz. Ali'nin yanından ayrılan grup, Hesap sormak amacıyla Hz. Osman’ın evine gittiklerinde: "Sen bizim hakkımızda şöyle şöyle yazmışsın. Bu sebeple Allah (c.c.) senin kanını helal kıldı" demişlerdir. Hz. Osman yemin ederek söz konusu mektuptan haberi olmadığını bildirmiş ve: "Siz de bilirsiniz ki, birisinin diliyle başkası tarafından mektup yazılabilir ve başkası tarafından mühür kazınabilir" demiştir. Durumun ciddiyetini kavrayan Hz. Ali mektubu, hizmetçiyi ve deveyi alarak Ashab'dan bir grupla birlikte Hz. Osman'ın yanına gitti. Hz.Osman'a bu hizmetçi ve devenin kendisine ait olup olmadığını sorunca halife, bunların kendisine ait olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ali : "Bu mektubu sen mi yazdın?" diye sormuş, Hz. Osman bu soruya şu şekilde cevap vermişti : "Hayır, Allah'a yemin olsun ki bu mektubu ben yazmadım, onun yazılması için emir vermedim. Bu mektupla ilgili hiçbir bilgim yoktur." Hz. Ali : "Nasıl oluyor da senin hiçbir bilgin olmadan, hizmetçin senin devenle yola çıkıyor ve senin mührün olan bir mektubu taşıyor ?" diye sorunca Hz. Osman tekrar yemin ederek Önceki sözlerini tekrarlamıştır. Hz. Osman'ın yemin ederek mektup hadisesini reddetmesi üzerine Hz. Ali ve Muhammed b. Mesleme : "O doğru söyledi" dediler. Hz. Osman bu söz üzerine rahatladı. Mısırlılar : "O halde bunu kim yazdı ?" diye sorunca Hz. Osman : "Bilmiyorum" dedi. Bunun üzerine orada bulananlar, kendisinden habersiz böyle bir iş gerçekleştirilmesinden halifeyi sorumlu tuttular ve "Sen hilâfetten ayrıl" dediler. Hz. Osman bunu kabul etmedi. Bazı kaynaklarda verilen bilgiye göre; Hz. Osman'ın huzurunda bulunanlar mektubun yazısını dikkatlice inceleyince bunun akrabalarından olan valilerin görevden alınmasını içine sindiremeyen Mervân'ın yazısı olduğunu, halifenin hiç haberi olmadan onun ağzından bir mektup yazarak altını Hz. Osman'ın mührüyle mühürlediği kanaati oluştuğu belirtilmektedir. Bundan sonra Hz. Ali ve beraberindeki kişiler halifeden Mervân'ı kendilerine teslim etmesini istedikleri Hz. Osman’ın ise Mervân'ı öldürmelerinden çekindiği için teslim etmediği belirtilmektedir.
İslam tarihi kaynaklarındaki mektup olayıyla ilgili farklı rivayetlerin olduğunu görüyoruz. İsyancı grubun bir çok defa amacı doğrultusunda Hz. Aişe, Hz. Alî, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in ağzından uydurma mektuplar yazdıkları kaynaklarda mevcuttur. Bu mektuplarla halk Hz. Osman'ı hilafetten uzaklaştırmak ve onu öldürmek için Medine'ye çağrılıyordu. Bu hususta fitneci bir grubun rolü gözden uzak tutulmamalıdır. fitneci bir grubun Mısırlılar, Kûfeliler ve Basralılar Medine'den ayrılmadan önce Medine'ye tekrar dönebilmek için mektup olayını tezgahladığını öne sürenler varsa da, Bu konuda Ahmet Çelebi'nin (Örnek Halifeler Dönemi, s. 64-65. ) "Kızgın ve öfkeli gruplar Medine'de Hz. Ali ve Hz. Osman'ın konuşmaları sonucu razı olup geri döndüler. İbn Sebe' yenildiğini, yıllarını vererek başardığı bir planın sonuçsuz kalmak üzere olduğunu anladı. Bunun üzerine derhal yeni bir hile peşine düştü. Bu seferki tuzak mektup hadisesiydi... Kesinlikle anlaşılıyor ki, bu Ibn Sebe'nin hazırladığı bir plandı, sönmek üzere olan başkaldırı hareketine yeni bir canlılık kazandırmak maksadını güdüyordu". Bu değerlendirme de yabana atılır gibi değil!. Zira Mısırlıların yolda yakaladıkları kölenin şüpheli hareketleri dikkat çekmektedir. Kafileyi bir geçiyor, bir geri kalıyor ve sanki dikkatlerini çekmek için özel gayret gösteriyor. Hâlbuki böylesine önemli bir mektubu taşıyan kişinin kimseye görünmeden yol alması, Mısırlılara gözükmemek için çok dikkatli davranması gerekmez miydi!?
Ayaklanmanın ilk günlerinde Hz. Osman'ın minbere çıkışını ravi şöyle naklediyor:
"Osman insanların huzuruna çıktı. Minbere oturup ağ¬ladı ve insanlar da ağladılar. Hatta Osman'ın sakalına bak¬tım ki gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Ağlarken şöyle diyordu: Allahım sana tevbe ediyorum. (İnsanlara dönüp) eğer bana bir fırsat daha tanınırsa kendisinden razı olunan iyi bir kul olu¬rum. Sizinle aramızdaki engelleri kaldırırım. Siz de evime (hilafet konağı) serbestçe girip çıkabilirsiniz. Vallahi sizden kaçmam ve sizi razı ederim. Mervan ve ava nesini de uzak¬laştırırım."
Hz Osman bu konuşmadan sonra evine girdi ve hemen ardından Mervan girdi. Minberdeki konuşmadan etkilenen halk, insan seli halinde Hz Osman’ın kapısına yığılmıştı. Mervan durumu anlamış olmalı ki Sürekli Osman'ı fitledi. Üstünden girip altından çıktı. Sonunda onu va'dlerinden vazgeçirdi.
Osman dedi ki; ben utandığım için onların huzuruna çıkamıyorum. Çık onlarla konuş. Mervan kapıya çıktı. Öylesine bir kalabalık vardı ki insanlar izdi¬hamdan üst üste yığılmışlardı. Mervan şöyle konuştu: "Ne bu hali¬niz! Sanki yağma ve zorbalığa gelmiş gibisiniz, yüzleriniz asık. San¬ki herkes birbirini kulağından tutup buraya getirmiş. Sizin ne istedi¬ğinizi biliyorum; siz saltanatımızı elimizden almak için geldiniz. Defolun buradan. Vallahi eğer üzerimize gelecek olursanız bizden bir Emir size dünyayı zindan edecek ve gün yüzü göstermeyecek. Kıt ak¬lınızla şımarmayın; dönün geldiğiniz yere. Biz elimizdekini koru¬maktan aciz değiliz vallahi." Tarihi Taberi. İV/362.
Bu konuşma üzerine insanlar üzgün bir şekilde geri döndüler. Bir kısmı Hz. Ali'ye gidip
olanları anlattı. Hz. Ali bu olaya sinirlendi ve doğruca Hz. Osman'ın yanına giderek
şunları söyledi: "Ben meseleyi yatıştırmak için uğraşıyorum, Mervân yeniden işleri bozuyor. Sen Rasûlullah (S.)'ın minberine çıkarak bizzat halka teminat verdin. Daha sonra Mervân kapıya çıktı ve halka kötü sözler söylemeye başladı, senin kapında onlara eziyet etti"
Bundan sonra isyancılar Hz Osman’ın evini kuşatma altına aldılar. Ona günlerce bir yudum su vermediler. Kapısında onu korumak üzere bulunanlar arasında Mervân b. Hakem ön saflarda bulunuyordu Mervân'dan başka Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Selâm, Abdullah b. Zübeyr, Ebû Hüreyre, Zeyd b. Sabit, Muğîre b. Ahnes, Muhammed b. Hâtıb ve bir grup insan mevcuttu. Muhasara boyunca bu kişiler canla başla Hz. Osman'ı korumuştu. Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit gibi ashaptan bazılarının tüm çabalarına rağ¬men İslam siyaset tarihinde bir dönüm noktası olan olay ne yazık ki önlenemiyor Hulefa-i Raşidin'in üçüncüsü ve seçkin sahabi Hz. Osman görevi başında hem de Kur'an okurken isyancı¬lar tarafından katlediliyordu. Birçok kişi yaralanmıştı. Nakledildiğine göre Mervân atılan oklarla başından yaralanmıştı ( Belâzurî, Ensâb, V, 126; Suyûtî, Târihu'l-Hulefâ, s. 160 ) İsyancılar Hz. Osman'ı katletme cüretini göstermişlerdi ve böylece asırlar boyu devam edecek fitnenin kapısı açılmış oldu. Hz. Osman şehit olduktan sonra Hz. Ali orada bulunanlara çok kızmıştı. O sırada önüne çıkan Talha b. Ubeydullah: "Osman, Mervân'ı onlara verseydi onu öldürmezlerdi" dedi. Hz. Ali bu söze şu cevabı verdi: "Mervân'ı dışarı çıkarıp verseydi hükümet onun suçunu sabit bulmadan {yargılanmadan) onu öldürecektiniz"( lbn Hıbbân, es-Sîra, s. 520.) Hz. Ali bu sözüyle, isyancı gruba Mervân'ı teslim etmeyen Hz. Osman'ın bu kararını desteklediğini söylemiştir. Hz. Osman'ın öldürülmesiyle iç problemler çözülmemiş, bilakis yıllarca sürecek yeni karışıklıklara davetiye çıkarılmıştır. Böylece Râşid Halifeler döneminin üçüncü halkası olan Hz. Osman devri, halifenin şehit edilmesi ve dahilî çalkantılarla kapanmış oldu.
Hz. Osman eğer bir halife gibi değil de kral, padişah gibi ya da zorba gibi, davranmış olsaydı, kuşkusuz isyancı¬ları yok etmek için meşru, gayr-i meşru her çareye başvuracak kaça mal olursa olsun yönetimi elinden çıkarmak istemeyecekti. Onlarla savaşacak şüphesiz galipte gelecekti. Ancak peygamber şehri yakılıp yıkılacaktı. Ashabın canı, malı, ırzı heder edilecekti. O bütün bunları düşündüğünden, çanı pahasına Nebevi hilafetin ak al¬nına saltanat lekesini sürmedi. Gerekçesi ne olursa olsun zulme meyletmedi.
Bu sürece damgasını vuran fitne ekibi Abdullah b. Sebe'in kimliği, gerçekten o dönemde yaşayıp-yaşamadığı günümüzde tartışma konusu yapılmaktadır. Bunun özellikle Şiiler tarafından yapılmış olması da manidardır. Sebenin olmadığını iddia edenler, sebe ile ilgili bütün rivayetlerin, Seyf bin Ömer’in Cerh den alındığını öne sürerler. Hadis rivayeti konusunda; Ebi Hatim Cerh ve Tadil kitabında (2/278) Seyf bin Ömer hadisleri alınmaz, onun hadisleri Vakidi’nin hadisleri gibidir. İbni Muin de aynı kaynakta (2/278) Seyf’in hadisleri zayıf olduğunun belirtilmesini delil gösterirler. Oysa hadis konusunda zayıf görünen seyf bin Ömer’in tarih konusunda hiçte öyle olmadığın hatta tarihçiliğini senet olarak kabul eden kaynaklar mevcuttur. Muhammed Emhazun’un Mevakiful sahabe fil fitne kitabına (1/82-143), Zehebi fi Mizanil İ’tidal (2/255), İbni Hacer de fi Takribil Tehzib 81/344) onun Tarihciliği Tarihte senettir, dayanaktır, bilinçli bir tarihçidir gibi net görüşler mevcuttur. Onun tarihçiliğiyle alakalı kaynaklar bunlarla da sınırlı değildir.
Abdullah İbni Sebe’nin yaşadığı Yemenli bir Yahudi olduğu büyük fitneye sebep olduğu konusu Seyf bin Ömer’in dışında, ondan bağımsız gerek ehli sünnet dünyasında gerek şii dünyasında gerekse Hıristiyan dünyasında onlarca kaynakta mevcuttur. İsteyen bu konulara çabukça ulaşabilir. Ayrıca Abdullah ibni sebe şii mezhebi sebeiye fırkasınının da kurucusudur. Yok olan birinin mezhep kurması mümkün olmayacağına göre!...
Sürecin bütünde tüm suçu İbn Sebe ve zihniyetindeki kişilere yükleyip, idarecilerin ve o dönemdeki halkın hiç kabahatinin olmadığını söylemek elbette pek uygun değildir. Olaya tarafsız bir gözlemci bakışıyla bakıldığında;
Hz. Osman'ı ve Mervân'ı suçlu görmek isteyenlere,
Abdullah b. Sebe' ve grubunu sorumlu görmek isteyenlere ya da Hz. Osman ve Mervân'ı suçsuz görmek isteyenlere yetecek kadar farklı kaynaklar mevcuttur. Yani olayı tek bir kişi ve grubun üzerine yıkmak pek akıllı bir çıkış yolu değildir. Bunun yerine, meseleye bütüncül bir yaklaşımla tarafların belli oranlarda sorumluluğunun olduğunu söylemek daha akılcıdır. Bu çalışma; bir tarih yazılımı olmayıp, yaşanan tarih içinde kiminin lanetlediği, kiminin sevgili bulduğu, insanların bulunduğu yeri ve ne amaçla bulunduğunu tespit etmeye yöneliktir. Dolayıcısıyla olayların detayına girmek çalışmanın amacına uygun olmadığından konuyu bütünlemesine merak edenlerin prof. Dr. İsmail hakkı Açeken’ in doktorda tezi “Hz. Osman dönemi iç olaylarında mervân b. hakemin rolü” ne bakmaları tavsiye olunur.
KONUNUN BAŞI: AŞAĞIDAKİ LİNKTEDİR
http://kevseryaymaclk.blogspot.com/2011/06/s.html
KONUNUN DEVAMI:
Blokta; Müslüman, şii-sünni-şiacılar-sünniciler kavramlarında yer alan düşünce yapıları incelenmeye çalışılmıştır.
30 Mayıs 2011 Pazartesi
İSLAMDA VAHDETİ SAĞLAYALIM AMA NEREDE?
1989 yılından beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Önce derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla islamın muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende. Yanılma payımı yok etmek yada en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine, şii hadis ve tefsir kitaplarına, inançlarına delil saydıkları tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla kurgulanmış bir tarihi delil alarak inançlarına argüman oluşturan Şiilerin kuran ve hadislere bakışı, bunları anlamaktan ziyade kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıklarını gördüm. Kutsal değerlerdeki söylemlere inanmak yerine ne olursa olsun bu değerlerden inançları lehine bir görüş çıkarma gayretlerini ne derece doğru!...?
Durum böyle olunca da, olaylara farklı bakışlar bir birinden çok farklı şii inanç akidelerini oluşturmuş.. İmametin farz olduğuna inanan bu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. Bu süreçte edindiğim bilgileri insanlarla paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım. Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere de makale gönderdim. Ama çok büyük hakaretlerle karşılaştım. Ne seleficiliğim, Vehbiliğim kaldı, ne de kâfirliğim. Hak etmediğim aşırı tenkit ve tepkileri aldığımı düşünüyorum. Oysa ben bu sapmaların bütününe karşı, vahdetin olmasını savunan birisiyim. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres veren birisi asla değilim. Çünkü her inancın doğruları var. Farklı doğruları savunan insanlar diğerinin doğrularını ya kabul etmiyor ya da ikinci planda tutuyor. Doğrudan adres belirleme yerine tanıdığım ve anladığım kadarıyla araştırdığım bir konuyu merak edenlere tanıtmak.
Mezhep düşmanı birisi değilim. Kendimde bir mezhebe bağlıyım. Bunu da gayet doğal buluyorum. Ancak, mezhepçiliği son derece tehlikeli buluyorum. Çünkü mezhepçilik yapan birisi, islamın aslından olmayan bir konudaki farklı yorumu bile kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebilir. İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade etmiştir.
Bu konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz. Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz. Demem o ki tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır. Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri.
Esas vurgu yaptığım konu Vahdet konusudur. Merak edenler aşağıdaki adrese gidebilir.
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011_05_01_archive.html
Durum böyle olunca da, olaylara farklı bakışlar bir birinden çok farklı şii inanç akidelerini oluşturmuş.. İmametin farz olduğuna inanan bu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. Bu süreçte edindiğim bilgileri insanlarla paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım. Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere de makale gönderdim. Ama çok büyük hakaretlerle karşılaştım. Ne seleficiliğim, Vehbiliğim kaldı, ne de kâfirliğim. Hak etmediğim aşırı tenkit ve tepkileri aldığımı düşünüyorum. Oysa ben bu sapmaların bütününe karşı, vahdetin olmasını savunan birisiyim. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres veren birisi asla değilim. Çünkü her inancın doğruları var. Farklı doğruları savunan insanlar diğerinin doğrularını ya kabul etmiyor ya da ikinci planda tutuyor. Doğrudan adres belirleme yerine tanıdığım ve anladığım kadarıyla araştırdığım bir konuyu merak edenlere tanıtmak.
Mezhep düşmanı birisi değilim. Kendimde bir mezhebe bağlıyım. Bunu da gayet doğal buluyorum. Ancak, mezhepçiliği son derece tehlikeli buluyorum. Çünkü mezhepçilik yapan birisi, islamın aslından olmayan bir konudaki farklı yorumu bile kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebilir. İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade etmiştir.
Bu konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz. Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz. Demem o ki tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır. Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri.
Esas vurgu yaptığım konu Vahdet konusudur. Merak edenler aşağıdaki adrese gidebilir.
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011_05_01_archive.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)